27 Nisan 2011 Çarşamba

Datça'da yeni bir mevsim..

Birkaç yıl önce gazetelerin seyahat eklerinden biri benimle yazlarımı geçirdiğim Datça, yaptığım seyahatler ve gezme tutkum hakkında bir röportaj yapmıştı. İki saatlik keyifli sohbetimiz ise sonunda gazeteye şu başlıkla çıkmıştı. ‘’Yaz aylarında dünya seyahati bile önerseniz Datça’dan ayrılmam’’


Uzun yıllardır yaz tatillerimi Datça’da geçiriyorum. Çalışma hayatında olduğum dönemlerde buranın bana her zaman verdiği sessizliğin, huzurun enerjisini biriktirip biriktirip, kendimi yeniden büyük şehrin kucağına atardım. Sonrasında iş hayatımı sonlandırdığımda aslında gerçekten burada mutlu ve üretken olduğumu anladım. Şimdilerde ise İstanbul’daki hayatımızın ve evimizin büyük bir kısmını buralara taşıma heyecanlarında ve çalışmalarındayız.



Bu önemli karara ise son iki yıldır aralıklarla baharları ve kışı burada geçirmemiz neden oldu. Yağmurun, sırılsıklam olmak isteyeceğiniz cinsten adam gibi yağdığı, deli gibi esen fırtınanın, her geçen dakika sahile daha da büyüyerek vuran dalgalarında hayal kurmaya doyulmadığı, egzos kokusunun hiç bilinmediği yollarda yapılan uzun yürüyüşlerden sonra dönülen sıcacık bir şömine karşısında yapılan uzun sohbetler bizi yavaş yavaş bu karara ulaştırdı.



Şimdi mevsimlerden ilkbahar, bir yağmur yağıyor bir güneş çıkıyor ama ben hava durumu ile uğraşmayı çoktan bıraktım yeni bir hayalin peşindeyim. Ayaklarımızda plastik çizmeler, yanımızda ne olur ne olmaz diye bir yağmurluk, elimizde kürekler sevgili ve küçük köpeğimiz Hera ile kendimizi çayırlara, tepelere vurup lavanta peşine düştük. Hayalim ise küçük bahçemi lavanta çiçekleri ile bezemek. Marketlerde satılan lavanta tohumlarının yarattığı hayal kırıklıklarından sonra bizim dilimizde karabaş otu olarak bilinen ve bu mevsim dağları bayırları süsleyen Fransız lavantası fideleri yeni umudum, yeni hayalim....



Biliyorum bu yazım bir ‘’gezi’’ yazısından çok, ‘’ben’’ ile ilgili oldu ama merak etmeyin önümüzdeki aylarda Datça ile ilgili yazılar bol bol gelecek. Şimdilik derim ki, eğer büyük şehrin hara güresinden bunaldıysanız, her şeyden uzaklaşıp, kafanızı boşaltıp alacağınız tek bir nefes, bin nefes yerine geçecekse atlayın otobüse, uçağa, arabaya bu mevsim buralara gelin…

Giyin ayağınıza eski plastik çizmelerinizi, vurun kendinizi sadece size ait olan kumsaldaki dalgalara. Uzun uzun yürüyün, hele bir de şansınıza yağmur öncesiyse…Emin olun ki denizi renkten renge sokan mavi mor bulutların sihri sizi de hemen etkisi altına alacak ve verilmesi gerekli zor kararlar ya da söylenmemiş şarkılar, yazılmamış şiirler, romanlar bir anda zihninizde yerini bulup, kelimelere dökülmeye başlanacak..

NOT: Bu yazım 25.Nisan 2011tarihinde World Travel Channel'ın blogunda yayınlanmıştır. Buradan ulaşabilirsiniz..

20 Nisan 2011 Çarşamba

Bir efsanenin izinde : ŞEHRİSEBZ

1980’li yıllarda TRT’de yayınlanan İpek Yolu belgeseli, her halde hayatımda beni etkileyen tek televizyon programı oldu. Sürekli batıyı merak eden ben, o belgesel sayesinde doğunun farkına varmıştım. Programı izlemek adeta bir düşte gezinmek gibiydi ve sonraki yıllarda yapacağım seyahatlerin de rotasını, bilinçaltında o yıllarda çiziyordum.

Yüzyıllardır kervanların insanları, malları, kültürleri, inançları taşıdığı, o uzun yolun orasına burasına sonraki yıllarda fırsat buldukça gitmeye çalıştım. Çin’de, Özbekistan’da, Türkmenistan’da, Suriye’de, İran’da o eski kervanların peşinde, beynimde Kitaro’nun o muhteşem fon müziği ile unutulmaz zamanlar geçirdim. Şimdi nereden başlamalı ki anlatmaya……

Belki de en iyisi, bu efsane yolun geçtiği topraklarda, yaşarken efsane olmuş bir insanı anlatmakla başlamalı: Timurlenk


1336 yılında Semerkant ile Buhara arasında bir şehir olan Şehrisebz’in yakınlarında bir aşiret reisinin oğlu olarak dünyaya gelir Timur. Gerçekten de adı gibi yeşil bir şehir Şehrisebz. Yemyeşil bereketli toprakları, kerpiç evleri, ekine bürünmüş tarlaları, etrafta dolaşan koyun sürüleri ile görüntü olarak Anadolu’yu çok fazla çağrıştıran bir yer. Timur göçebelikten yavaş yavaş toprak düzenine geçen bir topluluğu idare eder ve bu şehirde onun ilk merkezi olur.

Ünlü acımasızlığı Timur için aslında bir taktik olmuştur. Onun adını duyan karşısındakiler titremeye başlamış ve çoğu kezde savaşmadan şehrin kapılarını ona açmışlardır. En önemli özelliği dindar bir kişi olmasına rağmen dini, askerlik ve devlet işlerine karıştırmamasıdır. Timur’un kimi savaş taktikleri de halen harp okullarında okutulmaktadır.

Hayattayken bir efsaneye dönüşmüş ve tarihte tek bir insanın kurduğu en büyük imparatorluğu yaratan Timur ilk sarayını Urgenç’i aldıktan sonra, oradan getirdiği ustalar ve kölelerle buraya yaptırır. Dünyada o zamana kadar yapılmış en büyük giriş kapısı bu sarayın olur. Yapı Timur yaşarken bitirildiyse de, onun ölümünden 100 yıl kadar sonra kemerin yıkılması sonucu çökmüştür. Ne yazık ki Timur’un yaptırdığı pek çok eser, aynen imparatorluğu gibi uzun ömürlü olamamıştır. Saraydan bu güne ulaşabilen ise çinilerle bezeli giriş kapısından kalabilenler, ama onlar bile Timur’un sarayının görkemini anlatmaya yeterli.



Timur, başta kendi türbesini buraya yaptırsa da, imparatorluğunun büyümesi ve vizyonunun genişlemesi sonucu, merkezini Semerkant’a taşır. Orada, kendisine yeni bir saray ve türbe yaptırır.

Semerkant Şehrişebz arası yaklaşık 2.5 saat. Yol zaman zaman inanılmaz bozuk olsa da etraftaki manzara inanılmaz hoş. Ufka kadar uzanan yemyeşil çayırlarda otlayan hayvanlar, arada bir ortaya çıkan ufak köyler… Sanki bu manzaranın içinden bir yerlerden Timur ve atlıları çıkıp geliverse, insan son derece olağan karşılayacak. Bir taraftan merak etmeden duramıyorum, insan bu kadar güzel yerleri bırakıp, neden çok farklı yerlere at sırtında yıllar süren seferler yapar diye..


Semerkant’ta 100 yıl kadar önce harabe durumunda olan Timur’un mezarı – Bur Emir, bugün çok iyi restore edilmiş durumda. Timur, dünyadaki en büyük yekpare yeşim taşı olarak kabul edilen mezarında, etrafında çocukları, torunları ve hocası ile çevrilmiş olarak yatıyor.



Özbekistan’da rehberlerin keyifle anlattığı bir hikaye de, yaşarken acımasızlığı ile ünlü olan Timur’un, lanetini öldükten sonra da sürdürmesi. Lahitin üzerindeki uyarılara rağmen 1941 yılında, Rus bilim adamları mumyasını incelemek üzere Timur’un mezarını açarlar ve bu olaydan sadece birkaç saat sonra Almanlar Rusya’yı işgal etmeye başlar. Buraya kadar ki olaylar bilinse de asıl şehir efsanesi sonradan geliyor; güya Timur’un mumyası Stanlingrad üzerinde bir uçakla yedi tur attırıldıktan sonra, Almanlar teslim olmaya karar vermişler.



İpek Yolu’nda anlatılan hikayelerin, masalların sonu yok…



(*) Bu yazının kısaltılmış bir biçimi 2 Mart 2011 tarihinde World Travel Channel ‘ın blogunda yayınlanmıştır. Burada bulabilirsiniz….