25 Eylül 2007 Salı

Mae Hong Son

Mae Hong Son Tayland’ın en kuzeydeki kent. Ormanlar arasında, göl kıyısında 1830’lu yıllardan sonra gelişemeye başlayan, Laos’un eski başkenti Luang Prabang’ı hatırlatan, yeşillikler içinde düzenli ve huzurlu bir yer. Gelir gelmez, eğer bir gün Tayland’da yaşanacaksa işte burada yaşanır diyoruz. Adını telafuz etmek biraz zor olsa da, İngilizce, evimin şarkısı ‘My Home Song’ dediğinizde o sorunda hemen çözülüyor.

Uzakdoğu’daki bir turistin başlıca görevi olan tapınak ziyaretlerini, hızlı bir şekilde tamamladıktan sonra buraya gelişimizin iki önemli nedenine doğru yola koyuluyoruz. Fil safari ve uzun boyunlu Padong kadınları. Padong Kadınlarını Nisan ayında yazdığım ilk Tayland yazısında anlatmıştım. Bu inanılmaz kadınları okumanızı kesinlikle tavsiye ederim.

Mae Hong Son elverişli coğrafyası nedeniyle filler için adeta bir cennet. Uzun yıllar boyunca, başkente gönderilmesi gereken filleri, bu bölgede yakalayıp, eğitip, buradan yola çıkarmışlar. Daha öncede başka yerlerde fille dolaştım ama buradaki başlı başına bir deneyimdi.

Ormanlar, kısmen tarlalar ve doğal olarak açılmış su kanalları içinde sallana sallana yapılan bir saatlik son derece keyifli bir yolculuktu. En keyifli taraflarından biriside Eser’le benim bindiğimiz filin yavrusuydu. Bu geliş gidişlere alışması için onu’da grupla beraber yola çıkarmışlardı. Yolun uzunca bir kısmında, suların içinden gittik ki, bir bölümü neredeyse yetişkin fillerin karnına gelecek kadar derindi.

Yavru fil uzunca bir süre suya girmeye çekinerek, kenardan kenardan cüssesinden hiç umulmayacak akrobatik manevralarla annesinin peşinden gelmeyi başardı, ama çare kalmayınca mecburen suya girdi. Ancak ondan sonra o kadar keyif aldı ki, annesinin endişeli bakışları arasında kendisini bir o tarafa, bir bu tarafa atarak dev bir balık edasıyla suya dalıp dalıp çıkmaya başladı. Tüm çocuklarda olduğu gibi kendini bu oyuna fazlasıyla kaptırınca, pek çok yerde onu itekleyip tekrar yürümeye zorlamak zorunda kaldılar. Onu seyretmek için arkaya dönüp durmaktan, sırtım tutuldu.

Yolculuğumuzun sonunda kampa vardığımızda, bize çok hoş bir saat geçirten bu inanılmaz hayvanlara teşekkür etmek için, satıcılardan muz ve şeker kamışı alıp yedirdik. Benim aldığım iki büyükçe muz hevenkini, ağzının içinde şöyle bir çevirip, anında mideye indirince, her gün bu devasa hayvanları beslemenin ne kadar zor bir iş olduğunu düşündüm.

Bir sonraki yazımın konusu da filler olacak ama bu seferkiler feci marifetli....

Hiç yorum yok: