26 Aralık 2007 Çarşamba

Acemi Termalcinin Afyon Günlüğü

Bayram tatilinde Afyon’a kaplıca tatiline gitmek fikri, kardeşim ve eşinden geldi. Bana da çok hoş bir jest yaparak bu tatili doğum günü hediyesi olarak verdiler. Verdiler vermesine de, Bayram tatilinde Afyon’a gidiyorum diye kime söylesem, ‘eyvah! Orası türbanlıların işgali altındaymış, otellerde içki bile içmek yasakmış, her yer haremlik selamlıkmış,ne yapacaksın sen orada’ gibi benim için kaygı dolu mesajlarını ilettiler. Kimileri çantamda içki götürüp, oda da gizlice içmemi bile önerdi. Hatta benim şort, ve askılı t-shirt lerle spor yaptığımı bilen sevgilim bile ‘ aman ne olur ne olmaz, sen yanına bir de normal eşofman al, canım’ diyerek son noktayı koydu. Cümlesinin sonuna eklediği canım ‘ı, attığı dik bir bakış ile de pekiştirdikten sonra, tahmin edebileceğiniz gibi çantaya konan ilk eşya bol bir eşofman oldu.

Bir ara çantama bir şişe viski atma fikri de gelmedi değil, ama sanki bana şu sıraların en gündem baskılarından mahalle baskısına boyun eğmek olacakmış gibi geldiği için, ‘boşver Ayşegül, gidersin paşa paşa istersin içkini, eğer vermezlerse onlar utansın, hatta keyfin yerinde olursa üstüne üstlük bir de hır çıkartırsın’ dedim kendi kendime.

Ve işte acemi bi termal’cinin bayram günlüğü:

AREFE:
Trafik nedeni ile İstanbul il sınırlarından çıkabilmek, neredeyse toplam yolculuk zamanının yarısını aldı, ama bu beklenen bir şey olduğu için kimsenin canını sıkmadı. Anadolu’nun Termal yıldızı olarak lanse edilen İkbal Tesislerine ancak akşam yemeğinin son saatlerinde ulaşabildik. Demografik dağılım beklediğimizin tam tersi... otel tam dolu ama etrafta sadece 5-6 adet türbanlı aile var...

1.GÜN:
Çok iddalıyım, hafif bir kahvaltı yapacağım, üzerine 1 saat kadar spor, sonrada bol bol termal sulara dalacağım. İkbal =Sucuk, denklemi nedeni ile programım daha ilk ayağında aksıyor. Ağır bir kahvaltı sonrası yine de spor salonuna gidiyorum. Biraz koşmaya çalışıyorum ama o kadar, etrafta fazlaca bir alet de yok zaten...Biraz sonra Tai Chi dersi başlıyor. Hocamız Afyon’un milli tekvandocularından.. Tai Chi yapmaya çalışırken, ilkokulda folklor ekibine seçilemediğim günlerin acısı içime çöküyor. Bunca yıldan sonra bile içinde en ufak bir kareografi kırıntısı olan bir şeyde hemen sağımı solumu şaşırıyorum. Allah’tan Hoca’da bir süre sonra özüne dönüyor ve çeşit çeşit yumruk ve tekme atmayı göstermeye başlıyor. Bu alanda potansiyelim kesinlikle çok daha yüksek...

Yeteri kadar spor yaptığıma karar verdikten sonra, termal havuza gidiyorum. Kadınların ve erkeklerin ki ayrı ama havuzların yanında hamam ve sauna bölümleri de olduğu için, makul bir ayrım bu. Suyun sıcaklığı 41 derece...İlk anda girmek insanı bayağı zorluyor ama sonrası kesinlikle bir harika. En fazla 20 dakika kalmak lazımmış ama ben 10 dakikayı geçemiyorum. Cildim ve saçlarım pırıl pırıl havuzdan çıktıktan sonra, biraz da mide asitleri düzenlensin diye üstüne iki bardak su içiyorum...Öğleden sonrası için okumak, yazmak, çıkıp dolaşmak gibi faydalı termal dışı aktiviteler planlıyorum ama yapabilmek ne mümkün, 10 dakikalık havuz maceram beni öylesine yormuş ki, neredeyse tüm öğleden sonrayı uyuyarak geçiriyorum..Sıcak termel suyun içinde 10 dakika durmanın beni aşırı yoran bir aktivite olduğu ortaya çıktı. Bilmem herkese oluyor mu?



Akşam yemekler ve tatlılar harika. Ama kardeşim yine de şikayet edecek bir şey buluyor..Kaymaklı ekmek kadayıflarının porsiyonu küçükmüş...İyi bayramlar dilemek için aradığımız eniştem, akşam yemekte rakı içilebileceğini duyunca, ‘tüh keşke biz de gelseydik’ diyor. Bu içki içilemez imajı sanki Afyon’da ki otellere çok müşteri kaybettiriyor gibi..Bense iki kadeh harika bir merlot ile geceyi kapatıyorum...

2.GÜN
Sabah yine İkbal=Sucuk denklemi kafamda kahvaltıya iniyorum ama derin bir hayal kırıklığı... Sadece sucuklu yumurta var. Böyle yumurtalı falan sana yakışmıyor, harbi sucuk istiyoruz biz İkbal!

Bugün saat 10:00 da çamur banyosu randevum var. Bu oteldeki ana kıyafet bornozu, giyip spa merkezine gidiyorum. Bu arada ben bu sürekli bornozla dolaşma halini sevdim. Terapist bir hanım sıcak çamuru her tarafıma buladıktan sonra, birde naylon’a sıkıca sarıyor beni. Ceset torbasına girmişe benziyorum, Yarım saat o halde kalıp toksinleri attıktan sonra, masaj odasına alıyorlar. Ufacık tefecik, son derece zayıf masajcım Emine Hanım’ı görünce, ‘aman şimdi sinek gibi masaj yapacak’ diye düşünüyorum. ‘Aman Emine Hanım biraz sert yapın, ben masaj’a alışkınımdır’ diyorum boş bir umutla... Ama Emine Hanım tam bir Terminatör çıkıyor. O ufacık kadın yarım saat beni öyle bir yoğuruyor ki, sonunda sanki bir kaç tonluk bir fille mücadele etmişe benziyorum. Helal sana Emine Hanım, senin gibi masajcı ben ne güzel yurdumda gördüm ne de Uzakdoğu’da...

Tahmin edebileceğiniz gibi, bu yorucu aktiviteyi yine uzun bir baygınlık dönemi izliyor..Öğleden sonranın aktivitesi ise alışveriş. Otelin hemen önünde bir dolu outlet dükkanı var. Bu aktiviteyi bayram döneminde kesinlikle tavsiye edemeyeceğim çünkü dükkanların %90’ında etiketlerden anladığım kadarıyla, indirilmiş fiyatlar, bayram hatırına tekrar bindirilmiş.


Akşam üzeri termal havuzun dışında büyük havuza da girmek istiyorum ama kardeşim yaptığı detaylı bir gözlemini benimle paylaşınca, derhal vaz geçiyorum...Benim yeğenimde dahil tüm çocuklar neredeyse bütün gün tahmin edebileceğiniz gibi havuzdalar. Kardeşimin yaptığı gözlem ise, bunca saat suda kalan çocukların nedense hiç tuvalete gitme ihtiyaçlarının olmaması. Buradan alınması gereken derin hayat dersini beynimin bir kenarına kazıyorum ve şimdiye kadar bu bilgi ile donatılmadan önce girdiğim tüm havuzları dehşetle düşünüyorum. Bundan sonra ise bir havuza girmeden önce uzunca bir süre çocukların tuvalet alışkanlığını izlemeyi düşünüyorum.. :))

3.GÜN
Hayatımdaki ikinci keçi vakasını yaşamak Afyon’a kısmetmiş..Üniversite’den mezun olduğum yıl uzun bir Karadeniz ve Doğu Anadolu turuna çıkmıştım. Gezinin sonlarına doğru ise, feci bir mide sorunu ile Erzurum’da neredeyse 1,5 gün otelde çaresiz bir vaziyette yatmak zorunda kalmıştım. Bana yardımcı olmaya çalışan bir otel görevlisi ise, teşhisini siz keçi eti yemişsiniz diye yapmıştı. Midem son derece sağlam olduğu için ve hayatımda bir daha öyle bir bela ile karşılaşmadığım için o teşhisin doğruluğuna hep inandım. Ve deja vu... Neredeyse 20 yıl öncesinin benzer belirtilerini yaşamaya başladığımda teşhişte hiç zorluk çekmiyorum. Bir önceki gün otel dışında yediğim nefis bir tandır’a yüklüyorum suçu..

Aman Ayşegül, buraya detoks için gelmiştin, bak işte şimdi tüm toksinlerden tam arınıyorsun diye kendimi teselli etmeye çalışsamda faydasız. Ateş ve ağrı, sevgili keçinin son parçası da bedenimden ayrılana kadar devam ediyor...

Halbuki bugün Afyon’daki diğer önemli oteller, Oruçoğlu ve Korel’e gidip, bir çay içme ayaklarında casusluk yaparak size rapor vermeyi planlamıştım ama hayat bu, bazen inatçı bir keçi tüm planları bozabiliyor...

Bu durumda mecburen duyduklarımı buraya aktarmak zorundayım...Ama siz gene de gitmeden daha detaylı bir araştırma yapın derim. Özetle, Oruçoğlu farklı hayat tarzlarına hoşgörü ile yaklaşırken, şehrin en yeni ve en güzel oteli Korel daha bir iktidar yanlısı imiş. Haremlik selamlık olayı otelin pek çok alanında uygulanırken, eğer benim gibi akşam yemeğinde, günü 1-2 bardak güzel bir kırmızı şarapla uğurlamak eğiliminde biri iseniz bunu maalesef tüm gözlerden uzakta kendi odanızda yapmak zorundaymışsınız. Kısacası, bir bardak şarabı içerken sakın ola kullara görünmeyin, nefs'lerine güvenemeyip, onları bozma ihtimalinizden korkuyor olabilirler, ama Tanrı ile başbaşa odanızda yalnız başınıza içebilirsiniz..İnanın bana O sizi anlayacaktır, sonuçta her şeyi yaratan ve gören O değil mi??? Kalbinizin rengini de bir tek O görebilecektir....

Bütün günü odada geçirdikten sonra, kendisini yediğim için sürekli ve derin bir pişmanlık duyduğum sevgili keçinin son partiküllerinin bedenimi terketmesine güvenerek gala gecesi yemeğine iniyorum. Yemekler kesinlikle muhteşem gözünüyor ama merhum keçinin hayali hala beni avlamaya devam ettiği için hiç birine dokunmaya cesaret edemiyorum. Yaklaşan Noel ruhuna yakışan bir biçimde koca bir dilim ekmek ve bir bardak şarapla karnımı doyurmaya çalışıyorum. Bana inat, ara sıcak olarak koca bir dilim ızgara sucuk veriyorlar. Ah! sevgili İkbalciler benimle zorunuz ne?


Gecenin yıldızı ise şarkıcı Gülşen....Biraz televole muhabirliği yapmak gerekirse, kadın Allah için hakikaten sıfır beden ve göze hitap ediyor...ama her şey işte orada bitiyor. Sesi, yorumu iyi mi kötü mü anlamak mümkün değil çünkü yapılan tüm ses düzenlemeleri onun sesini, enstrümanların arkasında bırakmak üzere düzenlenmiş. Dinleyici ile diyaloğu 15 yaş civarı hoş ama boş biri ayarında. Biraz evvel bir bütün halinde önümden gitmek zorunda kalan, mangalda cızır cızır kızarmış sucuğun hatırasına şarkılardan fal tutmaya çalışıyorum, ama mümkün değil. Yine malum ses düzenlemesi, şarkı sözlerini anlamak imkansız.. Allahtan birazdan Sezen Aksu şarkıları söylemeye başlıyor da, tanıdık bir müzik olduğu için ekmeğim ve şarabımla şarkılara eşlik etmeye çalışıyorum...Programın ortalarına doğru masalar yavaş yavaş boşalmaya başlıyor....Sonunda ben de pes ediyorum.. Sonrasında bu yorumlarımı aktardığım mavilimon’un baş muhabiri sevgilim ise konu ile ilgili yılın bombasını patlatıyor...İlk kasetini yapmaya çalıştığı günlerden tanıdığı Gülşen, meğerse o sıralar sıfır bedenin bayağı uzağında oldukça kilolu biriymiş....

Bu arada otelleri kıyaslamak isterseniz... Gülşen İkbal’de, Lerzan Mutlu Oruçoğlu’nda... Korel’in Bayram sanatçısı ise Ahmet Özhan.... ;)

4. GÜN
Dönüş yoluna çıkmadan evvel, son kahvaltı için yemek salonundayım... Midem çok iyi, son bir sucuk yüklemesi yaparak yola çıkmak Afyon’daki son hedefim.... Heyhat.. Keçinin laneti yine üzerimde, kahvatıda sucuk cinsinden yine sadece yumurtalısı var.. Ahh! İkbalciler alacağınız olsun....

Son bir iş olarak otelden ayrılmadan önce, bahşiş kutusuna yüklüce bir miktar bırakıyorum... Bunun yetmeyeceğini düşünerek, etrafta gördüğüm tüm personele ayrı ayrı teşekkür etmeye çalışıyorum...Dünyanın ve güzel yurdumun pek çok yerinde sayısız otelde kaldım, ama böylesine bir personel ile ilk kez karşılaşıyorum...Bayram yoğunluğuna karşın sanki her biri, otelin sahibiymişcesine müşteri ile ilgili... Üstelik ilgi ve alaka sadece sözde değil, gönülde de...Helal olsun size İkbal çalışanları...

Uzun lafın kısası, bu yazıyı özetlemek gerekirse.... Kış tatillerinizden birinde mutlaka ruhunuza uyan Afyon otellerinden birinde kaplıca deneyimini yaşayın...Değecektir....

www.ikbal.com.tr

24 Aralık 2007 Pazartesi

Bakımlı olmak lazım....

Daha öncede yazmıştım ya, Uzakdoğu’yu gezerken Buda heykellerinden kaçmanız imkansızdır. Yatanı, oturanı, ayakta duranı, büyüğü, küçüğü, değerli taştan yapılmış olanı, pek çok çeşidi mevcuttur ve çoğu kezde onları görmekten yorulursunuz.

Ama arada bazen öyle bir tane çıkar ki, vay be dersiniz ve çok da eğlenirsiniz... İşte Yangon Chaukhtatgyi Paya Tapınağının Buda’sı da bunlardan biri...Uzanıp sereserpe yatmış, ama son derece bakımlı ve de alımlı bir Buda bu....

Heykelin orjinali 1906 yılında yapılmış, 1956 yılında ise restore edilmiş. Boyu 72 metre, ayaklarının altı 108 adet kutsal Budist sembolü ile süslenmiş.

Restorasyon sırasında mı böylesine makyaj yapılmış adamcağıza bilmiyorum ama kırmızı ruju, manikür ve pedikürü yapılmış oranj ojeli parmakları, kalın sürme çekilmiş gözleri, ince alınmış ve simsiyah boyanmış kaşları, mavi farı, ve parlak taşlarla süslü elbisesi ile tam bir afet değil mi?? Kesinlikle en sevdiğim Buda heykellerinden biri oldu...

20 Aralık 2007 Perşembe

Myanmar'ın Generalleri


Myanmar bana göre dünyanın en hoş ülkelerinden biri. Özellikle bir akşam üzeri güneş batarken, yüksekçe bir tapınağın tepesinden seyrettiğim Bagan’ın binlerce tapınağı, o ana ulaşmadan çok önceleri, gündüz düşlerimin beni götürdüğü en önemli yerlerden biriydi. Bu ülkenin benim rüyalarıma giren köşelerini anlatmaya Şvedagon tapınağı ile başladım, sonrasında dört bir yana gideriz diye düşünmüştüm ama nedense tıkanıp kaldım.

Mavilimon’a yazdığım yazılarda bilinçli olarak ülkenin tarihi, ekonomisi yada yönetim biçimi gibi konuları elimden geldiğince kısa olarak geçiştirmeye çalışıyorum. Sonuçta bunlar herkesin her hangi bir ansiklopediyi açıp bulabileceği bilgiler. Ben sizleri benim gözlerim ve hislerimle dolaştırmaya çalışıyorum ama yukarıda yazdığım gibi bu kez tıkanıp kaldım. Nedenini bulmam ise bir kaç gün sürdü ve dolayısıyla bu arada mümkün olduğunca düzenli tutmaya çalıştığım yazılarım da sekteye uğradı. Ne oldu biliyormusunuz? Myanmar’ın saygıdeğer generalleri yazmama izin vermedi. Onlardan sırası geldikçe satır aralarında şöyle bir bahsederim diye planlamıştım ama ‘maalesef bizi anlatmadan, Myanmar’ın ruhunu yazman çok zor’ dediler. Ve aslında haklılarda...




Myanmar 1948 yılında İngilizler’den bağımsızlığını kazanır. Yeni bir ülke ve yönetim biçimi yaratmanın kargaşası, denemesi ise sadece 14 yıl kadar sürebilir. 1962 yılında generaller iş başına gelir. O günden beri de dünyanın en katı ve dışa kapalı yönetimlerinden birini oluşturular. 1990 yılında son derece zarif ve hoş bir kadın, bu ülkede yaşananları, kimi zaman çok fazla anlaşılamadan abartılsa da, dünyanın gündemine taşır.




Uluslararası baskılar sonucu generaller, 1990 yılında genel bir seçime izin verirler. Oyların %80’ini ise, bağımsızlık savaşının kahramanlarından Aung Sang’ın kızı Aung San Suu Kyi’nin sözcülüğünü yaptığı parti kazanır. Ancak Generaller seçimi derhal iptal ederler, parti liderlerinden yaklaşık 100 kişiyi ya sürgüne gönderilir ya da öldürülür. Aung San Suu Kyi ise bu dönemde ev hapsine alınır. Generaller bu seçime izin vermekle bir anlamda, ülkedeki en güçlü direnişin liderlerini açığa çıkarırlar ve ortadan kaldırırlar. Ayrı bir yazı konusu yapmayı planladığım Aung San Suu Kyi’ye ise 1991 yılında Nobel Barış ödülü verilir. O zarif kadının kişiliğinde simgelenen direniş ise, kimi zaman azalarak,kimi zaman artarak o günden bu yana halen devam etmekte.

Turist olarak dolaşırken, askeri rejimin etkilerini hissetmek çok olası değil. Etrafta öyle çok fazla asker yada polis dolaşmıyor ama tabiki anlatılanlar çok farklı. TV tek kanal ve ciddi bir program yok gibi. Elime geçen İngilizce bir gazeteden programların büyük bir kısmını haberlerin oluştuduğunu aralarada, tatlı ve hoş melodiler, askeri marşlar, ulusun ruhunu güçlendirici şarkılar gibi müzik programlarının eklenmesi ile günlük TV yayınının doldurulduğunu anlıyorum.

Belkide baskıcı rejimin etkilerini gösteren en çarpıcı görüntüler, yanlarında ya da sırtlarında çocukları ile yol yapımında çalışan kadınlar. Otobüsle çoğu kez hızla yanlarından geçtiğimiz görüntülerden aklımda kalanlar, genelde taş kıran erkekler ve bu taşları sepetlerle yada sadece elleri ile taşıyan kadınlar...

1996 yılında generallerin başlattığı büyük turizm harekatı sırasında tüm yollar, insanların zorla çalıştırılması ile yapılmış.Tarihi ve turistik yerlerin etrafında, insanların yaşadığı tüm evler yıktırılmış ve insanlar yaşadıkları yerlerden sürülmüş. Bu olanların dünya kamuoyuna yansıması ise beklenen turist sayısının çok düşmesine neden olmuş. O dönemde halka söz verdiği turizm hamlesinin gerçekleşmediğini, halktan saklamaya çalışan askerlerin, geceleri boş otellerin ışıklarını zorla yaktırdığı anlatılıyor.

Generaller’e göre ise halkın istekleri şöyle. Nereden mi biliyorum? Çünkü neredeyse turistlere yönelik her broşüre yazmışlar.
-dış güçlere dayanarak, halkın moralini bozan ve negatif fikirleri olanlara karşı olmak.
-devletin stabilitesini bozmaya ve ülkenin gelişimini engellemeye çalışanlara karşı olmak
- devletin iç işlerine karışan, yabancı ülkelere karşı olmak
- İç ve dış tüm yıkıcı elemanları ortak düşman kabul ederek ortadan kaldırmak.

Ülkenin en büyük destekçisi yani büyük abi’si Çin, en korkulan düşmanı ise Amerika. Çin’den alınan ekonomik ve askeri yardımlar büyük. O coğrafyanın bir diğer önemli ismi Japonya ise, Çin’den geri kalmamak için özellikle turizm ve hidro elektrik santrallar gibi alanlarda son dönemlerde yatırımlarını arttırmaya başlamış.

Dünyanın en büyük yakut madenleri burada, yakut dışında zümrüt ve altın da çıkartılıyor. Ve en önemlisi Myanmar’ın şu an çıkartamasa da Andaman denizinde petrol yatakları var. Bu petrolü Amerika’nın rezerv olarak sakladığı söyleniyor.

Bu Amerika ve petrol hikayesi gerçek mi yoksa bir komplo teorisi mi bilinmez ama Amerika’nı kendisine saldıracağına kesin gözüyle bakan generaller, yakın zamanda başkenti Yangon’un 300 km uzağında dağlar arasında, savunulması nispeten kolay olan bir bölgeye taşıdılar. Bu başkentin taşınma işini ve seyahatim sırasında generallerle bizzat tanışamasam da, kırmızı halıları ile karşılaşmamı, mavilimon’a yazdığım ilk yazılardan birinde anlatmıştım.




Bugün bayramın ilk günü, ve ben Afyon’da ilk kaplıca deneyimimi yaşıyorum. Öncelikle herkesin bayramını kutlarım. Myanmar yazılarının yanı sıra tahmin edeceğiniz gibi güzel yurdumun insanlarının termal sulara dalması, Afyon otellerinde ki dini bütün ve dini yarımlar arası kamplaşmalar, yakında burada.
Aung San Suu Kyi’nin fotorafı Wikipedia, Devlet Başkanı General Than Shwe'nin ki ise BBC'den

12 Aralık 2007 Çarşamba

Myanmar'ın mücevheri : Şvedagon

Tayland’ın pırıltılı, temiz ve her bir birimi tıkır tıkır işleyen havaalanlarından sonra, Myanmar’ın başkenti Yangon’unki oldukça eski, küçük ve uzadıkça uzayan vize bürokrasisi ile karşılıyor gelen turistleri. Havaalanı’ndan dışarı adım attığınızdaysa, şehrin soluk ışıkları...Daha önce gittiğim pek çok yere göre oldukça az aydınlatılmış bir şehir.



Devam etmeden önce şu isimleri netleştirmek istiyorum. Myanmar’ın eski ismi Burma, başkenti Yangon’un ise Rangun. Benim gittiğim 2005 yılında Yangon olarak genel kabul gören isim ise daha sonra Nay Pyi Taw olarak değiştirildi. Ben Yangon’u kullanmaya devam edeceğim.

Gece otele giderken Şvedagon Tapınağı, karanlık gecenin ve şehrin içinde pırıl pırıl parlıyor. Uykulu gözlerle hayran hayran seyrediyorum. Beraber seyahat ettiğim gruptan bir kaç cesur yürek arkadaşım, tapınağın sabah beş de açıldığını öğrenince, ışıklandırılmış halini fotoğraflamak için erkenden gitmeye karar veriyorlar. Fotoğraflamaktan daha çok, sabahın erken saatlerine orada dua edenleri izlemek istiyorum, ama bir önceki durağımız Tayland beni o kadar çok yormuş ki, değil sadece üç dört saatlik bir uykunun ardından kalkıp fotoğraf çekmeye gitmek, Myanmar Hükümeti ‘Ayşegül Hanım, dört gözle yıllardır sizin gelmenizi bekliyorduk, gelin buyrun, tapınağın tam tepesindeki 76 kıratlık elması size takdim edeceğiz’ dese umurumda olmayacak.

Ama güzel bir uykudan sonra, ertesi sabah erkenden kapısına dayanıyorum. Etrafta dua eden insanlar ve altın kaplı yapıları ile adeta bir film stüdyosunu andırıyor. Nereye bakacağımı bilemeden etrafımdaki kuyum miktarının şaşkınlığı ile bir süre dolaştıktan sonra, en sevdiğim iş olan insanları seyretmek üzere bir köşeye oturuyorum. Şehrin kalbi burada atıyor, klişe lafı burası için geçerli.

Şvedagon, Altın Dagon anlamına geliyor. Dagon ise başkentin eski isimlerinden biri. İsmi öyle eften püften uydurulmuş bir isim sakın ola zannetmeyin, çünkü tapınakta neredeyse boş bulunan her yeri kaplamak için 62 ton altın kullanılmış. Ana binanın en tepesinde bulunan uzantıda toplamı 278 karat eden 1100 elmas parçası, ucundaki altın top içinde toplamı 1800 karat eden 4351 elmas parçası, onun da en tepesinde 76 karatlık tek bir elmas parçası bulunuyor. Yeni doğan ve çocuk ölümleri ile listelerin en üst sıralarını zorlayan, ve Asya’nın en fakir ülkelerinden biri olan bir ülke için oldukça etkileyici bir döküm değil mi?


Tapınakta astroloji ve ‘nat’lar oldukça önemli. Çin Zodyağına benzeyen bir sistem. İngilizce bilen bir Myanmar’lıdan ufak bir bahşiş karşılığı benim doğum günüme düşen hayvanın fare olduğunu öğrendikten sonra, faremin bulunduğu nat’ı buluyorum. Etraftaki faredaşlarım hemen bana ritüeli öğretiyorlar. Etrafında beni birkaç kez dolandırdıktan sonra, elime verdikleri tasa su doldurup fare heykelini bir güzel yıkıyorum. Faremi gıcır gıcır yapmış olmanı verdiği derin iç huzuru ile tekrar en sevdiğim işi yapmaya yöneliyorum.


Oturduğum basamaklara biraz sonra yanlarında öğretmenleri ile bir ilkokul sınıfı geliyor. Her koşul altında eğlenmenin ve mutlu olmanın yollarını bulan çocuklar, nedense beni seyredip, kendi aralarında kıkır kıkır konuşarak çok eğleniyorlar. En sonunda aralarından çıkan bir cengaver, beyaz kadının belki de tanıdık gelen çekik gözlerinden cesaret alarak, sırt çantamın kenarında asılı olan maymun maskotu ile oynamaya başlıyor. Bu ritüel tüm sınıf tek tek maymuna dokunana kadar devam ediyor, o arada ben gaflete düşüp çocuklardan birinin resmini çekip, kameradan kendisine gösteriyorum. Sonrasında ise hiçbirini kıramadığım için, tapınağın kadrolu fotoğrafçısı misali hepsinin tek tek fotoğrafını çekip, sonrasında ise anında sahibine presentasyon yapmak zorunda kalıyorum. Sınıfın nüfusunu merak eden varsa, elimdeki belgelere dayanarak net bir biçimde söyleyebilirim: 34


Şvedagon tüm Myanmar’ın en kutsal tapınağı. Uzakdoğu’da gideceğiniz tüm ‘en kutsal’ tapınaklarda mutlaka Buda’nın bir parçası bulunduğuna inanılır. Kimi yerde dişidir, kimi yerde ise kemiği. Burada ise sağlığında iki kardeşe verdiği saç telleri bulunduğuna inanılıyor. 2500 yıllık olduğu düşünülen tapınak, Myanmar tarihindeki kimi direnişlerin de merkezi olmuş. İngilizlere karşı direnişi örgütleyenler arasında Şvedagon rahiplerinin ön sıralarda bulunması, 1962’de askeri cuntanın ülkedeki muhalefeti silip süpürmesi sonrasında, buradaki din adamlarına adeta tarihi bir misyon yükledi. Yakın tarihteki en kanlı ayaklanmalardan biri olan 8/8/1988 de, demokrasi isteyen öğrencilerin başlattığı hareket, öğrencilerin burada toplanarak dua etmeleri ardından başlattıkları yürüyüş ile başladı. Sonunda 3000 genç bedenin, hayatının son günü oldu o, kimilerince şanslı kabul edilen o gün...

Bizim televizyonlarda çok fazla yer bulamasa da bu direnişlerin en sonuncusu bu yılın 15 Ağustos'unda başlayıp, 24 Eylül’de yine Şvedagon’dan başlayan yürüyüş ile ivme kazandı. Ölü sayısı askeri cunta tarafında 100 civarı, gayrı resmi kaynaklarca da 1000 lerle ifade ediliyor. Birleşmiş Milletlet Myanmar temsilcisinin bu ay içinde ülkeyi tekrar ziyaret etmesinin ardından bu rakam belki biraz daha netleşecek. Ama merak etmeyin mavilimon, konuyu yerinde incelemek üzere kendi muhabirini de yolluyor. Annem yaklaşık 10 gün sonra Myanmar’da olacak. En yeni fotoğraflar ve güncel haberler yakında anne mavilimon’dan :))


Bu arada biz bir sonraki yazıda,ya Yangon’un sokaklarında dolaşmaya çıkacağız, ya da Afyon’da kaplıca tatilinde termal sulara dalacağız. Mavilimon’un sürekli okuyucuları, yazarının ruh haline bağlı olarak oradan oraya atlamasına alışıktırlar, ama yenileri biz şimdi Myanmar’dan Afyon’a nasıl geldik diye şaşırmasınlar diye bu küçük dip notu vermek istedim.


Bu arada insanı şeytana uymaya teşvik eden fotoğrafları ve tarifleri ile, diyet yapanların uğramasını tavsiye etmeyeceğim Acemi Aşçı , mavilimon hakkında harika bir tanıtım yazısı yazmış üstelik benim yarım mavilimon’uma inat, bir dolu mavilimon fotoğrafı ile... Mutfak özürlü biri olarak tarifler hakkında pek bir şey diyemeyeceğim ama eski sevgilisi profesyonel yemek fotoğrafçısı olan biri olarak, o zamanlardan kalma deneyimlerimle şunu söyleyebilirim ki, fotoğrafları, yemek blogları arasında kesinlikle en iyilerden biri. Teşekkürler sevgili Acemi Aşçı....

Bu arada sevgili mavili komşum mavimantar, sobeni aldım, en kısa zamanda yazmayı planlıyorum...

9 Aralık 2007 Pazar

Küba'da bir Amerikalı

Yanılmıyorsam bir kaç yıl önceydi, yeni yılın ilk gününde Bodrum’da arkadaşlarımlaydım. Geç kalkmıştık, ruh halimiz ise yoğun bir tembellikti. Derken aramızdan birisi hadi bir oyun oynayalım, size bir sorum var demişti. Oturduğumuz koltuklardan kalkmadan yapılabilecek bir aktivite olduğu için kimseden itiraz gelmemişti. Soru, eğer yapabilseydiniz kimin hayatını yaşamak isterdiniz di....

Miskin geçmesi zorunlu bir, 1-Ocak günü için ağır bir soruydu ama o sıralar galiba romantik bir ruh halindeydim ki, benim cevabım Mümtaz Mahal olmuştu. Hani şu aşkı uğruna, dünyanın en muhteşem eserlerinden biri, Taç Mahal inşa edilen kadın. Haremindeki binlerce güzele rağmen, ölümünden sonra bile Şah Cihan’ın ruhunu esir alan kadın...

Sonraları bu soruyu zaman zaman hep düşündüm, kimi zaman o oldum, kimi zaman bu.. ama hep bir ismin kıyılarında dolandım durdum ama hayatına beynine sıktığı bir kurşunla son verdiği için, onun hayatını yaşamayı çok istesemde, sonunu istemediğim için, onu seçmeyi çok istememe rağmen yapamadım...

O hayat Ernest Hemingway’in hayatı. İster dünyanın en egzotik köşeleri olsun, isterse en kanlı savaşları, her birine kendi evine gidermiş gibi giden ve sonrasında oralardan muhteşem hikayelerle dönen bir adam. İtalya’da savaşta yaralanan, Milano’da yattığı hastanede hemşiresi Agnes von Kurowsky ile yaşadığı aşk sonrası, Agnes’i Catherine karakterinde yeniden canlandırarak, Silahlara Veda’yı yazan, Paris’te dönemin en ünlü yazarlarıyla tanışan, İspanya’da boğa güreşlerine tiryaki olan, Afrika’ya yaptığı safarilerden, Kilimanjara’nın Karları ve Afrika’nın Yeşil Tepeleri gibi muhteşem hikayeler çıkaran, romanlarının filme çekildiği, çok başarılı bir yazar olduğu herkesçe kabul edildiği bir dönemde bile Uzakdoğuya savaş muhabiri olarak gitmekten çekinmeyen bir adam..

İşte bu adamın hayatında, biyografisinde adeta bir alt başlıkmışcasına geçiştirilse de, bir Küba dönemi var. Gelmeleri gitmeleri çok olsa da, az buz değil, neredeyse 30 yıl süren bir dönem bu. Havana’yı ilk gördüğü yıl 1928’dir, ikinci karısı Pauline ile Avrupa’dan dönerken, Havana limanına uğramıştır yolculuk yaptıkları gemi. Limanın yakınlarında geçirilen o ilk bir kaç saat, Küba’yı Hemingway’in evi yapmaya yetmişti. Sonraları sık sık geldi bu ülkeye...Önceleri arkadaşı Joe Russell’ın yatıyla Florida – Havana arası gidip geldi, sonraları günlüğü iki dolara oda kiraladığı Ambos Mundos Otelinde yazılarını yazdığı, düzelttiği uzun saatler ve döneminin en güzel ve cüretkar kadınlarından Jane Mason ile Havana gecelerinde yaşadığı büyük aşk...Daha sonra kendi yatı Pilar ile neredeyse karış karış bütün kıyılarında dolaştığı, koylarında mola verdiği uzun deniz yolculukları... Onun Küba günlerini hatırlayanlar, yalnız bir denizci gibi yaşardı, bir denizci gibi giyinirdi diye anlatıyorlar..

1938 yılında üçüncü karısı ile evliyken, Havana’nın biraz dışında San Francisco de Paula tepelerinde Finca Vigia adıyla anılan, beyaz, İspanyol stili geniş bir bahçenin içinde yer alan bir ev kiraladılar. Ertesi yıl, Çanlar Kimin İçin Çalıyor yayınlandı ve Hemingway oradan kazandığı para ile, 18.500 dolar vererek Finca Vigia’yı satın aldı. Sonraki 20 yıl süresince Küba’da ki evi olacaktır burası yazarın.

Şu an müze olarak kullanılan ev, yoğun yeşilliğin içinde, yüzme havuzu, meşhur kulesi ile Havana’da benim en hoşuma giden yerlerden biri oldu. Havuzun yanına ölen köpekleri için yaptırdığı minik mezarlar, ve evin her odasında bulunan kitaplar, kitaplıklar ise benim ruhuma dokunan köşeleriydi Finca Vigia’nın.

Hemingway bu evi, 2. Dünya Savaşı sırasında dostları ile kurduğu gizli antifaşist örgütün genel merkezi olarak kullandı. Amerikan Konsolosluğunun onayını da alarak aylarca yatı Pilar ile Küba kıyılarında Alman denizaltılarını gözlediler. Yine bu evde kediler, köpekler ve yüzlerce güvercinin yanında dövüştürmek için horoz yetiştirdi. Küba’nın her kesiminden dostlsrının yanı sıra, Hollywood sakinlerinden Gary Cooper, Errol Flynn gibi isimler bu evin konukları oldular, Havana gecelerine Hemingway eşliğinde daldılar. Hele Ava Gardner’in havuz başında çıplak güneşlenmesi ve etraftaki gençlerin o görüntü karşısında geçirdikleri mutlu saatler, Havana’da halen bir şehir efsanesi kıvamında anlatılmakta...

Hemingway 1952 yılında yazdığı bir mektupta, Küba’da yazmanın her zaman kendisine iyi şans getirdiğini söylemişti. Belki bu şansa, yada bu ülkede geçirdiği keyifli zamanlara kendince teşekkür etmek için 1954 yılında kazandığı Nobel ödülünü Küba’lılara hediye etti. Küba’yı anlattığı kitabı yazmaya ise 1945 yılında başladı. 1947 yılına gelindiğinde yazdıkları 1000 sayfayı bulmuştu. Sonrasında 1950’lerde kitaba tekrar döndüyse de hiç bir zaman bitiremedi. Kitap 25 yıl sonra 1970 yılında Akıntı Adaları adıyla basıldı. Hemingway, Akıntı Adalarını hiç bir zaman tamamlayamasa da, yazdıklarından pek çok öykü ve muhteşem bir roman’da çıkarmasını bildi. Yaşlı Adam ve Deniz, ilk hali ile Akıntı Adalar’nda anlatılan bir hikayeydi.





Evde resim çekmek yasak olduğu için burada kullandığım resimleri binanın restorasyonunu yapan Bruner-Cott mimarlık bürosunun web sitesinden aldım. Bu güzel evin detaylı fotoğraflarını www.hemingwaysociety.org/justice/default.htm adresinde bulabilirsiniz. Castro ile olan fotoğrafı Korda’dan diğerleri ise Wikipedia’dan alınmıştır.
Hemingway'in Küba günlerini anlatan kitap, yine Kübalı bir yazardan. Enrique Cırules'in Ernest Hemingway in the Romana Archipelago, bu konuda yapılmış en başarılı çalışmalardan. Tavsiye edilir...

Küba yazılarım şimdilik burada bitiyor...Bir sonraki yazıda dünyanın öteki ucunda büyülü bir ülkede olacağız..Hedef Myanmar (eski adı ile Burma)

5 Aralık 2007 Çarşamba

Sobelendim...

Bugün aslında oturup son bir Küba yazısı yazmayı planlamıştım, Küba'da bir Amerikalı olacaktı başlığı da ama sevgili Geveze Kalem beni özel olarak sobelemiş. Nasıl hayır derim...İşte ben...




Ben küçükken, hep Japonya'ya gitmek isterdim. Şimdi ise nedense hiç merak etmiyorum ve gitmeyi düşünmüyorum.



Aslında ben, benim işte.. artıları, ve eksileri olan ama son yıllarda ne artıları ne de eksileri çok da fazla kafasına takmayan biriyim işte...



İlk kopyamı hatırlamıyorum, ama en komik kopyamı anlatayım. Amerika'da kolejde Almanca dersi alıyordum, hoca da sürekli sınav yapıyor. Genelde de fiil çekimlerini ya da sözcüklerin Almanca ya da İngilizce karşılıklarını soruyor. Anlayacağınız öyle detaylı, derin sorular falan yok ama Almanca yeni sözcükleri ezberlemekte zorlanıyorum, aslında işin doğrusu yapacak o kadar çok fazla şey var ki oturup çalışmıyorum.. Sonunda adama gittim, biliyorsunuz benim anadilim İngilizce değil, dolayısıyla sizin sorulardan bazılarını anlayamıyorum sınavlara İngilizce-Türkçe sözlükle girebilirmiyim diye sordum. Ne yapsın çaresiz evet dedi ve bende bütün bir yıl boyunca küçücük sözlüğün her bir boş yerini Almanca materyelle doldurmuştum.



En saçma huyum, evim son derece dağınıkken, dolaplarımın her zaman inanılmaz bir düzen içinde oluşu galiba.. Nedenini ben de çözemiyorum :))



Bence cep telefonu, olmalı ama ben telefonla konuşmayı hiç sevmeyen biri olarak öylesine az kullanırım ki ve çoğu zamanda yanıma almayı unuturum... Adeta telefon kulaklarına yapışık olarak yaşayan 20 yaş civarı kuzen taifem, benim fatura tutarımın minimalliği karşısında dehşete düşerler..Ben karşımdaki insan kim olursa olsun, ister 40 kat yabancı, isterse de en sevdiğim, mutlaka gözlerine bakarak konuşmalıyım. Ortada göz falan olmayınca bütün ilgim dağılıyor, sıkılıyorum...



Aşk bence, etrafımdaki renklerin en koyu hallerine bürünmesidir. Birini ya da bir şeyi sevdiğim zaman mutlu olurum, keyfim yerinde olur ve yumuşak, pastel renkler arasında dolanırım.. Ama aşık oldum mu, tüm renkler en çarpıcı, en koyu, en heyecanlı tona bürünür. Siyahlar zift karası, kırmızılar en göz alıcı, maviler sadece Tibet'in 4000 metredeki göllerinde görülebilecek deli bir turkuaz olur ve tabiki ruh halimde o en uçtaki renklerin esiri olur. Kimi zaman onunla bir kaç saat geçirebilmek adına atlarım uçağa dünyanın öteki ucuna giderim, kimi zaman dünyada en merak ettiğim şehirlerden birine gider, tek bir kare fotoğraf çekmeden, sokaklarında dolanıp, aklımda kalan tek şey sadece onun gözleri olarak geri dönerim ve sonrasında mavilimon'a yazacak tek bir satır bile çıkmaz ortaya. Kimi zaman ise sevdiğim tüm o kebabları elimin tersi ile iter, sıkı bir vejeteryan olurum.. Şimdilerde ise rengim tadı yıllarca unutulmayan muhteşem bir sütlü çukulata renginde. Sabretmenin ve beklemenin rengi nedense kahverengi oldu benim için..



En sevdiğim bloglar, kesinlikle link verdiğim hepsi. Bir kaç gün bakamadım mı sanki birşeyler kaçırıyormuş gibi panik oluyorum. Ama benim en sevdiğim yerden Datça'dan ve çoğu kez de Datça'yı yazan Nihat Abi'yi, Datça burnumda tüterek ayrı bir merakla okurum..

Beni geveze kalem özel olarak sobeledi ya bende yeni bir şık koyarak devam edeyim. Çekemediğiniz ama hep aklınızda kalmış o fotoğraf hangisidir?

Yukarıdaki fotoğrafı Tayland'da çektim ama bu üç güzel nilüferin hemen yanında arka arkaya üç tanede siyah minicik ördek yüzmekteydi. Ben aman Allahım bu ne güzel bir görüntü diye koşarak su birikintisinin kenarına gidince, doğal olarak ördekcikler panik olup sudan çıktılar ve hepsi ayrı bir tarafa dağıldı. Bir beş dakika kadar onları suya sokmak için kovaladım ama tahmin edebileceğiniz gibi başarı oranı sıfır.... Yukarıda ki de pek fena olmadı ama benim gözümde hep eksik bir fotoğraf olarak kaldı...