24 Ekim 2012 Çarşamba

Türk’ün Lübnan’da karla imtihanı



80’li yılların hemen başlarında AFS bursu ile bir yıl Amerika’nın West Virginia eyaletinde kalmıştım. Türkiye’nin tek kanallı, siyah beyaz televizyon yılları. Internet’e ise daha yıllar var. Kalacağım kasaba hakkında en ufak bir bilgi sahibi olamadan gitmiştim oralara.. Sonrasında gördüm ki Türkiye hakkında, Amerika’lıların da pek bir bilgisi yoktu. Onlar bana, ben onlara biraz alışana kadar aradan birkaç ay geçti, kış geldi ve iklimi bizim İç Anadolu’ya benzeyen West Virginia’ya ilk kar düştü.

Yanlarında kaldığım aile, sabahın ilk saatlerinde  beni  yataktan kaldırmıştı, hayatımda ilk kez kar gördüğümü düşünüyorlardı ve benim için çok heyecanlanmışlardı. Neye benzettiğimi, ne hissettiğimi merak ediyorlardı. Bu durum okula gittiğimde arkadaşlarım arasında da devam etti. Herkes ilk kez gördüğümü düşündükleri kar hakkında ne düşündüğümü öğrenmek istiyordu. Halbuki durum tahmin edebileceğiniz gibi çok farklıydı. O yıllarda iklim şimdiki gibi değişmemişti ve kışın ilk günlerinde Eskişehir’e düşen kar neredeyse bahar’ın ilk günlerine kadar yerde kalırdı. Türkiye hakkında ne kadar önyargılılar ve bilgisizler diye düşündüğümü hatırlıyorum…

Sonra aradan yıllar yıllar geçti, ben büyüdüm, çok çok seyahat ettim ve kendimce tecrübeli bir gezgin oldum, ya da öyle olduğumu zannettim…Tekrar konunun başlığına dönecek olursak, Türk’ün Lübnan’da karla imtihanı maalesef iyi bitmedi.

Lübnan’daki ikinci günümüzde biz, iki hevesli gezgin arabamıza atlayıp ilk tam günlük turumuzu yapmak üzere yola koyulduk. Hedefimiz Chouf dağlarında bulunan 1788 yılında yapımına başlanmış ve inşaatı 30 yıl sürmüş bir Osmanlı yapısı. Dürzi liderlerin yaşadığı Beiteddine Sarayı. Beyrut’dan ayrılırken hava parçalı bulutlu, kah yağıyor, kah duruyor. Ah! Artık tamam artık hava açıyor diye sürekli kendimizi kandırma halindeyiz ancak Chouf dağlarında rakım yükseldikçe, önce sıkı bir yağmur başlıyor, sonrasında da sulu kar. Yağışın durmasını beklerken, bir cafe’de sabah kahvaltısı yapıyoruz ama değişen pek bir şey yok.



Sulu karın artık kara dönmeye başladığı zamanlarda bir an önce hedefimize ulaşmak için tekrar yola çıkıyoruz ama 1-2 kilometre gidemeden kar yüzünden daha ileriye gidemeyeceğimizi anlıyoruz. Bu yıl Datça’da olmamız nedeniyle, İstanbul’da kaçırdığımız kar bizi burada yakalıyor. Daha ilk gün, moraller iyiyken bol bol kar resmi çekip, kar topu oynamak fena gelmiyor. Sonuçta sahil kesiminde başka bir yere gidiyoruz..
Ertesi günkü programımızda gezimizin en önemli durağı Baalbek tapınakları var, sabah erkenden Şam otoyoluna doğru çıkıyoruz ama bize dün geçit vermeyen kar, bugünde dimdik karşımızda. Askerler bizi otoyolun girişinden döndürüyorlar. Suriye tarafından gelen arabalar kardanaraba görünümünde. Birkaç saat sonra zincirli ve dört çeker arabalara izin vereceğiz diyorlar, ama bizde ikisi de yok. Çaresiz dönüyoruz.Moraller biraz bozulsa da, Mart ayında Ortadoğu’dayız, kar daha ne kadar sürebilir ki iyimserliği devam ediyor.

Bir sonraki gün daha tecrübeliyiz. Oteldekiler bizim için polisi arıyorlar, maalesef yollar yine kapalı. Seyahat için Lübnan’ı seçişimizin en önemli nedenlerinden biri olan Baalbek tapınaklarını kar yüzünden göremiyecek olmak imkansız geliyor ama doğru. Artık programımızda yapacak fazla da bir şey kalmadığı için Biblos civarında sakin bir gün geçirmeye karar veriyoruz. Sahilde hava oldukça iyi. Öğle saatlerinde güneş pırıl pırıl, deniz şıkır şıkır, biz ise Pepe’nin yerinde açık havada balık ve şarap keyfindeyiz.
Bu sırada tuvalete giden Behçet flaş bir haberle geri dönüyor. Baalbek yolu açılmış…Garsonlar polise telefon edip teyit de etmişler. Saat oldukça geç olmasına ve Biblos’da daha görecek yerlerimiz olmasına rağmen hızla arabaya atlayıp yine Baalbek yoluna koyuluyoruz. Eğer geç olur da dönemezsek, gece orada bir otelde kalırız diye plan yapıyoruz..
Ancak Biblos’dan ayrılıp bir saat kadar yol yaptıktan sonra acı gerçek tüm çıplaklığı ile karşımıza çıkıyor. Kısa süreliğine açılsa da yol yine kapanmış. Bir süre orada altın fiyatına zincir satan bir müteşebbis ile pazarlık yapıp oyalansak da, şansımızı fazla zorlamamaya karar veriyoruz. Ne kadar sızlansak da fayda yok, hem Baalbek’e gidemedik hem de Biblos’u yarıda kestik. Kös kös Beyrut’a dönerken sevgiliye Amerika’da yaşadığım olayı anlatıyorum. Ne kadar tecrübeli olsak da, elimizin altında her türlü bilgiye ulaşım imkanı olsa da, Şam otoyolu ve kar’ı yan yana koyamayan önyargılarımız bizi çok istediğimiz Baabek’ten alıkoyuyor. Halbuki  bu geziyi bir ay sonraya da planlayabilirdik.



Uçağımız ertesi gün öğleden sonra. Yenilen pehlivan güreşe doymazmış misali, sabah daha gün doğmadan yola çıksak, öğlene dönüp geliriz gibi cin fikirlerle oynaşsak da, gecenin ilerleyen saatlerinde bende ortaya çıkan sıkı bir bağırsak bozukluğu, bu fikirleri daha ileriye taşımamıza neyse ki engel oluyor.
 Bu arada 10 gün sonra Fas’a gidiyoruz. Tahmin edebileceğiniz gibi Fas ve kar şu sıralar bizden sorulur ama umarım hava ve yol tanrıları bizimle olur da Ortadoğu’dan sonra, Afrika’da da kar yüzünden yollarda kalmayız.


Ve işte ulaşılamayan ve halen rüyaları süslemeye devam eden Baalbek tapınaklarından bir görüntü. Fotoğraf maalesef Wikipedia'dan...


12 Ekim 2012 Cuma

Beyrut


Bu yazımın başlığı Beyrut, ama Lübnan seyahatimiz boyunca Beyrut’a sadece akşamları otele kalmaya geldik desem daha doğru olur. Ama belki de konuya giriş yapmak için gezi planlarını yaptığımız günlere dönmek gerekir. Lübnan ufak bir ülke olduğu için, gezinin rotasını çizmek, gidilecek yerleri belirlemek pek çok başka ülkeye göre daha kolay oldu. Sonuçta sahil kesimini boydan boya kat etmeye ve arada da iç bölgelere geçip ünlü Baalbek tapınağını gezmeyi listemize ekledik.

Asıl zorluğu ise Lübnan içi ulaşımı nasıl sağlayacağımız konusunda yaşıyoruz. Yaptığımız internet araştırmaları Beyrut’un en kötü tarafının taksi şoförleri olduğunu yazıyor. Çok sıkı pazarlık edilmesi gerektiği, sözlerinde durmadıkları, fahiş fiyat uyguladıkları etrafta uçuşuyor. Araba kiralama konusunda ise ortak bir kanı var. Sakın ha, trafik de, arabalar da, şoförler de berbat. Hatta tanınmış bir seyahat yazarı, Lübnan’da araba kullanmaya kalkmak deliliktir tarzında bir şeyler de yazmış. Bunları yazanlar Türkler olmasa çok da dikkate almayacağız ama bir taraftan da İstanbul trafiğinde araba kullanmayı oldukça benimsemiş insanlar olarak şaşırmıyor değiliz. Kalacağımız otelden havaalanından transfer için araba istiyorum. 10 -15 dakikalık mesafe için 25 dolar istiyorlar. Yapmayı  planladığımız geziler içinde pazarlık gücümüze göre günlük 80 – 150 dolar arası bir para ödeyecek gibi görünüyoruz..Sonuçta hava alanında uçaktan iner inmez bir araç kiralama servisine yönelip,günlüğü 33 dolardan ufak bir araba ve günlüğü 11 dolardan bir GPS aleti kiralayarak kendimizi Lübnan’ın yollarına atıyoruz.

İleriki günlerde azizliğini bol bol yaşayacağımız GPS aleti, hava alanından çıkar çıkmaz bizi bir anda Beyrut’un gecekondu misali semtlerine sokuyor. Allahtan Orta Doğu’dayız da çok fazla panik yapmaya gerek yok, bir dolu kuralsız gidiş geliş ve dönüş yaptıktan sonra, aralardan bir yerden otobana girmeyi başarıyoruz. Otoban’a girdikten sonra Downtown ‘da bulunan otelimize ulaşmak oldukça kolay oluyor.
Downtown iç savaş sırasında Hristiyanlarla Müslümanlar arasında en şiddetli çarpışmaların yaşandığı yer.Sonrasında uzunca bir süre terk edilmiş bir bölge olarak kalmış. Eski resimlerinde kurşun deliklerinin binlercesinin sayılabileceği, bombalarla kısmen yıkılmış binaların arasında orman misali büyüyen ağaçları, yeşilliği görebilmek mümkün.




Sonrasında 2000’li yıllarda Lübnan'ın eski başbakanlarından 2005 yılında bir suikast sonucu öldürülen Refik Hariri bir Fransız şirketi ile birlikte bu bölgeyi yeniden inşa etmeye başlamış. Şu anda oldukça güzel ve de oldukça sanal bu bölgenin içinde hala savaşın izlerini taşıyan binaları görmek mümkün. Onun dışında son derece şık evler, dükkanlar, sokaklarında park etmiş pahalı arabalar ve dünyanın neredeyse tüm etiketleri insanın dudağını uçuklatan pahalı markaları burada. Herşeye karşın çok özel imtiyazlara sahip olan Hariri'nin inşaat şirketi Solidere karşı direnmeye çalışan binalar da yok değil.


  
Yine burada Beyrut’un eski suoklarının bulunduğu yere çok şık bir açık hava alışveriş merkezi inşa etmişler. Girişindeki eski bir cami restore edilerek korunmaya alınmış.İç savaş sırasında Lübnan'da yaşayan Elizabeth Thorneycroft-Smith sonrasında yazdığı kitabında, kırsal kesimde yaşayan fakir köylüler ve ülkenin en zenginleri hariç savaş herkesi Lübnan'da derinden etkiledi, hayatlarını değiştirdi diye yazmıştı. Bugünde bu gözlemin devamını çok zenginler için bir oyun alanı olarak tasarlanmış Downtown bölgesinde ve yeniden ayağa kalkmaya çalışan, çabalayan Lübnan'ın diğer bölgelerinde çok kısa sürede fark etmek mümkün.



Beyrut’ta geçirdiğimiz akşamlar ne yaptınız derseniz alışveriş ve Beyrut’un o ünlü olduğu her yerde yazılan çizilen gece hayatı hiç bize göre olmadığından bol bol sokakları arşınlamanın dışında;

  • §  İlk akşam Downtown’da bir cafe’de yemek yedik. Sıcak ve soğuk mezeler, Behçet’e arak bana da beyaz şarap. Yemekler vasat, hesap yüksek ama arak harika..
  • §  Bir gece Hamra’ya iniyoruz. Downtown’ın sanal ortamından sonra, hayat burada akıyor. Bizim İstiklal caddesini andıran bir yer.
  • §  Bir başka gece herkesin mutlaka gidin dediği Lübnan mutfağı yemekleri yapan ünlü Abdel Wahab’dayız. Rezervazyonsuz yer bulmak zor, belki erken saatlerde mümkün. Bana göre bizdeki kalbur üstü kebabçılardan çok da bir farkı yok. Yemekleri de mezeleri de iyi ama kesinlikle muhteşem değil. Belki de aynı tarzları sunan Suriye ve Antakya mutfaklarını ben daha çok beğendiğim için olabilir. Birkaç tane değişik meze deniyoruz ama oldukça kötü demeyelim de bizim damak tadımıza uygun çıkmıyor. Çiğ etle yapılan bir mezeleri varki içinde et den daha çok yağ ve akciğer olduğu için bir süre sonra içimi kaldırıyor. Bu tarafların mutfağının meşhur humus’u ise bana göre çok fazla limonlu.
  • §  Bir başka gece ise otelde berbat bir mide bozukluğu ile geçiyor. Onun nedeni ilerideki yazılarda gelecek.


Lübnan trafiğine geri dönersek, eğer İstanbul’da araba kullanmakta bir sıkıntım yok diyorsanız, taksilerle falan hiç uğraşmadan direkt araba kiralayın derim. Fiyatlar uygun, benzin ucuz, otopark çok sorun değil. Hatta ilk günden sonra sevgili buralarda araba kullanmayı eğlenceli bile buldu ve hemen uyum sağladı. Bana göre tek fark, biz Türkler yanlış yapan bir arabaya hemen el kol hareketleri yapmaya, arkasından yedi ceddine giydirmeye, fırsatını bulursak hemen önüne geçmeye daha çok meraklıyız, Lübnan’lılar ise bu konuda çok daha cool yada Yalan Dünya'nın Emir'inin söylemiyle,daha serinler J





4 Ekim 2012 Perşembe

Skelling Michael - Serbest İrlanda


Sevgili arkadaşım Aynur, pek fazla gezgin'in yolunun düşmediği bir adayı ziyaret etti sonrasında da yazı ve resimlerini mavilimon'da paylaştı. Aynur'un daha evvel burada paylaştığı diğer gezilerine de sayfanın sağ tarafındaki konuk yazarlar linklerinden ulaşabilirsiniz. Çok teşekkürler Aynur'cum...

Son yıllarda artık ben de diğer gezginler gibi gördüğüm ülke sayısını arttırmak yerine bu ülkelerin Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alan yerlerini görmeye  yöneldim. Haziran ayında  ‘’Büyük İngiltere Gezisi’’ adını verdiğim programda  önce ‘’Galler’’ ve ‘’ İskoçya ‘’ dahil adadaki  28 , ardından da serbest  İrlanda’daki  2 yeri görmek için yollara düştüm.  Bu yazıda serbest  İrlanda’da  ilginç bulduğum  Skelling  Michael Manastırı’na yaptığım yolculuktan söz edeceğim.

 
Serbest  İrlanda’ya  İngiltere üzerinden gitmenizi öneririm.  Direkt olarak İrlanda’ya  giderseniz    Ankara’dan vize almak zorundasınız oysa  İngiltere’den direkt geçişte iç hatlardan uçuyorsunuz İngiliz vizeniz olduğu için ekstradan İrlanda vizesi almanıza  gerek kalmıyor.  Londra  Heathrow’dan yaklaşık 50 dakikalık uçuşla Dublin’e vardım.  Londra’da bıraktığım yağmurlu , puslu ve gri hava  Dublin’de de  beni karşıladı.  Dublin’de 2 gün kalıp çevreyi keşfettikten sonra batıya Atlas Okyanusu kıyısına yöneldim.  İrlandalı’ların doğasıyla çok gurur duydukları  Ring Of Kerry adı verilen bölgeyi turlayıp, Tralee şehrine geldim.  Tralee üzerinden  gideceğim  Skelling Michael Manastırı’nın bulunduğu adaya en yakın kasabanın  mesafesi  140 km.
Sabah erkenden  otobüsün cam kenarına kuruluyor, etrafı seyretmeye başlıyorum.  Burası da  İngiltere gibi  yemyeşil çayırlarla bezenmiş.  Benim tabirimle mutlu mesut koyunlar  gün boyu otlayıp, semiriyorlar.  Başlarında hiç çoban görmedim sanki biri gizli komut veriyor gibi çitlerin dışına da çıkmıyorlar. İrlanda ve İngiltere’de şoförler  belli  km. araba sürdükten sonra mutlaka 30 dakika dinleniyor. Yaklaşık  5 saat gibi bir yolculuktan sonra cepheleri gökkuşağı renkleriyle bezenmiş  Port Maggie’ye  geliyorum. Limanda  turistleri adaya götürmek için sıralanmış  tekneler  bekliyor. Teknelere  belli sayıda turist alınıyor ve can yeleği giymek zorunlu.  Tekneye bindiğimiz anda birden güneş açtı, kaptanımız çok şanşlı  olduğumuzu güneşin  buralarda pek  yüzünü göstermediğini söyledi.   Montları çıkardık,  güneş altında yaklaşık 1 saat sürecek deniz yolculuğumuz başladı. 

Skelling ( Saint)  Michael Manastırı’nın   1996 yılında Unesco  Dünya Mirası Listesi’ne girmesinden sonra Unesco gideceğimiz adayı koruma altına tutmak için  tur ve ziyaretçi  sayısına kısıtlama getirmiş, günde 180 kişi gezebiliyor.  Yöre halkı bu durumdan hoşlanmasa da kararı uyguluyorlar.  Keyifli bir yolculukla  dik kayalarla bezenmiş, martılara ev sahipliği yapan ufak   adaların yanından süzülüyoruz.  Asıl  gideceğimiz  adayı  çok uzakta görüyorum.  Yakınına a gelince  ben de  herkes gibi adanın bu kadar ufak ve  dik olduğunu  görünce şaşırıyorum.  O kadar yolu bunun için mi geldim diye düşünmeden edemiyorum.  Tekneler ,  adada  iskele olmadığından zorlukla  yanaşıyor, kaptanın omuz atmasıyla adaya çıkıyoruz.  Dik yoldan tırmanarak turistlerin toplandığı alana geldiğimizde bizi bekleyen güler yüzlü  gönüllü rehberler  önemli uyarılarda bulunuyor.  Özellikle kalp hastaları ve yükseklik korkusu (Akrofobi)  olanlara   tepeye çıkılması  önerilmiyor .  900 kusur dik basamak çıkılacağı için  bilekten bağlı kaymayan botlarla gelenler  şanşlı ,  terlikvari  giyinenler  eleniyor, yukarı çıkmalarına izin verilmiyor.  Üzerimde ağırlık yapacak herşeyi  yukarı  çıkmak istemeyenlere bırakıyorum.  Yol , o kadar dar ki, geriye  hiç bakmadan nefes ayarlaması yaparak basamakları çıkmaya başlıyorum. Adrenalim  yavaş yavaş artıyor…


Manastırın  önemini  anlamak için geçmişte İrlanda’daki mezhep karmaşasına   bir göz atmak gerek. Genişleme sürecinde Roma İmparatorluğu’na yenildikleri için yayılmalarını İngiltere ve İrlanda’ya  taşıyan   Keltler  M.Ö 150 de  adalara gelir.  1014 yılında İrlanda Krallıklarını birleştiren Kral Brian Boru adadan yabancıları kovar.   5 y.y da  St. Patrick  adada  katolikliği yaymaya başar.  Ancak 1532 yılında bu kez  protestanlık  kabul edilir.  1536 Yılında Kraliçe I. Elizabeth  gözünü İrlanda adasına diker ve adayı  protestan  yapma savaşı başlar. Bu savaş günümüzde devam eden IRA olaylarının da başlangıcı olur. İrlanda bağımsızlığını kazanıncaya kadar , 1707 senesinde birleşen İngiltere –İskoçya Krallığı’nın sömürgesi olur.  İngiltere ‘’büyük sömürgeci ‘’ ülke olarak yoluna devam eder, İrlanda ise tarım ülkesi olarak kalır. 1740 da adada yaşanan büyük açlık, büyük göçe  sebeb  olur.  Fransa  İhtilali’nden sonra İngiltere  İrlandayı memnun etmek için  ülkeye , ‘’Büyük Britanya ve İrlanda Krallığı ‘’(UK-United Kingdom)  adını verir, sonraları İrlanda’nın  krallıktan kopmasına karşın adı  (UK)  olarak kalır.
Bağımsızlığa giden yol 1916 da isyanla başlar. Mezhep çatışmasını önlemek için İngiliz Başbakanı Llyod George kuzeyde Protestanlardan,  güneyde Katoliklerinden oluşan ayrı  2  parlemento kurar. Ayrı parlementolar  2  ülke oluşmasına neden olur. 1921 de serbest İrlanda başkenti Dublin olarak, kuzey İrlanda ise başkent Belfast olarak İngiltere’ye bağlı olarak yola devam ederler. Koyu Katolik olan İrlanda üzerinden Papa baskısının kalkması 1972 referandumu sonrası olur.
İşte Skelling Michael Adası , bu adaya mezhep savaşlarından kaçıp  gelen bir avuç dindarın  6 yy.da yaptığı manastırdan dolayı önem kazanır. Ufacık adada yıllarca herkesten uzakta yaşamak, beslenmek ve korunmak  çok  zor olsa gerek.   Adadakilerin özellikle kışın ana adayla  bağlantısı olamaz. Beslenmeleri  kuşlar ve yumurtalarından,  balık ve burada yetiştirilen sebzelerden sağlanır.  Barınmaları da zordur. Adadaki taşlardan ufak, pencereleri küçük dar kapılı  6,7 ev yaparlar.  Geçtiğimiz yıllarda adada yapılan araştırmalarda  bulunan  çocuk kemikleri  Manastırın son yıllarında  İrlanda’da  istenmeyen  baron çocuklarının yetiştirilmesi için  buraya gönderildiği ortaya çıkmış.  Manastır 12 y.y kadar faaliyet gösterir.


Uçsuz bucaksız deniz manzarası eşliğinde zorlu yürüyüş  esnasında  yoluma  çıkan sevimli ‘’puffin’’leri ürkütmeden resim çektim.  Puffinler  bir nevi  deniz  papağanı.  Siyah beyaz tüyleri,  papağana benzer  gagasıyla dikkat çekiyorlar. Göz çevresindeki siyah desenle palyaço görünümlü sevimli  kuşlara  yaklaşmak ve korkutarak resim çekmek yasak, uzaktan yuvalarından çıkmasını beklemek gerekiyor.


Basamakları  tırmandıkça  vahşi manzara insanı büyülemeye başlıyor . Uçsuz bucaksız görünen okyanusun lacivert rengi  ve  uzakta görünen siyah dik kayalı adaları  izlemeye doyamıyorum. İyi ki fazlalıklarımı safra olarak aşağıda atmışım. Ağırlık olmayınca  yorulunca eğilip elle yerden rahatça destek alınabiliniyor. Basamakların belli yerlerinde gönüllü rehberler herhangi bir olayda anında müdahale etmek için bekliyorlar.  Pek çok kişi dengesini kaybedip düşmüş. Tepeye ulaştığımızda belli zaman diliminde gruplara bilgi veren  rehberin anlattıklarını dinliyoruz. Bu adada gönüllü çalışmak büyük özveri gerektiriyor, adada kalan rehberlerin haftada 1 gün ailelerinin yanına gittiğini  öğreniyoruz.



Tepedeki manastırın  yanında  6,7 adet  taş ev var.  Buradaki evler  aralarında km.lerce uzakta ki   İtalya’daki Alberobella’daki  evlere çok benziyor.  Orta  alanda  dev bir idol yer alıyor.  Manastırdan fazla bir kalıntı yok.  Zaten ufak bir cemaat olduğu için yaşam alanı da ufak .
 

Tepeden inişte de çok dikkatli olmak gerekiyor, en ufak bir dikkatsizlik büyük sonuçlar doğurabilir. Çıkışta olduğu gibi yavaş yavaş inerken bir taraftan da manzaraya son kez  göz atmaya devam ediyorum.   Yolumun bir daha buraya düşmesi olası değil .  İçimde  garip bir mutluluk oluşuyor.  Çok az kimsenin ziyaret edebildiği  bu  yeri,  bir Unesco Dünya Mirası’nı  daha görmenin getirdiği  mutluluk bu.  Dublin’e giderseniz  Skelling  Michael’i görmek için fırsat yaratmanızı öneririm buna değer…
Aynur Koç
k_aynurkoc1@yahoo.com.tr

3 Ekim 2012 Çarşamba

Shropshire - İngiltere


İngiltere’de seyahat ederken en büyük şans havanın güzel olması galiba. Özellikle kırsal kesimdeyseniz , yemyeşil bir bitki örtüsü ile çevrili daracık yollarda uzun uzun dolaşmanın keyfine doyum olmuyor. İşte biraz daha ülkenin orta kısımlarında bulunan Shropshire civarı..



En sevdiğimiz yerlerden biri 1291 yılında Galler sınırına yakın bir yerde Lawrence of Ludlow tarafından yaptırılan Stoksey Kalesi oldu. Burası aslında bir kaleden daha çok saldırılara karşı güçlendirilmiş bir ev. Daha evvelden de görüp karar verdiğimiz gibi İngilizler bu tarihi yerleri koruyup gözetmenin dışında gezdirme işini de gerçekten çok iyi beceriyorlar. Normalde maksimum 10-15 dakika içinde gezip bitirilebilecek bir yeri, ücretsiz verdikleri kulaklıklardaki bilgileri dinleye dinleye neredeyse bir saatte gezdik. Bilgi verirken eğlendiren,müzikleri ile seslendirmeleri ile insanı taa o zamanlara götürüveren bir dinleti idi. Burası broşüründe adlandırıldığı gibi gerçektende Orta Çağ’dan kalma bir mücevher. Zamanın içinde büyük eğlencelerin, ziyafetlerin tertiplendiği büyük salonu yapıldığı 1291 yılından beri bir değişikliğe uğramamış. Evin daha yeni kısımları ise 1641 yılından kalma.




Stoksey koruma amaçlı yapılan bir ev olsa da, sadece bir kez savaşmanın eşiğine gelmiş, orada da 1645 yılında parlemento kuvvetlerine teslim olmuş.




Shropshire’ın medarı iftarı ise Iron Bridge.Burası  1775 -1779 yılları arasında inşa edilmiş, dünyanın ilk dökme demirden yapılma köprüsü. Aslında görüp görülen çok güzel manzaralı bir yerde sadece bir köprü ama buraların en çok ziyaret edilen yeri. Endüstri devriminin önemli bir sembolü olarak kabul ediliyor.


Etraftaki bir başka güzel tarihi yapıda 1140’lı yıllarda küçük bir grup Augustinian rahipleri tarafından kurulmuş Lilleshall  Abbey. Yemyeşil çimlerin ortasında, güzel ağaçları ile harika bir görünümü var. Buradaki manastır hayatı yaklaşık 400 yıl boyunca 1538 yılında 8. Henry onları ortadan kaldırana kadar devam etmiş. Bugün etrafta kalıntılarını gördüğümüz yapılar ise 12. Ve 13. Yüzyıllardan kalma.



İngiltere’de yaptığımız seyahat boyunca yolumuz bol bol da bir başka İngiliz klasiği pub’lar a düştü.  Kimi zaman günün yorgunluğu birer kadeh şarapla geçirilmeye çalışıldı,kimi zamanda aileyle arkadaşlarla buluşuldu, bol muhabbet eşliğinde yemekler yendi, çeşit çeşit biralar içildi. Mavilimon’da İngiltere şimdilik burada bitiyor.2013 yılı içinde bu havası çok nazlı ülkeye yeni bir gezi planını şu sıralar oluşturmak üzereyiz. Kaldığımız yerden devam etmek üzere diyelim..Bir sonraki ülke:LÜBNAN