31 Ocak 2009 Cumartesi

Chamula Kilisesi - San Cristobal

1528 yılında İspanyollar tarafından kurulan San Cristobal kenti tek katlı evleri, güzel sokakları ile kolonyal dönemin izlerini taşıyan keyifli ve huzurlu bir şehir görünümünde. Ancak şehrin sokaklarında dolaşırken, yerel sanatçıların eserlerini sattığı küçük dükkanlardan alışveriş yaparken, kentin bulunduğu Chiapas eyaletinin Meksika’nın en sorunlu bölgelerinden biri olduğunu hayal edebilmek güç. Kökenleri İspanyollara dayananlar ve yerliler arasında yüzyıllardır süren sorunlar halen bu güzel kentin arka planında. 1994 yılında ünlü maskeli liderleri Subcomandante Marcos liderliğinde başyan Zapatista isyanında, şehir isyancılarca ele geçirilen ilk yerdi.


Ancak San Cristobal’i benim için unutulmaz yapan ne kolonyal geçmişi ne de isyancıları. Yaptığım tüm seyahatler içinde beni en etkileyen yerlerden biri olan San Juan Chamula köyü ve küçük kilisesi.

San Cristobal’in 10 km kadar dışında yer alan ve Tzotzil yerlilerinin yaşadığı Chamula’ya ulaştığımızda bizi ilk karşılayan rengarenk bir pazar yeri oldu. Her ne kadar turistlerce çok ziyaret edilen bir yer olsa da, kilisenin önünde kurulmuş pazar yeri, otantikliği ile Meksika’da hatta tüm bölgede gördüklerim arasında en iyilerden biriydi.



Haftalık alışverişlerini tamamlamaya çalışan yerliler, sırtlarına bağladıkları çocukları ile satış yapmaya çalışan kadınlar, uzaklardan biryerden gelen kıpır kıpır bir müzik, tezgah aralarında tembel tembel dolanan sıska köpekler, biraz ileride yolun kenarında bir sandalyeye oturttuğu müşterisini traş etmeye başlayan seyyar berber. Tüm sesler, kokular ve görüntüler birbirine karışıyordu. Seyahatlerde olmayı en sevdiğim ortamlardan birindeydim ve açıkcası biraz ilerideki kilise beni çok da ilgilendirmiyordu.


İçeride fotoğraf çekilmesinin kesinlikle yasak olduğu bu kiliseye girerken, şimdiye kadar yüzlercesini gördüğüm örneklerinden bir farkı olacağını düşünmüyordum, ama bir insan bu kadar mı yanılır….

Öncelikle etrafta ne çarmıha gerilmiş İsa figürleri verdı, nede klasik kilise mobilyaları olan halkın oturduğu sıralar ve rahibin vaaz verdiği mihrap. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa etrafta hristiyanlığı çağrıştıracak her hangi bir simge de yoktu. Kapıdan girer girmez tam karşınızda mihrabın olması gereken yer ağır ve koyu renk perdelerle kapatılmıştı.

Kilisenin boş zemini ise tamamen çam ağaçlarından toplanmış iğne yapraklarla örtülmüştü. İçerideki loş ışıkta sert bir orman zemininde geziniyor gibiydiniz. Etraftaki tütsülerin yanında yerde pek çok renk renk mum da yanıyordu ve ilk korkum dolaşırken bu mumlardan birini devirip zemini yakmak oldu.

Bir süre sonra sessizce bir köşeye çekilip oturdum ve hayatımda ilk defa yerli kuranderoları yani şamanları iş üzerinde izlemeye başladım. Bir grup insanın yanına yere oturmuş fısır fısır dua mı ediyorlardı, yoksa konuşuyorlarmıydı bilemiyorum ama etrafındaki insanların beklenti dolu, saygılı ve ürkek gözleri mistik olandan, bilinmeyenden, inanılandan haber alındığını anlatıyordu. Sanırım yapılan seremoninin bir parçasıda, yanlarında getirdikleri içkileri yada kolaları içmekti. Bir grupla işini bitiren kurandero, daha sonra sabırla beklemekte olan diğer bir grubun yanına gidiyordu.

Büyülenmiş bir şekilde etrafta olanları izlerken, garip bir şekilde bende kendimi bilinmeyene inanılmaz derecede yakın hissettim. Şamanlara göre enerji herşeydi ve herşeyde enerjiydi ve hayatımızın her anında çevremizdeki dünyadan enerji alıyor ve veriyorduk. O sırada benim verdiğim enerji neydi bilmiyorum ama aldığım enerji inanılmazdı Tıpkı yüzyıllardır gizlenen bir sırra ortak olmak gibi bir şeydi.

Garip ama gerçek bu kilisenin bir rahibi de vardı. Giriş kapısının hemen sağına yerleştirdiği ufak bir vaftiz çanağına, annelerinin kucağında bekleyen ve kimide avaz avaz ağlayan bebekleri sokup sokup çıkartıyordu. Tüm olanlar arasında kilisenin ortamına uymayan galiba bir tek oydu. Sonradan öğrendiğime göre rahip o kilisede çalışmıyormuş ve sadece ayda bir kez gelip çevrede doğan bebekleri vaftiz ediyormuş.

Aşağıdaki resim internetten bulabildiğim kilisenin içini gösteren birkaç fotoğraftan biri ve 1950’li yıllarda fotoğrafçı Gertrude Duby Blom tarafından çekilmiş.Bir fikir vermesi açısından buraya koyuyorum ancak daha öncede yazdığım gibi benim ziyaretimde mihrap kısmı perde ile kapatılmış durumdaydı.

19 Ocak 2009 Pazartesi

Oaxaca'dan Lezzetler..



Hayatta çok fazla keşki’leri olmayan bir insanım ama en büyük keşkilerimden biri Oaxaca’da kaldı.

Bu bölgenin en meşhur tatlarından birine ilk kez şehirde Pazar yerinde rastladım. Kavrulmuş çekirge. Sarımsak, limonsuyu ve acı biber ile harmanlanarak kavurulan hayvancıklar yaklaşık 3000 yıldır bölge insanlarının damaklarını şenlendirmekteymiş. Başta pek ciddiye almasam da, baktım ki chapulines adı verilen bu lezzet, sokaklarda el arabalarında kapış kapış satılıyor. Çoluk çocuk herkes gazete kağıdından yapılmış külahlara koydurdukları çekirgecikleri afiyetle yiyorlar. Dayanamayıp seyyar satıcıların birinden rica edip bir tane aldım ama sonrasında uzun uzun çekirge bana baktı, bende ona, ama nedense, gözlerimi kapasamda bir türlü ağzıma atamadım. Sonra günlerce tüh diye gezsemde, chapulineslere bir daha rastlayamadım, ama öğrendiğime göre lezzeti tavuk etine benziyormuş…


Pazarda satılan bir başka bize tanıdık ürün ise çukulata. Ancak benim için muhteşem olan bu lezzet, anavatanında pek muhteşem değil. Bir kere açıkta kocaman hamur topakları halinde satılıyor, ve bildiğimiz çukulataya hiç benzemiyor. Yine buralarda çok sevilerek içilen çukulata içeceği ise, çok tatlı ve bol sulu kakao kıvamında.

Akşam otelde hayatıma giren yeni bir kavramda mezcal oldu. Buralarda söylendiği gibi tekila’yı gringolar, mezcal’i ise gerçek Meksika’lılar içermiş. Sadece Oaxaca bölgesinde üretilen mezcal, tekila gibi agave bitkisinden üretiliyor. Tekila tek bir cins agave’den ve çift damıtılarak üretilirken mezcal, 5 çeşit ayrı agave’den üretilebiliyor ve bir kez damıtılıyormuş.


Mezcal küçük bardaklarda şat olarak sunuluyor ve yanında da bir sürprizi var. Mezcal yapılan agavelerde yetişen ve yine bu bölge mutfağının lezzetlerinden olan bir tür larva. Ama Allahtan mezcal’in yanında bütün bütün vermiyorlarda, kurutulup toz haline getirilmiş, tuz ve acıbiber ile harmanlanmış halini sunuyorlar. Önümde gözlerini dikmiş direkt bana bakan bir hayvan olmadığından olsa gerek, limon ve larva tozu eşliğinde mezcalleri büyük bir keyifle içtim. Sonrasında küçük paketler halinde Türkiye’ye getirdiğim bu kıymetli tozu, aile efradım ve arkadaşlarım da severek denediler.

Bu arada içinde kurtcuk – larva gördüğünüz tekilalara aldanmayın, çünkü bu larvalar sadece mezcal yapılan agavelerde yaşarmış. İllaki kurtlu tekila içeceğim diyorsanız bir şişe mezcal bulmanız lazım.

Tekila hakkında son bir not ise, aslında Meksika’lıların değilde buraya gelen İspanyolların buluşu oluşu. Beraberlerinde getirdikleri brandy’leri biten İspanyollar, o sıralar Azteklerin fermente ederek içecek haline getirdikleri agave suyunu damıtarak ilk tekilayı üretmişler

13 Ocak 2009 Salı

Oaxaca


Adının yazıldığı gibi değilde, genizden gelen seslerle Vohaka olarak okunduğunu ancak Meksika’ya geldikten sonra öğrendiğim şehir, onu uzaktan ilk gördüğüm sabahın erken saatlerinde pırıl pırıl bir güneşin altında şıkır şıkırdı.

Yeşil bahçelerle çevrelenmiş, şehri kuş bakışı gören güzelim otelimiz Victoria’nın terasında bu sıcak güneş altında yaptığım keyifli bir kahvaltı Mexico City’nin bütün yorgunluğunu bir çırpıda atıvermişti.Çok kısa sürede anladığım gibi, Meksika çok renkli bir ülkeydi ve bugün bambaşka bir rengin günüydü.

Zapotek ve Mikstek yerlilerinin anavatanı olan şehir, bu garip adını etrafta bolca yetişen guaje ağaçlarından alıyor. Aztek dilinde guaje ağaçlarının yetiştiği yer anlamına gelen Huaxyacoc kelimesi sonradan gelen İspanyollarca dillerinin daha kolay dönmesi için Oaxaca olarak söylenivermiş.

Neredeyse her Meksika şehrinde olduğu gibi burada da bir katedralin önünde uzanan ve şehrin merkezi olan meydanın adı Zocala. Meydan turistler ve neredeyse her turiste iki tane düşen satıcılarla dolu. Satıcılar, dünyanın her tarafındaki meslektaşları gibi, ısrarları ile sizi hafiften bunaltsa da, renkli yerel giysileri ile çiçekten çiçeğe konan kelebekler gibiler. Onların elde dokunmuş kemerlerine özenip sıkı pazarlıklar sonrası birkaç tane kemer alıyorum.

Kolonyal dönemde, İspanyolların güney Meksika’daki en önemli yerleşim yeri olan şehirde bu geçmişin izlerini son derece iyi korunmuş kolonyal yapılarda görebilmek mümkün. Renk renk evlerin süslediği sokaklarında avare avare gezip – kötü – İspanyollardan izler aramak mümkün. Tahmin edebileceğiniz gibi dünyanın bu bölgesindeki filmde kötü adam rolü İspanyollara düşüyor. Kötü adamların başı, görkemli Aztek imparatorluğunun sonunu getiren kişi Hernan Cortes’e ise Oaxaca bölgesi İspanya Kralı tarafından hediye verilirken 1. Oaxaca Markizi olarakta ödüllendirilmiş. Kötü adamın sonunu getiren kişi ise şaşırtıcı bir biçimde bizden biri. Cortes, Meksika sonrası döneminde, son savaşını Andrea Doria komutasındaki İspanyol donanmasında, Barbaros Hayrettin Paşa’ya karşı 1541 yılında yapar. Boğulmaktan son anda kurtularak kısa bir süre sonra askerlik hayatına, sonrasında da hayata veda eder.


Türkçe’ye çevrildimi bilmiyorum ama eğer bir gün yolunuz Meksika’ya düşerse, bu istilaya katılan askerlerden biri olan Bernal Diaz del Castillo’nun The true history of the conquest of New Spain adlı kitabı mutlaka okumanızı öneririm. Bu dönemi ilk elden anlatan, güçlü Aztek imparatorluğunun nasıl sadece 530 askerle yenildiğini anlatan masalsı bir kitap.


Oaxaca yakınlarında iki önemli eski şehir bulunuyor. İlki Zapoteklerin en büyük şehirlerinden biri olan Monte Alban. MÖ 500 yıllarında kurulmaya başlanan şehir MS 800 yıllarında o zamanki filmlerin kötü adamları Azteklerin baskıları yüzünden terk edilmiş. Değişik köşegen yapısı ile gözlem evi, bu şehrin en tanınan binası. Ayrıca burada National Geographic kanalında defalarca izleyip, her seferinde de dehşet içinde kaldığım, futbol benzeri bir oyunun oynandığı stadyumlardan birinide görüyorum. Bu oyunda yenilen takımın oyuncuları, hemen oracıkta tanrılara kurban edilirmiş. Zamanımızda milyonlarca dolar alıpta, sonra sahada deyim yerindeyse uyuklayan kimi futbolcuları, bir zaman tüneli aracılığı ile oraya gönderip, sonrada izlemek çok keyifli olurdu her halde…

Oaxaca yakınlarında bir başka önemli ören yeride Mitla. Önce Zapotekler, sonrada Mikstekler tarafından kullanılan şehir, geometrik desenli taş işçiliği ile ünlü. Dedim ya İspanyollar bu bölgede kötü adam,işte burayı ele geçirince ilk iş buradaki tapınakların çoğunu yıkarak, taşlarından kendileri için San Pablo kilisesini inşa etmişler. Eski şehrin kalıntıları arasından yükselen kilise, Vatikan’ın bu ülkede yüzlerce yıldır süren kısmen beyhude mücadelesinin simgesi gibi.

Akşamüzeri tekrar kente döndüğümüzde, kendimi hemen her şehirde en sevdiğim yerlerden biri olan Pazar yerine atıyorum. Çeşit çeşit sebzeler, meyveler, bol bol acı biberler arasında gördüğüm birkaç ilginç (!) lezzet bir sonraki blog yazısının konusu olsun.

Akşam otele döndüğümde günün son ışıklarına harika margaritalar eşliğinde veda ederken, o gece hayatıma yeni bir kavram giriyor. Efendim, Tekila’yı gringolar içerken, gerçek Meksika’lılar mezcal içermiş. Eeee, madem Meksika’dayız, harbi Meksikalılar gibi içelim derken, gece odamı nasıl bulup, kapısını nasıl açtığımı hatırlamıyorum..

Oaxaca ateşi mezcal’de bir sonraki yazımda….

5 Ocak 2009 Pazartesi

Mexico City

Mexico City’e doğru yola çıktığım gün hayatımdaki en uzun doğum günümüde yaşamaya başlamıştım. 3 Aralık 2002’nin ilk saatlerinde, soğuk bir İstanbul gününde yeni bir yaşa ve yeni bir yolculuğa da başlıyordum. Paris’te uzun bir bekleyiş sonrası, yine uzun bir uçak yolculuğu beni Mexico City’e ulaştırdığında doğduğum ülkede, takvimlerdeki yapraklar değişmişti bile ama Meksika’da hala doğum günümdü.

Çok uzun yoldan gelmiştim, çok yorgundum ama doğum günümü de kutlamalıydım.Otelin küçük barında, sonraki günlerde Meksika’da onlarcasını tüketeceğim ilk margarita’yı keyifle yudumladıktan sonra, havanın kararmasına aldırmadan kendimi hemen otelin yakınlarındaki Zocala meydanına attım. Bu yabancı şehrin seslerine, kokularına hemen aşina olmakta fayda vardı.

Latin Amerika’daki en büyük kilise olan Metropolitana Katedralinin, önünde uzanan meydan, yoğun geçen bir günün son saatlerini doldurmak üzereydi. Yaklaşan Noel’i haber veren çok büyük plastik bir çam ağacı ile süslenmiş koca meydanda birkaç turist, üç beş çocuk ve bir pamuk helva satıcısından başka kimse kalmamıştı. Hadi artık Ayşegül, bugünün bittiğine razı ol ve otele dön diye kendi kendime konuşurken, pamuk helva satıcısı, henüz benimle aynı fikirde değildi, ve birden gökyüzünden beyaz beyaz küçük bulutlar yağdırmaya başladı. İlk şaşkınlığım geçer geçmez anladım ki Meksika’lı pamuk helvacılar bizdeki gibi helvayı efendi efendi bir çubuğun etrafına sarmıyorlar, bir boru yardımı ile önce havaya fırlatıyorlar, sonra isterseniz yere süzülmekte olan helva parçalarını usta manevralarla havada yakalayıp çubuğun etrafına sarıveriyorlar.

Nedendir bilinmez, etrafta ona para veren kimse olmamasına rağmen, helvacı geceyi bitirmeden son bir atış yapmıştı. Etraftaki çocuklar benden evvel koşup hoplayıp zıplamaya başlasalar da, ben bu gökten yağan helvaları bana Meksiko City’den bir doğum günü hediyesi kabul ettim ve boy farkınında getirdiği avantajdan da yararlanarak kocaman bir parça yakalamayı ihmal etmedim.

Dünyanın en büyük metropollerinden biri olan bu şehirde sonraki günler adeta rüzgar gibi geçti. Neler mi yaptım???

- Öncelikle Frida’nın büyük aşkı Diego Rivera ile tanışıp, Ulusal Saray’da sergilenen onun yaptığı büyük duvar resimleri aracılığıyla Meksika’nın renkli tarihine daldım. Diego’nun resimlerinde Frida’yı bulmaya çalışırken, Meksika benim için Diego oldu, Diego’da Meksika.

-İllede yerel tatlar diye tutturduğumuz bir gece seyahat arkadaşlarım Nilgün ve Nazan’la gittiğimiz Meksika aile lokantasında kenar bir masada oturup, kimse ile konuşamadan, bol yağlı yemekleri çatalın ucuyla tadıp talihimize küstüğümüz anda, birden içeri dalan geleneksel Mariachi orkestrasının harika müziği ile inanılmaz keyifli saatler geçirdim. Gecenin ilerleyen saatlerinde hesabı ödeyip çıkarken, bilmediğimiz bir dilde söylenen şarkılara tüm müşterilerle birlikte eşlik ediyor, hatta alkışlar arasında kemancı ile dans bile ediyordum.

- Chapultepec semtinin renkli sokaklarında dolaşıp yorulduğum bir öğleden sonrası, yine Diego Rivera’nın Meksika yağmur tanrısından esinlenerek yaptığı ürkütücü çeşmenin ( Fuente de Tlaloc) yanında resimlerini satmaya çalışan Ruiz’den belki de bir sonraki Diego olur ümidiyle sıkı bir pazarlık sonrası iki parça suluboya resim aldım.

- Yine Chapultepec’teki muhteşem Arkeoloji müzesinde saatler geçirip Azteklerin ve Mayaların büyülü dünyasına ilk girişi yaptım. Yine bizim niye böyle bir müzemiz yok diye üzüldüm ama üzüntümü müzenin dükkanında yüklü bir alışveriş yaparak bir hayli hafiflettim.

-Coyoacan semtinin renk renk kolonyal binaları arasında Frida ve Troçki’nin ruhlarını aradım. Frida’nın çivit mavisi evinde deli aşık bir kadının yaşamına dokunup geçerken, Troçki’nin son yıllarını geçirdiği ve öldürüldüğü evinin karanlık odalarında hayali kan damlalarına rastladım.

- Buraya kadar gelipte, Meksika’nın baş azizesi Guadalupe Meryem’ini görmeden olmaz diye. Guadalupe Bazilikasında kısa bir ayine katıldım. Rivayete göre 1532 yılında kara derili bir Meryem, Meksika yerlisi Juan Diego’ya görünür ve bu sırada bir mucize sonucu Meryem’in görüntüsü Diego’nun gömleğine geçer. İşte bu gömlek bugün çerçevelenip yüksekçe bir yere asılmış ve önünden de yürüyen yollarla geçilebiliyor. Gömlekteki resim son derece başarılı bir ressamın elinden daha dün çıkmışcasına tazeydi ama oturup mucizeyi incelemenin pek imkanı yoktu. Dediğim gibi kısa bir yürüyen yol sizi 2 saniyede odanın bir ucundan öbür ucuna pıt diye atıveriyor, hadi oradan ters yöne doğru gidene bir kez daha biniyorsunuz ama yolculuk gene aynı hızda. Gömlekteki resimden umudu kesince, Meryem’i ayine gelen köylülerin huşu içindeki yüzlerinde aradım. Onların gözlerindeki Meryem’de Meksika’nın bir başka yönünü yakaladım. Çok ilginçti ama o başka bir yazı konusu olsun.

-Meksico City’nin dışındaki, dünyanın en etkileyici antik şehirlerinden biri olan Teotihuacan’da ay piramidinin tepesine tırmanıp, ayaklarımın altındaki görkemli şehre ve tam karşımdaki Güneş Piramidine bakıp, çok eski zamanlardaki halini hayal ettim. Belkide tam durduğum yerde Aztekler bir sürü insanı tanrılara kurban edip, piramitten aşağı atmışlardır diye ürperdim.

-Yine Teotihuacan’daki tüylü yılan Quetzalcoatl’ın tapınağında hiç tahmin etmediğim bir başka ayine daha tanık oldum. Civardan grup halinde gelen köylü kadınların okudukları ilahiler ve şarkılarda artık yasaklanmış bir tanrıya duyulan özlem şaşırtıcıydı. O gün ve sonraki günler anladım ki, Katolik kilisesi yüzyıllardır ne kadar uğraşırsa uğraşsın, Azteklerin ve Mayaların torunlarının ruhlarından eski tanrılarının izlerini hiçbir zaman silmeyi başaramamıştı.