7 Ağustos 2011 Pazar

Simferopol - Akmesçit

Eski adı ile Akmesçit, sonradan Ruslaştırılmış adı ile Simferopol Kırım’a hava yolu ile ulaşmak isteyenlerin yolunun mutlaka geçeceği bir yer. Ukrayna’ya bağlı, Özerk Kırım Cumhuriyetinin tek sivil havaalanı burada.


Akşam saatlerine doğru, şehrin biraz dışında yer alan otelimize ulaşıyoruz. Yeni restore edilmiş, temiz güzel bir otel. Tam beklentilerimin üzerinde iyi bir yer çıktı diye sevinirken, birden anlaşılıyor ki 5 katlı otelde asansör yok. Üstüne üstelik bizi ve beraber geldiğimiz Kocaeli Tatar Derneğinden hanımları hep beraber 4. Kata yerleştirmişler. Otel ise kurulduğundan beri bellboy diye biriyle hiç tanışmamış. Mızlanmanın hiç anlamı yok, sevgili mecburen gönüllü oluyor ve hem bizim hem de 7-8 hanımın bavullarını 4 kat yukarıya taşıyor. ‘’Bak fena mı oldu, ihmal ettiğin direnç ve ağırlık çalışmalarını burada telafi ediyorsun’’, desem de pek bir faydası olmuyor. Gönlünü almak için ‘’hadi gidelim bir şeyler içelim’’ diyorum, sanki eski SSCB’nin mirası servis sektöründen dersimizi almamışız gibi..



Otelin küçük barına daha henüz adım atmaya hazırlanırken, barın pimapen’den yapılmış beyaz zarif(!) kapısı gürültü ile kelimenin tam anlamı ile yüzümüze kapanıyor. Kapı ile aynı zarifliği paylaşan barmen hanımdan ne bir özür var ne de bir açıklama. Sonrasında anlıyoruz ki saat 19:00, kapanma saatleri..Sonrasında şansımızı dışarıda deniyoruz ama nafile, durum aynı. Küçük market sahipleri bile içerde muhabbette ama kapıyı çalan müşteriye dönüp bakmıyorlar bile. Sonunda çaresiz bir şişe su bile alamadan yenilgiyi kabul edip otele dönüp, dört kat merdiven çıkıyoruz ve odamızda musluk suyu içerek bir gece geçiriyoruz.

Ertesi gün şehrin de aslında neredeyse hiç değişmeden kaldığını fark ediyorum. Şehrin merkezinde yeni yapılmış birkaç otel, ya da etraftaki 3-5 tane son model araba göz boyasa da, Simferopol aslında oldukça eskimiş bir şehir.Bu yıpranmışlık az ya da çok, şehrin tamamına hakim. Kaldırımlar yıllar içinde erimiş, otlar bürümüş, yollar bozuk, binalar eski, boyaları dökülmüş vs..



Şehrin eski adı Akmesçit ise, eskiden sayıları çok fazla olan, beyaz taştan yapılmış camilerden geliyor. Komünizm döneminde bu camilerin biri hariç, hepsi yıkılmış. Biraz da nostalji ile bu yeniden restore edilmiş camiyi görmeye gidiyoruz. İçeri girmeden evvel grubumuzda bulunan birkaç hanım caminin bahçesinde hızlı hızlı sigaralarını içip bitirmeye çalışıyorlar ve belki de bu nedenle hışımla kendilerine doğru gelmekte olan caminin genç imamını görmüyorlar. ‘’Bu ne biçim şey, siz apakaylar (kadınlar), akayların(erkeklerin) kaburga kemiklerinden yapıldınız sigara içmeye utanmıyormusunuz??’ diye şiddetle bir azar furyasına başlıyor. Müslüman bir gezgin olarak, dünyada Tanrı’ya adanmış tüm tapınaklara sorunsuzca girmiş ama camilere girişi birkaç kez engellenmiş, ben, bu tanıdık olayı artık kanıksayarak izlesem de, hanımlar imamı azarladıktan sonra hışımla dışarı çıkıyorlar.



Sokağın hemen ilerisinde ki Ortodoks kilisesinin kapıları ise sonuna kadar açık. Bahçesinde çocuklar koşturuyor, gölgelere çekilmiş birkaç aile ise keyifli bir piknikte. İçeride ise kimse kimseyi yargılamadan ibadetini yapıyor. Kapıda fotoğraf çekmek yasak işareti olmasına rağmen bir şansımı deneyerek izin istiyorum. Gülerek tamam diyor kapıda ki görevli.. Tanrı’nın bu evinde hayat tüm sıcaklığı ile sürüyor. Sonrasında, ‘’ peki biz nasıl bu hale geldik?’’ diye uzun uzun düşünmek ise bizim bahtımıza düşüyor.

Simferopol’de bir turistin yapabileceği fazla bir şey yok, ancak yine de yiyecek ve bit pazarlarını dolaşmanın keyfine doyum olmuyor. Buradaki bir başka ilginç oluşum ise, şehrin kenarlarındaki neredeyse her boş arsaya kondurulmuş, kapısı penceresi olmayan briketten yapılmış binlerce küçük oda. İçerlerinde kimse yaşamıyor.




Kırım’daki Tatarlar son 200 yıldır, çeşitli nedenlerle zorunlu olarak göç etmek zorunda kalmışlar. Osmanlı döneminde göç edenler arasında benim büyükannelerim ve büyükbabalarım da var. Herşeye karşın burada kalmaya devam edenlere ise son darbe 18 Mayıs 1944 tarihinde, Stalin tarafından vurulmuş. Bir gün içinde, çoluk çocuk, genç ihtiyar demeden hepsi hayvan katarlarına doldurularak Özbekistan’a gönderilmiş. Yolculuk sırasında, çoğu telef olmuş, yaşamayı başaranlar ise ilk yıllarında zorunlu olarak Özbekistan’daki maden ocaklarında misafir edilmişler..

Sonrasında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, adeta soykırıma tutulan o neslin çocuklarından, bürokrasiyi aşmayı başaranlar yavaş yavaş ülkelerine dönmeye başlamışlar. Şimdilerde eskiye ait hiçbir şeyi talep etme hakları olmasa da, zorlu bir uğraşla vatanlarında tekrar kök salmaya çalışıyorlar. Bu küçük briket odacıklar ise bu kök salma uğraşlarının bir çabası. Kanunda buldukları bir açıklıktan yararlanarak, umutla o toprakların bir gün tekrar kendilerine verilmesini bekliyorlar.

 
*** Bu yazım 4 Ağustos 2011 tarihinde WTC blog'da yayınlanmıştır. Buradan ulaşabilirsiniz

Hiç yorum yok: