28 Eylül 2012 Cuma

Conwy - Galler


Ben deniz çocuğu değilim. Sabahları denizin iyot kokusu ile güneşin ışıkları birbiri ile oynaşarak derin çocukluk uykularımdan uyandırmadı beni. Alelacele yapılan bir kahvaltının ardından, bir mayo, bir havlu koşarak gittiğim deniz kenarında binbir türlü oyunla geçen tasasız uzun saatlerde büyümedim.

Aynı oyunlar, aynı tasasızlık Orta Anadolu’nun sıcak yazlarında ve buz gibi kışlarında da yaşandı ama ilk tanıştığım andan itibaren deniz tutkusu, ilk başlarda fark ettirmese de yavaş yavaş içimde büyüdü. Her zaman deniz kenarında huzuru buldum, her türlü derde tasaya boş verdim.


İngiltere’nin kırsalında yaptığımız gezide de böyle oldu. Yemyeşil çayırlar, bakımlı tarlalar, çiftlikler, biblo gibi Tudor stili evlerin arasında keyifle dolanırken, yolumuz  Conwy kentine düştü. Denizin rengi bizim Akdeniz gibi mavinin en güzel tonlarında oynaşmasa da, hatta bayağı kara kara gözükse de, fırtınalı, yağmurlu, soğuk bir havaya denk düşsek de, o denizin orada olması yetti ve ben Conwy’i çok sevdim.




Conwy,Galler’in kuzeyinde yer alan bir şehir, yaz aylarında deniz tatilcilerinin akınına uğruyormuş. İngiltere’de seyahat ederken Galler’e geldiğinizi, tüm yol tabelaları hem İngilizce, hem de Galce yazmaya başladığında anlıyorsunuz. Galler’in simgeside oldukça şirin kırmızı bir ejderha..


Conwy’i tabii harika yapan bir şey daha var: Kalesi… 1283-1289 yılları arasında 1. Edward’ın Galler’deki savunmasını güçlendirmek için yaptığı dört adet kaleden biri. Dünya mirası listesinde yer alan bu kaleler, Orta Çağın en çarpıcı askeri girişimlerinden biri olarak kabul ediliyor.. Türkiye televizyonlarında da oynayan Merlin dizisindeki kalelere hayran kala kala, İngiltere seyahatinde birkaç kale gezmek en büyük isteklerimden biriydi ve aslında Conwy’e geliş nedenimizde kalesiydi, ama kale ve deniz iç içe geçince, tam bonus oldu. Soğuk bir hava ve deli deli esen bir rüzgara rağmen surların üzerinde uzun uzun yürüdük.





Bunun dışında deniz kenarında tur atarken, olmazsa olmaz bir İngiliz geleneğini daha yerine getirdik ve fish and chips (balık ve patates kızartması) yedik. Şöyle tavada yavaş yavaş kızartılmamış ve de yanında bol zeytinyağlı, limonlu roka – yeşillik karışık bir salata olmayan, bir de buz gibi bir duble rakı ile eşlik edilmeyen balığa ben balık demem ama elde olanlar buydu. Salatanın ikamesi ise bezelye püresi ve ünlü yumurta turşularıydı. Neye benzer derseniz sirkeye bulanmış haşlanmış yumurta işte…



19 Eylül 2012 Çarşamba

Edinburg - 2


Edinburg’daki ikinci günümüzde de hava açısından değişen bir şey yok. Soğuk ve yağmurlu. Allahtan dün aldığımız şehir içi tur otobüsünün bileti 24 saatlik, ve şehrin turistik yerlerinde bulunan durak noktalarından istediğiniz kadar indi bindiye izin veriyorlarda, bu havada çok fazla yürümek zorunda kalmıyoruz.
İlk durağımız şehrin en çok turist çeken yeri denen Edinburg Kalesi. 340 milyon yıl önceden kalmış sönmüş bir volkanın üzerine yapılmış kalenin şehre tam tepeden bakan muhteşem bir konumu var. Burada ilk kale 1130 yılında Kral 1. David tarafından inşa ettirilmiş ve sonrasında da burada hep bir kale olmuş ve her zaman İskoç tarihindeki pek çok önemli olaya tanıklık etmiş.




Kalenin içindeki binalarda pek çok sergi var, Queen Mary of Scotts’ın yaşadığı ve çocuğunu doğurduğu odaları gezebilmek mümkün ama içlerinde hiçbir eşya yok. İskoç Kraliyet mücevherlerinin sergilendiği ve savaş esirlerinin yaşadığı bölümler ise oldukça ilginçti.




Kraliyet mücevherleri deyince, insan nedense çok fazla şey bekliyor, ama sonunda çıka çıka karşınıza üç parça eşya çıkıyor. Ancak o üç parça karşınıza çıkmadan evvel, sizi odadan odaya geçirerek, o üç parçanın tarihini öyle bir anlatıyorlar ki, işte işin o kısmı tam bir sergileme başarısı.Mücevherler ise 1540 yılında Kral 5. James için yapılan taç, 1507 yılında Papa 2. Julius tarafından 4. James’e gönderilen kılıç ve 1494’de Papa 6. Alexander tarafından yine 4. James’e gönderilen asa.

Bizim en hoşumuza giden kısım ise 18. Yüzyılın sonlarından itibaren, savaş esirlerinin kaldığı bölümler oldu. Yaşadıkları yerlere, kullandıkları eşyalara, duvarlara çizdikleri grafitilere, birden hoporlörlerden gelen konuşmaları eklenince, bir anda o zamana gidiveriyorsunuz.


Kaledeki işimiz bitince yavaş yavaş dükkanlara uğraya uğraya aşağıya kadar indik. Ben  İskoç desenli bir etek, sevgili de bir pantolon denese de, sonunda daha muhafazakar davranarak birer kaşkolla alışverişi noktalıyoruz. Ancak Edinburg’dan ayrılmadan evvel ziyaret etmemiz gereken son bir kişi daha var. Edinburg’un en ünlü heykeli ve de köpeği Greyfriars Bobby. 2 yaşındayken sahibi ölen Bobby 1872’deki ölümüne kadar tam 14 yıl boyunca, sahibinin mezarının yanından ayrılmamış. Mezarın başından ayrıldığı zamanlar sadece yemek bulmak için sahibi ile beraber gittikleri pub’a gidermiş. Yıllar boyunca onu orada beslemişler ve o pub bugünde köpeğin adı ile orada. Bizim haylaz Hera’mıza dönünce anlatacak çok şey var.


Sonuçta 1,5 gün Edinburg’u tanımak için tabiî ki yetersizdi,dolayısıyla sadece tanışabildik.Şehrin özellikle sahil kesimine inmeyi çok istedik ama yollarda her zaman olduğu gibi, zaman yine yetersizdi.Ancak şehir ister alışveriş, ister yeme-içme, isterse de de kültür turizmi yapın, herkesi mutlu edecektir. Son derece keyifli bir şehir olmasına rağmen, Edinburg’a bir daha dönermiyiz bilmem ama İskoçya’nın başka bölgeleri 2013 yılında yapmayı planladığımız seyahatler arasında…