29 Ağustos 2007 Çarşamba

Şirince

Kuşadası’nda kaldığımız günlerde, adını sıkça duyduğum Şirince’yi de sonunda görme şansım oldu. Sevdim mi? Hem evet, hem hayır.

Selçuk’tan 8 km süren, kıvrıla kıvrıla tırmanan bir yolun sonunda ulaşılıyor Şirince’ye. Yol boyunca her yer zeytinlik. Çok keyifli bir yol. Zeytin ağaçları en sevdiklerimden biridir zaten. Özellikle yaşlı ağaçların, adeta bir heykele dönüşmüş gövdeleri eminim en maharetli heykeltraşları bile kıskandırıyordur.



Bu güzel yolun sonunda köyün meydanına gelipte, kendimi kapalıçarşı benzeri, turistik vırtı zırtı satan koca bir pazarın içinde bulunca ciddi bir hayal kırıklığına uğradım. Tepelerde yeşilliklerin arasındaki evler harika gözüküyordu ama böyle bir karşılama onlara hiç yakışmıyordu.

Açıkan karınlarımızı harika bir otlu gözleme ile doyurduktan sonra, çarşı pazar hengamesinden kurtulup yavaş yavaş yukarılara doğru tırmanmaya başlıyoruz. Bu arada Ege’li hanımların ne kadar güzel gözleme yaptığına hiç dikkat ettiniz mi? Evlerin arasında dolaşırken kapısının önünde oturan Yıldız Teyze ile sohbet ediyoruz. Babasının Selanikten geldiğini anlatıyor bizlere. Onun izni ile, içeride hala Rum ustaların işçiliğini, yaptıkları ahşap tavanlarda yada haç işaretleri ile süslenmiş dolaplarda görebileceğiniz, mütevazi evini dolaşıyoruz.

Köyün merkezinde ki bir tabelaya göre eski adının ‘Tepedeki Efes’ olduğu söylenen köyün Aydınoğulları zamanında kurulduğu sanılmakta. 19. Yüzyılda Osmanlı yönetimi altında Rumların oluşturduğu 1800 haneli bir köy iken, İzmir’in kurtuluşu ile boşaltılan köye daha sonraları 1924 yılında Selanik ve çevresinden gelen Türk aileler yerleştirilmiş. Yine aynı tabelada köyün mimarisi ile ilgili şunlar yazıyor. ’’ Köyün mimari yapısı diğer köylerden farklı olup, tüm evler kagir, çok pencereli ve pencere ebatları aynı oranda yapılmış iki katlıdır. Balkonları asma balkon olarak yapılmış, bodrum kat mutfak ve kiler olarak kullanılmıştır. Evlerin pencere kenarları ve saçakları resim ve kuş motifleri ile süslenmiştir. Köyde iki kilise, mimari özelliklere sahip ilkokul ve çeşmesi ile kırka yakın manastır bulunmaktadır.’’

Evinin önünde, ördüğü patikleri, elbezilerini ve kırlardan toplayıp kuruttuğu çeşitli otları satmaya çalışan Yıldız Teyze’ye aşağıdaki çarşı pazar rezaletini soruyorum. Muhtar diyor, bütün açları doldurdu buraya. Seçmeyin o zaman sizde onu bir daha diyorum. O şimdi bütün dünyalığını yapıp gitti buralardan diyor Yıldız Teyze. Aşağıdaki alışveriş furyasının köylüye çok bir katkısı olmuyormuş.

Güzel olanı, kısa yoldan paraya çevirmek adına hemen lekelemek bizim genlerimizde olan bir şey galiba. Bursa’nın güzel köyü Cumalıkızık’ta olduğu gibi sadece köylülerin el yapımı ürünlerinin sergilendiği küçük bir pazar yeri ve köyün ünlü meyvalı şaraplarını tadıp yöre yemeklerini yiyebileceğiniz küçük aile işletmesi lokantalar olsa daha iyi olmazmıydı diye düşünerek ayrıldım Şirince’den. Bir daha gidermiyim? Yolum düşerse belki ama özel olarak hayır.

25 Ağustos 2007 Cumartesi

Kuşadası

Geçtiğimiz günlerde gittiğim Kuşadası ve önümüzdeki haftasonu gideceğim Symi adası seyahatleri nedeni ile Tayland yazılarına bir süre ara vereceğim ama sonra Tayland uzun uzun devam edecek.

Kuşadası’nda sevgili arkadaşım Eser’in harika rehberliği sayesinde çok şey gördüm ve beraberce çok eğlendik ama, Kuşadası’nı sevdim diyemeyeceğim. Harika bir kıyı şeridinin, plansız programsız yapılaşma nedeni ile nasıl felaket bir yere dönüşebileceğini bu ülkede yeteri kadar görmedim diyorsanız, mutlaka görün. Ben Bodrum’u beğenmezken, orası Kuşadası’nın yanında adeta sütten çıkma ak kaşık kaldı. Geçmişinde öldürülen, yurtdışına kaçan ya da bol miktarda yargılanan Belediye Başkanları’nın bolluğu Kuşadası’nda yaratılan rantın büyüklüğünü açıklamaya yeterli sanırım.

Şehir merkezi hiç bir estetik kaygı güdülmeden yapılmış binalarla doldurulurken, yakın çevreyi ise adete binlerce tatil sitesi işgal etmiş. Ülkemizde bir yazlık eve sahip olmak olmazsa olmazlar arasındadır ama insanlar neden Kuşadası’nın pek çok yerinde örneklerini görebileceğiniz, karayoluna sıfır ve görebildiği tek manzara yolun karşı tarafındaki sitenin bakımsız evleri olan bir eve tatile gelmek ister ki? Sabah kalkıp balkona çıkınca, hemen önünden geçen yoğun trafiği dinlendirici bulan, egzoz kokusunu derin derin içine çekip ‘yaşasın tatil’ diyen, akşam üzeri bir bardak çay eşliğinde güneşi batırırken karşı sitenin çöp koyteynerleri arasına park edilmiş arabalarının manzarasında huzur bulabilen birileri var demek ki.

Kuşadası’nda hiç mi güzel şey yok? Tabi ki var, öncelikle de Dilek Yarımadası Milli Parkı. İçinde barındırdığı bitki ve hayvan türleri, yemyeşil ormanın hemen bitiminde başlayan muhteşem koyları ile kesinlikle bir hazine. 1966 yılında burayı milli park ilan eden ve sonraki dönemlerde de Özer Çiller’in şerrinden koruyanlardan Allah razı olsun. Geçen yaz Datça’da yaşanan bir orman yangınına birinci elden tanık olup, doğanın bir kıvılcım karşısındaki çaresizliğini izledikten sonra adet edindiğim üzere, kilometrelerce uzanan yemyeşil ormanın içinden geçerken elimde olmadan Allah korusun dedim ve kalbimden çıkardığım hayali bir nazar boncuğunu da bir ağacın dalına asmayı ihmal etmedim.


Kuşadası’nın en eski otellerinden Kısmet otel, şehre ve limana tepeden bakan özel konumu ile hala çok özel ve güzel. Bahçesindeki yemyeşil ağaçların altındaki koltuklarda geçirilecek bir akşamüzeri, Kuşadası’nın keyiflerinden biri. Yılancı Burnu’nda bir kaç ay önce açıldığı söylenen Elias restaurant da, hem yemekleri, hem de geceleyin şıkır şıkır parlayan şehri karşıdan seyretmek için oldukça hoş bir yer.

Kuşadası’nın en güzel saatleri ise gün batımları. Ailesi buralı olan arkadaşım Eser’in yıllardır geliştirdiği ritüeli bozmayarak, deniz kıyısında ki evinden her gün güneşi bir bardak cin tonik eşliğinde uğurladık. Bu saatlerde en çok Eser’in anlattığı, Kuşadası’nda sadece bir kaç evin olduğu, tüm çevresinin zeytinlikler ve meyva bahçeleri ile sarılı olduğu, çok güzel bir babaanne’nin at üzerinde bu zeytinlikler de gezdiği günleri anlattığı bambaşka bir zamana ait hikayeleri sevdim.

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Balıkaşıran

Datça’dan Marmaris’e doğru döne döne giden karayolunda birden karşınıza çok özel bir yer çıkar. Akdeniz ile Ege’nin birbirine değecekmişcesine yaklaştığı bir nokta vardır. Datça yarımadasının başladığı nokta olarak kabul edilen bu yerin adına Balıkaşıran demişler. Sağ tarafınızda ki deniz Akdeniz, sol tarafınızda ki ise Ege’dir. Akdenizli balıklar Ege’ye, Ege’liler de Akdeniz’e, biz insanların görmediği saatlerde buradan atlar mı bilemem ama çok hoş bir isim bulmuşlar buraya.


Tarihçi Herodot’un anlattığına göre İÖ 540 yılında ki, Pers akınları sırasında Knidos’lular tam bu noktayı kazarak yarımadayı, anakaradan ayırmak ve bölgelerini bir adaya çevirerek savunmalarını kuvvetlendirmek istemişler. Danıştıkları bir kahin, ‘hayır’ demiş, ‘eğer tanrılar ülkenizin ada olmasını isteseydi, öyle yaratırdı, yaratılanları bozmayın.’ Knidoslular bu son karar üzerine Persler’e teslim olmuşlar.

19 Ağustos 2007 Pazar

Ruh evleri

Bangkok’ta dolaşırken, evlerin bahçelerinde küçücük evler dikkatimi çekti. San Phra Phum adı verilen ruh evleri imiş. Pek çok evin ve işyerinin bahçesinde çeşitli boylarla bulunuyor. Kimileri çok süslü, kimileri alçakgönüllü. Toprağın daha önceki sahiplerine ve tabiatın ruhlarına bu küçük evcikler aracılığı ile saygı gösteriliyor.


Animist inancın bir uzantısı olan bu evler, Tayland dışında Kamboçya ve Laos’da da bulunuyormuş. Daha önce gezdiğim bu ülkelerde nedense hiç dikkatimi çekmemişti bu evcikler, ya Bangkok’taki kadar fazla ve gösterişli değillerdi, ya da benim dikkatim o sıralar başka yerlerdeydi. Bu evciklerin yapımıda görebildiğim kadarıyla ciddi bir endüstri oluşturmuş gibiydi. Bangkok dışına çıkınca sıra sıra imalat atölyelerini görmek mümkün.


Ruh evlerinin nereye konulabileceğine bir rahip karar verebiliyor ve çeşitli seremonilerle bu görevi yerine getiriyor. Ancak eğer rahat ettirilmezse sorun çıkarabileceğine inanılan ruhlarla olan işiniz onlara bir ikamet sağlamakla bitmiyor, sonrasında da çiçekler, tütsüler ve çeşitli yiyecekler sunulmasının yanında dualarınızı da eksik etmemeniz gerekiyor. İçlerinde koruyucu ruhların ve hatta ruhun hizmetçilerinin minyatür figürlerinin bulunduğu bu evler, Tayland’ın ayrı bir neşesi ve güzelliği.

16 Ağustos 2007 Perşembe

Yüzen Pazar - Nakhon Pathom

Yüzen pazarlar Tayland’la bütünleşmiş bir simge. Elimde 1997 yılına ait bir Lonely Planet kitabı var. Bangkok’taki yüzen pazara gitmeyin, çok turistik, Damneen Saduak çok daha az turistiktir orayı tercih edin diyor. İnanmayın, aradan geçen yıllarda orasıda tıklım tıklım turist dolmuş.


Bir zamanlar yerel halkın teknelerle sebze, meyva alışverişlerini yaptıkları bu yerleri, şu anda turistlere taklit çanta, ve ıvır zıvır turistik eşyalar satmaya çalışan ya da turistleri gezdiren tekneler doldurmuş. Nehirin iki yanını da yine turistik eşya satan sabit pazarlar kaplamış. Eğer yolunuz düşmezse, bir şeyler kaçırdım diye hayıflanmayın, ancak pazarın etrafında bulunan kanallar oldukça uzun ve kazıklar üzerine oturtulmuş evler ve işyerleri ile oldukça ilginç. Bu kanallardaki gezintiyi suya oldukça yakın, ince uzun ancak yine çok gürültülü teknelerle yaptık.



Yüzen Pazar Bangkok’un yaklaşık 120 km dışında Nakhon Pathom şehri yakınlarında. Otobüsle giderken yol kenarlarında iki ilginç ürün gördüm. Bir bölgede tarım alanlarının büyük bir kısmı tuzla olarak ayrılmıştı ve yol kenarında da tıpkı bizde tarladan topladıkları soğanları, patatesleri satmaları gibi torba torba tuz satıyorlardı. Yine tarlalar da üretilen diğer bir üründe ıstakoz. İnsan nedense sadece denizde yetişebileceğini düşünüyor.

Yolda mola verdiğimiz ilginç bir Pazar yeride Maeklong Tren İstasyonu. Uzakdoğu’nun pek çok yerinde görülebilen, sebze, et, meyva, ve balıkların taze yada pişirilip satıldığı, ufak tezgahlarında hemen herşeyi bulabileceğiniz, renklerin, kokuların ve seslerin birbirine karıştığı o pazarlardan biri. Tezgahlar arasında kaybolup dolaşırken, birden uzaklardan bir trenin düdüğünü duyup, tüm tezgahlar ve insanlarla beraber rayların üzerinde olduğunuzu anlayınca kısa bir panik geçirmemek mümkün değil. Ancak herkes son derece sakin, tüm tezgahlar ve tenteleri öylesine milimetrik olarak konumlandırılmış ki, koca tren ağır ağır istasyondan haraket ederken, tezgahları, gölgelikleri sadece 3-5 santim geri çekmek yetiyor. Tren sürünürcesine yanınızdan geçtikten sonra, herşey yerli yerine ve alışverişe devam. İçinden tren geçen bu pazarı, yüzen çarşıya tercih etmenizi tavsiye ederim.

Nakhon Pathom 127 metre yüksekliği ile dünyanın en yüksek Budist yapısı olan Pra Pathom Çedi stupasına ev sahipliği yapıyor. 1853 yılında Kral 4. Rama tarafından yaptırılmış. 4. Rama, ilk olarak Yul Brayner tarafından canlandırılan, Kral ve Ben filmlerinde ki Kral.

Uzakdoğu’da tapınaklarda yapmayı sevdiğim en keyifli şey, hızlı bir şekilde tapınağın içini dolaşıp çıktıktan sonra, dışarıda sakin ve gölgelik bir yer bulup, oturarak etraftaki hareketi gözlemlemektir. Dua edenler, adaklar adıyanlar, ve ilk kez burada gördüğüm Buda heykellerine ince altın varaklar yapıştıranlar. Budizm’de sevap işlemek önemli. Tam mantığını anlamasam da en önemli sevaplardan biri bu altın varakları yapıştırmakmış. Bir diğer önemli ve mantığı anlaşılabilir sevap kazanma yolu ise tapınaklar da yaşayan rahiplere yemek vermek. Her Tay erkeği hayatının belli bir döneminde askere gider gibi tapınağa gidiyor ve bir süre orada yaşıyor. Bu süre sabit değil, kişiden kişiye değişebiliyor.

Pra Pathom Çedi’deki sayısız Buda heykeli üzerindeki altın varakların yapışmayan kenarlarının hafif hafif dalgalanması, ve güneşte yansımasının heykellere ayrı bir ruhani görüntü verdiğini düşünüyorum ve bu parlayan heykeller Tayland’ın simgesi olarak beynimdeki yerini alıyor.

13 Ağustos 2007 Pazartesi

Meteor Yağmuru

Dün gece gökyüzünde meteor yağmuru vardı. Evimin çatısında bir şezlonga uzanıp gökyüzünde kayan ışıkları seyrettim. Adet olduğu üzere, dilek tutmaya başladım. Bir, üç, beş derken dileklerimin de sonuna geldim ama meteorlar kaymaya devam ediyordu. Bir süre sonra karanlık gökyüzünün altında yatarken, hayattan beklentilerimin sayıca az olmasının, bir lütuf mu yoksa lanet mi olması gerektiğine karar veremedim. Sahip olduklarımla mutlu ve huzurlu olmam bir lütuf muydu yoksa, hayal kurma kapasitemin sınırlı olması bir lanet miydi? Cevabını bulamadım.

12 Ağustos 2007 Pazar

Bangkok

Tayland yazılarıma daha önce uzun boyunlu Padong kadınlarını yazarak başlamıştım. Şimdi 2005 yılı Aralık ayında yaptığım gezinin en başına dönerek Bangkok’dan başlamak istiyorum. Sonrasında sizlere harika doğal güzelliklere sahip ama bir o kadar da vıcık vıcık turist dolu sahillerini anlatmayacağım, tam aksi istikamete, Tayland’ın yeni yeni turizme açmaya çalıştığı bir bölgeye, ülkenin kuzeyine doğru gideceğiz.

İstanbul Bangkok arası dokuz saat. THY harika bir hizmet veriyor. Uçakta yemeklerimizi yiyip, güzel de bir uyku çektikten sonra 1939’a kadar Siyam olarak adlandırılan ülkenin başkenti Bangkok’dayız. Tayland Türklere vize uygulamamasına rağmen, ülkeye giriş işlemlerimiz çok rahat oldu. Uzun bir uçuştan sonra hoş bir karşılama. Havaalanı ile kalacağımız Royal Sheraton Orchid Otel arası yaklaşık yarım saat sürdü ama hep okuduğum, ve dinlediğim o dillere destan trafiğe rastlamadık. Belki de, trafik sıkışıklığını hayatının doğal bir uzantısı olarak kabullenen bir İstanbul’lu olarak bana normal gelmiştir diye düşünüyorum.



Otelimiz diğer büyük zincirlerin halkaları gibi Çao Praya nehri kenarında. Nehir Bangkok’u kentin ilk çekirdeğini oluşturan Tanburi bölgesinden ayırıyor. Tanburi, Bangkok’tan önce 15 yıl ülkenin başkenti olarak kullanılmış.

1855’de ki İngiliz Elçisi Sir Browning’in ‘Bangkok’un yolları caddeler değil, nehirler ve kanallardır’ sözüne uyarak, ince uzun, motoru dıştan takma bir tekne ile Çao Praya ve tong olarak adlandırılan kanallarında bir gezintiye çıkıyoruz. Nehir kahverengi ve kirli akıyor, akıntının hemen hemen hiç olmadığı dar kanallarda ise rengi neredeyse siyaha dönüyormuş.



Neredeyse her tür yapı var nehir kenarında: Tapınaklar, kamu binaları, Kral’ın sarayı, harika yapılmış evler, neredeyse yıkılacakmış gibi duran gecekondu benzeri evler, kulübecikler. Pek çok evin yapımında kullanılan ana madde ağaç, suya dayanıklılığından dolayı hepsi tik ağacından yapılıyormuş. Tekne motorunun kulakları sağır eden gürültüsünden midir nedir, gündüz vakti nedense pek sevemedim buraları, ama akşam hava kararmaya doğru, daha büyük ve daha sessiz bir tekneye geçtik, havanın kararması ve ışıkların yanmaya başlaması ile bambaşka manzaralar çıkmaya başladı ortaya. Karanlık burada da, her yerde olduğu gibi tüm çirkinlikleri perdeliyor.



Özellikle otellerin olduğu bölge iyice ışıklandırılmış. Hem oteller, hem de nehirde gidip gelen tekneler şıkır şıkır. Özellikle otelde kaldığımız odadan, şehrin en eski ve en ünlü oteli olan Orient Otel’in iki yaka arasında çalışan, uçan çatıları ışıklandırılmış teknelerini seyretmek çok keyifli. Seyahate beraber çıktığım sevgili arkadaşım Eser’le bol sulu, bol buzlu viskilerimizi koyup, ayaklarımızı uzatıp, yolun ve günün yorgunluğu üzerimizde, aşağıda akıp gitmekte olan tekne trafiğini seyrediyoruz.



Ve tabii Bangkok’a gelir gelmez yemek konusunda da inanılmaz bir şölen başlası. Deniz ürünleri ile yapılmış yemekler çok çeşitli. Büyük mangalların üzerinde pişen balıkları, jumbo karidesleri, kalamarları görünce, gezi boyunca sadece deniz ürünleri yemeğe karar veriyorum. Hele çeşitli baharatlar, otlar ve köklerle yapılmış bir deniz ürünleri çorbası var ki, yemede yanında yat derler ya öyle bir şey işte. Bir gittiğim ülkeye bir daha gitmek çok tercihlerim arasında değildir ama sırf o çorbayı içmek için tekrar gidebilirim.

10 Ağustos 2007 Cuma

Samiler

Lapland’dan ayrılmadan birazda bu bölgenin yerli halkı Samiler hakkında kısa bilgiler.

Samiler Norveç’in kuzeyinden, Rusya’daki Kola yarımadasına kadar olan ve Lapland olarak adlandırılan bölgede yaşıyorlar. Toplam 80.000 – 100.000 arası nüfusa sahip olan bu halk kendilerine Lapyalı denmesini kesinlikle istemiyorlar, çünkü ‘Lapp’ yama anlamına geliyor ve Samiler rengarenk giysileri dolayısıyla kendilerine verilen bu ad ile, alay edildiğini düşünüyorlar.

Samiler bu bölgeye yaklaşık 4000 yıl önce gelmişler. Vikingler ve onları takip eden ortaçağ yıllarında en kalabalık toplumun Samiler olduğu biliniyor. Bu yıllarda Vikinglerle sürekli savaş halinde olan Samiler, Vikingler tarafından kutup dairesi dolaylarına doğru sürülürler. Bir süre sonra dünyayı keşfe çıkan Vikingler, Samilerin ticaret ortağı haline gelirler.

17. Yüzyıldan itibaren Norveç ve İsveç krallıkları tarafından, asimile edilmeye başlanan halk, animist geçmişlerini bırakarak, Hristiyanlığı seçmeye zorlanır, dillerini konuşmaları yasaklanır.İsveç, Norveç, Finlandiya ve Rusya ulusal sınırlarının çizilmesinden sonra, Samiler yaşamak zorunda oldukları ülkenin kültürüne ve diline adapte olmak zorunda kalırlar.

1956’da Finlandiya, İsveç ve Norveç te yaşayan Samiler, Kuzey Sami Konseyini kurduktan sonra hakları için mücadele etmeye başladılar ve bugün bu ülkelerde resmi olarak azınlık statüsünde olsalar, dillerini ve kültürlerini okullarında öğrenebilseler de, halen toprak ve doğal kaynaklar konusundaki mücadeleleri devam ediyor.

Samilerin on adet değişik dilleri var. En yaygın olanlarını 30.000 kişi kadar kullanabilirken, diğerlerini konuşabilenlerin sayısı 20’ye kadar düşmüş. Sami dillerinden dünyanın pek çok diline girmiş bir sözcük ise tundra (buz ovası). En büyük geçim kaynakları olan Ren geyiği için ise 400’e yakın farklı sözcük kullanıyorlar.

Ren geyikleri ile Samiler arasında kopmaz bir bağ var. Kırsal kesimde yaşayan Samiler için geyik yetiştiriciliği, halen en önemli geçim kaynağı. Geyik eti önemli bir besin kaynağı ve derisi de giyecek yapımında kullanılıyor. Yüzyıllardır hayatlarının önemli bir parçası olmuş bu hayvana doğal olarak Sami efsanelerinde de sık sık rastlanıyor.

Eğer bir gün yolunuz Fin Lapland’ına düşerse Inari’deki Siida Müzesi, Samileri, kültürlerini ve tarihlerini tanımak için mutlak gidilmesi gereken bir yer. Özellikle 1900 lü yıllarda çekilen fotoğraflar bir harika.

Bu yazı ile Finlandiya şimdilik bitiyor. Buradan bambaşka bir ülkeye ve kültüre, Tayland’a doğru yola çıkalım mı?

7 Ağustos 2007 Salı

Husky Safari

Tıngır mıngır tamamladığımız Ren geyiği safarinin ertesi günü, bu sefer biraz daha hızlı bir şeyler bekleyerek, yine Şelal’le yola koyulduk. Safari için anlaştığımız acenta, bizi husky çiftliğine göndermeden önce, adeta baştan aşağı yeniden giydirdi. Üzerimizdeki giysilerin üzerine kalın bir tulum giydik, yine onların verdiği eldivenleri ve kar gözlüklerinide yanımıza aldık.


Ben bir önceki günün deneyimi ile nedense bizim rahat rahat kızaklara oturacağımızı, köpeklerinde bizi gezdirip geri getireceklerini düşünüyordum ki, kızakta nasıl duracağımızı, nasıl fren yapabileceğimizi anlatmaya başladıklarında işin hiçte öyle olmadığı ortaya çıktı. Kızaklara ikili olarak binecektik, biri kullanacak, diğeri ise kızakta oturacaktı.

Çiftliktekiler bize kısa bir kurs verirken, yanı başımızda bugünkü safari için hazırladıkları 3 kızak ve kızaklara bağlı yola çıkmak için acele eden 20’ye yakın köpek, ileri doğru atılıp zıp zıp zıplamak ve hep bir ağızdan delicesine havlamakla meşgulduler. Kesinlikle ürkütücü bir ortam olduğunu söylemeliyim. Ben bu hayvanlarla nasıl başa çıkacağız diye tırsmış bir vaziyette düşünürken, Şelal ben oturuyorum, sen kullan diye durumu netleştirdi.

Şelal kızağa yerleşti, bende arka kısımda sürücünün durması için yapılan yerde yerimi aldım. Kızağı bağlayan ipleri çözdükleri ve dakikalardır yola çıkmak, ileri atılmak için yerlerinde duramayan hayvanların hızla ileri atıldıkları o an, benimde kalbimin yerinden fırladığı andı. Bir iki dakika sonra, dengede kalabildiğimi, fren yapıp köpekleri yavaşlatabildiğimi anladıktan sonraki üç saat içinde öylesine büyük bir keyif aldım ki, size şöyle anlatabilirim. Hani gazetelerde,dergilerde falan çıkar ya, ölmeden önce yapmanız gereken 100 şey diye. Ben de şimdiye kadar yaşadıklarıma dayanarak böyle bir liste yaparsam, kesinlikle ilk üç arasına koyacağım bir şey bu.

Sanırım bu kadar keyif almamın başlıca nedeni, köpeklerinde o anda benim kadar eğlendiklerini hissetmemdi. Köpekler birbirleriyle yarışıp kızakların ipleri birbirine karışmaya başladığında, belli noktalarda kar motosikleti ile ne durumda olduğumuzu kontrol eden, çiftlikten bir yetkili, bir süre sonra kızakların arasını açmaya karar verdi. İşte ondan sonra lapa lapa yağan karın altında, muhteşem bir doğanın içinde, köpeklerle yalnız başımıza kaldık. Ben hem bedenimdeki adrenalin akışından, hemde yokuş çıkarken, kızaktan inip, hem kızağı itip hem de yanında koştuğumdan, dışarıdaki havanın daha da soğuduğunun, karın daha da hızlı yağmaya başladığının çok da farkında değildim. Bir saat kadar sonra Şelal’le yerleri değiştirdiğimizde, zavallı arkadaşım yarı donmuş bir haldeydi. Kızağa oturup hareketsiz kalınca, soğuğun ne kadar can yakıcı olduğunu bende hissetmeye başladım. Hava öylesine soğuktu ki çantamdaki video kameranın pilleri donmuştu. Ne kadar eldivenin içine alıp ellerimle ısıtmaya çalışsamda fayda etmedi.

Bir süre sonra Şelal devam edemeyeceğine karar verince, onu kar motosikleti ile gelip aldılar. Kirli beyaz postu, insanı ürküten masmavi gözleri ile lider köpek Anna ve arkadaşları ile ben yola devem ettim. Bir süre sonra kimi durumlarda Anna’nın arkasını dönüp, benden komut beklediğini farkettim. Özellikle tüm şiddeti ile yağan kar yerdeki tüm izleri, ve belki de onlar için tüm kokuların üstünü örttüğünde, birimizin gidilecek doğrultuyu belirlemesi lazımdı. İngilizce bağırıyorum olmuyor, Türkçe birşeyler söylüyorum tabiki yine olmuyor. Anna baktı ki, garip gurup bağıran bu yabancıdan hayır yok, insiyatifi ele aldı. Yolların tamamen karla kapandığı bir ortamda sadece bir kez derin kara saplanıp kaldık. Köpekler boyunlarına kadar karın içinde, ben kızağı iteklemeye çalışırken, gelmediğimizi gören kar motosikleti bir süre sonra bize ulaşıp, hepimizi tekrar doğru yola soktu.
Husky’lerin ne kadar rekabetçi, ne kadar enerji dolu olduğunu o gün anladım. Yolun artık sonlarına yaklaşırken, düz bir yolda ilerliyorduk, köpekler artık iyice yavaşlamışlardı. Bende onları daha fazla yormak istemediğim için kızaktan inmiş, yarı yürüyüp yarı koşuyordum ki, birden solumuzda bir kar küreme kamyonu belirdi. Uzunca bir süredir anayolun yanında gitmekte olduğumuzu ama yolun kar altında kaldığını o zaman anladım. Kamyonu gören köpekler, sanki saatlerdir koşan onlar değilmiş gibi, öyle bir ileri atılıp, kamyonla yarışmaya başladılar ki, ani bir refleksle kızağa atlamasam, arkalarından bakakalacaktım.

Çiftliğe geri döndüğümüzde bana bu harika günü yaşatan köpeklerimi uzun uzun sevdim, sarıldım. Karın içinde onlarla yuvarlandım, konuştum. Okuduğum bir yazıda husky lerin kalbiyle ve ruhuyla kızak köpekleri olduğunu hatırlayın diyordu. Ne kadar doğru bir tespit olduğunu anladım. Şehirlerde apartman dairelerinde yaşamak, yazın sıcağına katlanmak zorunda olan, hemcinslerinin yaşadığı talihsizliği düşündüm. Bu arada çiftlik binasının içinde bizi gürül gürül yanan bir şömine, bol şekerli, bol alkollü, bir bardak sıcak böğürtlen şurubu ve üzerine böğürtlen reçeli sürülmüş kocaman bir dilim kızarmış ekmek bekliyordu ki , lezzetini anlatmaya kelimeler yetmez.

Çiftliktekiler ile karın çok fazla yağmaya başladığının muhabbetini yaparken, bana tam Lapland’lılar gibi bir gün yaşadığımızı söylediler. Normalde bu hava şartlarında turistlerin yola çıkmasına izin vermediklerini, ancak karın ve soğuğun beklenenden önce gelmesi nedeniyle, bizi de yarıda kesemediklerini anlattılar. Bu arada Saariselka’nın pek çok yerinde gördüğüm ‘sarı karları yemeyiniz’ tabelalarının gizemide bu safari sayesinde çözülmüş oldu. Koşarken köpekler su ihtiyaçlarını kar yiyerek sağlıyorlar ve aynı şekilde tuvalet ihtiyacı içinde bir ağaç köşesi aramıyorlar, arkalarında sarı bir iz bırakarak, koşarken yol üzerinde hallediyorlar. Dolayısıyla eğer bir gün siz de sarı karlara rastlarsanız, sakın olaki tadına bakmaya kalkmayın.

4 Ağustos 2007 Cumartesi

Ren Geyikli Safari

Saariselka’da kayak yapmıyorsanız, ren geyikleri ile , köpeklerle ya da kar motosiklerleri ile yapabileceğiniz çeşitli safari seçenekleri mevcut.

Bunlar turistlere göre eğlenceler diyen, Juha’yı geride bırakıp, Şelal ile heyecan içinde ilk safarimize doğru yola çıktık. Safari de bineceğimiz kızakların ve geyiklerin bulunduğu çifliğe geldiğimizde benim de daha önceden televizyon programlarında ya da hayvanat bahçelerinde gördüğüm bu hayvanı yakından görebilme şansım oldu ancak benim onlarla ilgilendiğim kadar, onlar benle ilgilenmediler, sakin sakin otlamakla meşguldüler. Otlamak derken karda nereden ot buluyorlardı diyeceksiniz. Ren geyikleri kışın karın altından eşeleyerek çıkardıkları bir çeşit yosun yiyorlar. Beslemek için biraz yosun verdiğimde kibar kibar yediler ama sonra gene arkalarını dönüp eşelenmeye başladılar.


Kızaklara oturup, üstümüzü rengeyiği postları ile örttükten sonra, en önde geyiklerden sorumlu geleneksel kıyafetleri gakti içinde bir Sami’nin liderliğinde tıngır mıngır yola koyulduk. Geyikler sakin hayvanlar, hiç itiraz etmeden, olay çıkartmadan sakin sakin birbirlerini takip ederek yol aldılar. Gruptaki en şaşkın bakışlara ve en güzel gözlere sahip benim geyiğimin boynuzları yoktu. Ah zavallı ne olmuş bunun boynuzlarına diye söylenirken, geyiklerin, hem dişilerinin hem erkeklerinin boynuzları olduğunu ve her yıl onların düşüp yerine yenilerinin büyüdüğünü öğrendim. Benim geyiğimin ki gibi genç dişilerin boynuzları ilkbaharda düşermiş.



Güneşin altında parlayan karlar, yeşil ormanlar, buz gibi ama temiz hava herşey çok güzeldi ama bana geyikler bu kızak çekme işinden pek hoşlanmıyorlar gibi geldiği için nedense bir süre sonra bende keyif alamaz oldum. Yüzyıllardır yük ve insan taşımalarına rağmen, fiziksel olarak olsa bile, ruhsal olarak bu işe uygun değiller gibiydi. Bir sonraki gün husky köpekleri ile çıktığımız safaride köpeklerin coşkusunu, heyecanını, bu işten aldıkları zevki gördükten sonra, bu kanım daha da pekişti.

Ren geyiğinin Bronz çağı ile Demir çağı arasında ehlileştirilmeye başlandığı biliniyor. Ren geyiği sürüleri yüzyıllardır Kutup bölgelerinde yaşayan çeşitli halkların en önemli geçim kaynağı olmasına rağmen, bu hayvanlar yarı ehlileştirilmiş olarak kabul edilir. Sütlerinin sağılmasını ve yük taşımayı kabul etmelerine rağmen, esaret altında üreyemedikleri için serbestçe doğada yaşayarak, mevsimlere göre bir yerden bir yere göç ederler. Eskiden bu göçlere sürü sahipleride katılırken, şimdi özellikle Alaska’daki büyük sürü sahipleri, gökyüzündeki uydular yardımı ile sürülerinin hareketlerini takip edebiliyorlarmış.

2 Ağustos 2007 Perşembe

Datça'dan Lezzetler

Datça’da tüm yazlık yerler gibi tatilcilere hizmet vermek üzere kurulmuş pek çok restaurant vardır. Geceleri deniz kenarındaki masalarda fenerlerini, mumlarını yakıp hoş bir ışık yayan balıkçılar, genelde tıklım tıklım dolu olan ev yemeği sunanlar, pideciler. Hepsi kendince hoştur ama Datça’da özel bir tat arıyorsanız Reşat Restaurant’a mutlaka uğramalısınız.




Bu yaz Datça Limanında ki yeni yerinde hizmet veren Reşat’ı öncelikle her daim beyaz giyinen iri cüsseli Reşat bey’den tanıyabilirsiniz. Koca göbeği, yaptığı yemeklerin lezzetini tescil ediyor gibi gelir hep bana. Zaten nedense sıska şefler bana pek güven vermezler, yeni tatlar denemiyor, en önemlisi de pişirdiklerini keyfi ile yemiyorlar gibi gelir bana.




Önceki gece kardeşimin doğum günü için Reşat Restaurant daydık ve adet olduğu üzere yemek seçimini Reşat bey’e bıraktık. Liman’ın ışıklarını, hareketini tepeden gören bir masadaydık ve tepemizde de dolunay. Önce mezeler geldi. Her biri ayrı bir buluş olan, çok farklı tatlarla marine edilmiş, baharatlarla, soslarla harmanlanmış soğan halkaları, patlıcan, kabak, havuç, zeytin ve peynir. Salata olarak yaz günleri için özellikle ferahlık versin diye hazırladığını söylediği bol nane ve kereviz yapraklı, üzerinde muhteşem lezzetli sirkeli domates sosu ile yeşil salata.Taze ekmek ve yanında da ev şarabı. Reşat bey’in felsefesi, sofraya getirilen her bir yemeğin tadı, bir öncekini aşmalıyı bildiğimizden midelerimiz önümüzdekilerle bayram ederken, bir taraftan da huşu içinde arkadan gelecekleri beklemeye başladı.

Ara sıcaklar şarap sosunda pişirilmiş mantar ve içine koyduğu kıymaya bol kapari karıştırılmış dev sigara börekleri. Aman Allahım bu mantarlara ne yapılmışta, hiç saklamadan tüm lezzetlerini ortaya çıkarmışlar böyle. Daha dur sırada ana yemek var diye düşünsem de, ne kadar geciktirmeye çalışsam da, tabir yerindeyse mantarları tadarken, koklarken midem ilk orgazmına ulaştı. Nirvana....

Ara sıcaklardan sonra huzurlu bir doyum yaşayıp, ikinci şişe şarabı yarılamaya yaklaşmışken ana yemek geldi. Üzerinde yine değişik bir sos gezdirilmiş yeşil yapraklar üzerinde adeta demeyeceğim, kesinlikle pamuk kıvamında bonfile parçaları.
‘‘Reşat bey artık şu etleri nasıl marine ettiğinizin sırrını biraz paylaşın’’ dediğimde, etlerin marine edilmediğini öğreniyorum. Etin suyunun içinde kalmasını sağlayacak bir yöntem bulmuş. Tabi ki sır.

Yemeğin sonunda gelen tatlının adı cennet-cehennem. Üzerinde incir sosu gezdirilmiş içinde iri çukulata parçaları olan dondurma. Cehennemi ise dondurmadan bir parça alır almaz anlıyorsunuz. Dondurma acılı...

Eğer bir gün yolunuz Datça’ya düşerse, güzel denizimizin, güneşimizin, bol oksijenimizin, püfür püfür esen rüzgarımızın tadını çıkartırken, benden tavsiye bir akşam mutlaka Liman’a inin ve midelerinizi Reşat bey’in ellerine bırakın.

Son fotoğraf Reşat bey ve yeğenim Ayşe...