31 Mart 2008 Pazartesi

İstanbul'un Baharı

Baharın geldiğini çiçeklerden, böceklerden önce galiba beraberinde getirdiği tatlı yorgunluktan anlıyorum . Sonra ise İstanbul'un çiçekleri birer ikişer açmaya başlıyorlar. Önce manolyalar sonra da laleler. Sadece çok kısa bir süre için göz kırptıklarından olsa gerek, bakmaya doyum olmuyor...



Galiba İstanbul'un en meşhur manolya ağacı, Bebek yokuşunda olan. Her baharda mutlaka bir kaç tane gazete yazısına konu olur. Benim fotoğrafladığım ise, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği bahçesinde. Hemen altında ki grup ise canım briç ekibim....Her bahar çiçek açan manolyalar misali, kendi briç baharımızın gelmesini bekliyoruz. Şimdi kendi kara kışımızda, yaaa biz bu oyunu günün birinde hakikaten öğrenebileceğiz mi, durumlarındayız da....



Yakında lalelerin baharı başlıyor....

29 Mart 2008 Cumartesi

Sri Lanka Buda Heykelleri

Hep yazıyorum ya, Uzakdoğu’ya gidince Buda heykellerinden kaçmak mümkün olmuyor. Büyüğü, küçüğü, yatanı, oturanı, ayakta duranı her daim bir yerlerde karşınıza çıkıyor. Bu kadar çokluğun içinde, çoğu sıradanken, ara sıra da gerçekten güzel olanlarla da karşılaşmıyor değilsiniz. İşte Sri Lanka’da benim favorilerim. Ortak yönleri ise hepsinin kayaya kazınmış olması.

Avukana yada güneş yiyen Buda: 1600 yıllık ve 13 metre yüksekliğindeki bu heykel, şu anda içinde sadece 4 rahibin yaşadığı bir manastır kompleksinin içinde. Arkasındaki granit taş blok oyularak çıkarılan heykel, elbisesindeki kıvrımlarının güzelliği ile ünlü ve ülkedeki en iyi taş işçiliği olarak kabul ediliyor.


Heykel adını, güneşin ilk ışınlarının yüzüne gelmesi yüzünden almış. Sağ eliyle inananları kutsayan Buda’nın tepesinden çıkan alevler ise, şakralarının açık olup aydınlanmaya ulaşmasını simgeliyor. Budist inanışına göre, insan bedenindeki son şakra, kafada bulunan taç şakra ve buranın açılması sırasında , kafadan ateş çıktığına inanılıyormuş. Dolayısıyla bir gün kafanız fazla kızmaya başlarsa, çok da paniğe kapılmayın, aydınlanmaya ulaşmak üzere olabilirsiniz...

Galvihara Budaları: Polonnaruva’da bulunan bu yanyana yapılmış üç Buda heykeli, yine bir manastır kompleksinin parçaları. Oturarak meditasyon yapan, tahminen aydınlanmaya ulaştıktan sonraki ikinci hafta içinde gösterildiği, ellerini göğsünde çaprazlanmış ayakta duran ve artık ölmek üzere uzanmış olan Buda.

Ayakta duran Buda’ya aynı zamanda suratındaki üzüntülü ifadeden dolayı, başkalarının üzüntülerine üzülen Buda heykeli adı da verilmiş. Ama benim kesinlikle favorim olan üçüncüsü, ölmeye yatmış olan Buda. Koca bir kaya parçasını oyarak içinden böylesine güzel bir huzur ifadesi çıkartabilen, şimdilerde adı bile kalmamış sanatçıya hayran olmamak elde değil. İnsanın aslında adının kalması çok ta önemli değil. Şimdi düşünüyorum da o an heykeltraşın adını öğrenmiş olsam bile, şimdiye kadar aklımdan uçup gidecekti. Ama yüzünde yakaladığım o huzur ifadesi hep beynimin bir köşesine kazılı olarak kalacak.


Evet, bana hissettirdikleri ile, kesinlikle şu ana kadar gördüğüm en iyi iki ya da üç heykelden biri oldu ölüme yatmış Buda. Kaçımız böylesine huzurlu bir ifade ile bu dünyadan ayrılıyor olabileceğiz acaba? Hayatın anlamı ya da anlamsızlığı üzerine düşünmeye yatmak ve sonrasında hayatın anlamının da, anlamsızlığının da kendi içimizden geçtiğini bulmak gerekiyor belki de çoğu kez böylesi bir ifadeye ulaşabilmek için.

24 Mart 2008 Pazartesi

Polonnaruva

1982 yılında Unesco tarafından dünya koruma listesine alınan Polonnaruva, Sri Lanka’nın Anuradhapura’dan sonraki ikinci başkenti. 1055 yılında başkent kimliğini kazanan şehir, 11-13 Yüzyıllar arasında en parlak dönemini yaşamış. Anuradhapura’ya göre çok daha yeni bir şehir olduğu için, buradaki kalıntılar çok daha iyi durumda ve en parlak döneminde yaklaşık 500.000 kişinin yaşadığı düşünülen şehirin, tapınakları sarayları arasında dolaşırken, bir anda yüzyıllar öncesine gidivermeniz işten bile değil.




Oldukça geniş, ormanlık bir alana yayılan şehirin ziyaretçilerine bir de farklı sürprizi var. Etrafta rahat rahat dolaşan buffalo, maymun ve karaca sürüleri ile aynı zamanda bir hayvanat bahçesini de gezer gibi oluyorsunuz.

Şehirdeki en hoş ve kutsal iki yapı, halen ülkenin en kutsal simgesi olarak kabul edilen Buda’nın dişinin, Polonnaruva’nın başkent olduğu dönemde saklandığı tapınaklar. Bir zamanlar hacılarca istila edilen bu yerlerin şimdiki sessizliği ve ıssızlığı insana garip bir biçimde huzur veriyor.






Ama benim en hoşuma giden mimarideki detaylar. Öncelikle Sri Lanka mimarisine özgü olan bir çeşit eşik yada paspas niyetine yapılmış ay taşları. Öylesine zarifler ve öylesine ince ince işlenmişler ki, aslında insan basmaya kıyamıyor. Bu taşların Budist inancında ki Samsara, yani sonsuz kez yeniden doğuşu, ve nirvana’ya ulaşmanın yolunu gösterdiğine inanılıyor. Her bir halka samsara’da aşılması gereken bir süreç.


Sonra yaprak gibi kıvrımlı sütunlar, öylesine estetikler ki... Dünya mimarisinde daha çok kullanılmamaları acaba taşıma kapasitelerinin sınırlı olması mı??







Ama en favorim merdiven basamaklarını taşıyan cüceler. Budist mitolojisinde omuzlarında taşıdıkları ağırlıkla cezalandırılan bu minik yaratıkların adlarını şimdi hatırlıyamıyorum ama sonsuz zamanlarda, sonsuz yükle cezalandırılan bu yaratıklara acımamak mümkün mü??







Şehirden aklımda kalan isim ise Kral 1. Parakramabahu. Gökyüzünden düşen yağmurun bir damlası bile insanlar için kullanılmadan okyanusa ulaşmamalı diyerek, şehrini inanılmaz büyük su havzaları ve sulama kanalları ile donatan böylesi bir bilge ve de iş bilen çevreci bir yöneticiye bugünlerde de ne çok ihtiyaç var değil mi?? Bu kralın inşa ettirdiği 2500 hektarlık dev su tankına halk arasında Parakrama Denizi adı verilmesi ise, bölgede yaşayanların bir teşekkkürü olsa gerek.

Şehirden ayrılmadan evvel, bir su kanalının kenarında banyo, çamaşır işlerini halleden kadınlara ve su da büyük bir keyifle oynaşan çocuklara bakıyorum. Tepede alev alev yanan bir güneş, ve rutubetin insanı halsiz bıraktığı böylesi bir günde Kral Parakramabahu’da yüzyıllar önce bu görüntünün aynısı başka bir görüntüde yaptıkları ile gurur duymuş olmalı.









Sonsuz yüklerini taşımayı sürdüren cücelerin fotoğrafı için sevgili seyahat arkadaşım Sema Ocakcıoğlu'na çok teşekkürler..

21 Mart 2008 Cuma

Şimdi de Tibet Ağlıyor...

Yıllarca ama yıllarca rüyalarımı süsleyen ülke olmuştu.... ve nihayet ulaştığımda beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Daha uçaktan inmeden keskin renkleri ile beynime, zorlu yollarını aştıktan sonrada kalbime kazındı kaldı...


Önce Myanmar'dı şimdi de Tibet ağlıyor... Bizler adeta kafamızı kuma gömmüş, dünyadan bi haber yaşamaya devam ederken, çok uzaklarda bir şeyler oluyor. Çin işgali sırasında dünyada olamayan bir kuşak ayaklanıyor oralarda. Bizim televizyonlarda pek bir şey yok ama BBC, rahiplerin ve öğrencilerin başlattığı olaylara, Tibet'in kırsal kesiminden gelip katılanların çokluğu karşısında analizler yapıyor. Milyarlık Çin'de pek az insan sansür sayesinde olan bitenden haberdar olabilirken, Tibet'in adeta sonsuza uzanan coğrafyasının göçerleri, cep telefonları sayesinde herşeyden anında haberdar olabiliyorlarmış. Artık her Tibet'li rahibin cübbesine ise bir cep telefonu gözü dikiliyormuş. Yeni tanrılarımız cep telefonları....

Bir vakitler deyim yerindeyse adeta ağzım şaşkınlıktan bir karış açık, önünde kendilerini yere ata ata ibadet eden Tibet'lileri seyrettiğim Lhasa'daki Cokang Tapınağını şimdi, buram buram Çin propagandası kokan televizyon görüntülerinden izliyorum. Kalbimin bir köşesi sızlıyor....

Bir süre sonra bu inanılmaz ülkede uzun uzun dolaşacağız, ama ben şimdilik izlemeye devam ediyorum..

18 Mart 2008 Salı

Sigiriya'nın Fethi

Bir önceki, Mihintale başlıklı yazımın içinde dolaşan bir bambi falan olunca, masal gibi diye yazmıştı yorum bırakan kimi sevgili blog komşularım. O zaman bu masal diyarı ülkede, masallara devam....


Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde diye başlayalım, Anuratapura Kralı Datusena’nın güzeller güzeli bir kızı ve yakışıklı iki oğlu varmış. Hiç kimselere vermeye kıyamadığı kızını en sonunda kırk gün kırk gece süren bir düğünle Senpati adlı bir asil ile evlendirmiş. Yeni gelin mi fazla nazlı çıkmış, yoksa kayınvalidesi mi otoriter bilinmez ama kısa sürede malum gelin – kaynana savaşları başlamış. Ama bizim gelinin bir avantajı var, babası kral... Bir gün gözyaşları içinde anlatmış babasına bir bir kayınvalidesinin kendisine neler yaptığını... Baba dururmu, hemen bir ferman, ertesi gün kayınvalide sizlere ömür...

Senpati karısına ne dedi, ne yaptı orasını sizin hayal gücünüze bırakıyorum ama annesinin öcünü almak için Kral’a karşı bir isyan başlatır hemen. En büyük destekçiside uzun yıllardır tahtın varisi ağabeyi, Mugalan’a karşı planlar yapmakta olan küçük oğul Kasyapa.

Kasyapa ve Senpati ikilisi savaştan galip çıkarlar. Yeni Kral Kasyapa, babasını canlı canlı bir duvarın içine gömdürür, aynı akıbetten korkan Mugalan ise Hindistan’a kaçar. Ortalık bir süre için süt liman olmuş gözükse de, ortada aslında ne süt vardır ne de liman.. Her gece kapısını çalan vicdanı ve bir gün Mugalan’ın geri döneceği korkusu, Kasyapa’da huzur bırakmaz.

Ve sonunda bir tutam huzur bulmak adına dünyada kendi cennetini yaratmaya koyulur. Cennetin adresi eskiden bir manastır olarak kullanılan Sigiriya Kayasıdır. Yemyeşil bir düzlüğün ortasında adeta bir gemi güvertesi gibi çıkıveren 370 metre yüksekliğindeki bu volkanik kaya oluşumu 477 –495 yılları arasında iktidarda kalan Kasyapa’nın yeni kalesi ve sarayı olur.

Gökten elmalar düşmeden masal bitmez tabi ki, elmalar beklene dursun, Mugalan Hindistan’dan topladığı bir ordu ile geri döner ve iki kardeş yine savaşa tutuşur. Ağabeyinin ordusuna karşı duramayacağını anlayan Kasyapa, en sonunda kendisini kılıcının üzerine atarak intihar eder. Sigiriya bir daha kullanılmaz.
Ve sonra aradan yüzyıllar geçer, günün birinde, sıcak bir sabahın köründe Ayşegül isimli bir zat bu kayayı fethetmek üzere yola koyulur. Fetih lafını kesinlikle abartmıyorum çıkılacak merdiven sayısı tam 1800... Öncelikle tırmanışa başlamadan evvel, Kasyapa’nın yaptırdığı, kanallar ve su oyunları ile süslediği geniş bahçelerden ağır ağır yürür Ayşegül. Tırmanışın ilk aşamalarında, kayaların üstlerinin traşlanıp düzeltilmesi ile oluşturulmuş kaya bahçelerinin güzelliklerine bakarak nefeslenir biraz, ama bir süre sonra bahçeler biter, merdivenler ise sonsuza gidercesine uzamaya devam etmektedir. Bu ne biçim iş böyle haftada 3 gün deli gibi spor yapıyorum, sonrada 1800 basamak çıkamıyorum diye tam pes etmek üzereyken imdadına inanılmaz güzellikte huriler yetişir.



Kayanın üzerindeki küçük bir mağaranın içine yapılmış muhteşem kadın resimleri karşısında ağzı bir karış açık kalan Ayşegül, hem daha iyi nefes almaya başlar, hemde bu yarı çıplak kadınları fotoğraflamaya. Kimileri bu kadınlara Kasyapa’nın cariyeleri demiş, kimileri ise göksel varlıklar apsara. Fakat küçücük mağarada daha fazla kalabilmesi mümkün değil, arkadan gelenlere yol vermek için vurur kendini gene merdivenlere. Ama aklı hurilerde ve estetik cerrahinin tarihçesinde kaldığı için çıkılan merdivenleri çokta kale almaz. Çünkü o zamanlarda silikon göğüsler ve dudaklar yapılabiliyormuymuş ki gibi derin bir soru ile tırmanışını sürdürmektedir.

Aman bu erkeklerinde zevki her dönem aynı gibi derin bir çıkarım yaptığı sırada önüne çıkan iki dev aslan pençesi karşısında durmak zorunda kalır. Artık tırmanışın son aşamasına gelmiş, merdivenler nerede ise bitmiş ama daha tam tepeye ulaşmak için sırat köprüsü misali ince uzun kalasların üzerinde gitmesi gerekmektedir. Son bir gayret daha, sırat köprülerini de aşar ve işte en sonunda zirvededir. Bir zamanlar Kasyapa’nın burada inşa ettirdiği sarayın yerinde şimdi yeller esmektedir ama esen yeller tırmanış ve sıcak yüzünden tahminen bir saatlik bir sauna seansında kaybedilen su miktarına eş düşecek miktar kadar su kaybeden Ayşegül’e iyi gelir. Çantasındaki suyu son damlasına kadar tükettikten sonra, Everest’de zirveye ulaşmış Tenzig Norgay ve o zamanlar henüz Sir olmayan Edmund Hilary’nin birbirlerini fotoğraflamaları misali, tırmanış arkadaşlarına bir zirve fotoğrafı çektirir.



Ve en sonunda Kral’ın bu kayanın tam tepesine yaptırdığı yüzme havuzunun yanına oturup, organik olmaları şartıyla gökten düşecek elmaları beklemeye ve etraftaki muhteşem manzarayı seyrederek geçmiş hayatlara doğru yeni bir yolculuğa çıkmaya başlar.



Elmalara gelince, Ayşegül’ün tepede kaldığı yarım saat içinde gelen giden bir şey olmaz. Ama eğer sonrasında gökten üç elma düşmüşse, birisi bulanın, diğeri bu kayaya tırmanan tüm gezginlerin, sonuncusu ise bu garip masalı sonuna kadar sabırla okuyanların olsun....



İlk fotoğraf, benim çektiklerim çok başarılı bir görünüm vermediği için Wikipedia'dan..

14 Mart 2008 Cuma

Mihintale - Sri Lanka

Biliyorum, bir önceki yazının misafirleri Rapa Nui’li güzel kızları ve yakışıklı erkekleri bırakıp tekrar Sri Lanka’ya dönmek zor olacak ama, ne demişler yolcu yolunda gerek..

İşte bugünde dünyanın öteki ucunda bir mola verdikten sonra tekrar Sri Lanka’da, Budizm’in adaya yayıldığı tepeler olan Mihintale’deyiz. İnanışlara göre Hindistan’dan gelen Mahinda, zamanın kralı ve halkına Budizm’i ilk kez burada anlatmıştır. Bu özelliğinden dolayı önemli bir hac yeri olarak kabul edilen Mihintale, aslında yemyeşil bir ovadaki, yine bir o kadar yeşil bir tepeye kurulmuş bir manastır kompleksi. Burada bulunan hastane kalıntılarında yapılan araştırmalar, bu sağlık kurumunun dünyadaki en eskilerden biri olabileceğini göstermiş. Burada hastaları şifalı yağ banyoları ile tedavi etmeleri, Ayurveda’nın burada da uygulandığının göstergesi olsa gerek...


Manastır kompleksinin bulunduğu tepeye, öncelikle iki yanında muhteşem Franjipan ağaçlarının bulunduğu bir merdivenle çıkılıyor. Hani şu spa reklamlarında hep havluların ya da tütsülerin bir köşesine, yanına yerleştirilen beyaz yapraklı zarif çiçekler vardır ya, işte onlar meğerse bir ağaçtan gelirmiş. Bembeyaz dalları olan bu ağaçlar neredeyse yapraksız ama bol çiçekli. Çiçekleri ise hem dallarda, hem de yerlerde. Dolayısıyla nerede Franjipan ağacı olan bir yola sapsanız, birileri sanki sizin için daha önceden yollarınıza çiçekler sermiş gibi oluyor. İşte Mihintale’ye ulaşmak içinde yollarına çiçekler serilmiş böyle bir merdivenden ağır ağır çıkılmaya başlanıyor. Ulaşılan ilk düzlüğün adı da bir başka güzel; mango ağacı tepesi.

Buradaki tepeden daha sonra sağda ve solda buluna iki ayrı tepeye tırmanmak mümkün. Sağdakinde büyük, beyaza boyanmış ve yeşilliğin ortasında pırıl pırıl parlayan oturan bir Buda heykeline, sol taraftan ise stupa’ya tırmanılıyor.


Stupa’nın balkonundan, tüm Anuratapura çevresini, çok uzaklara kadar kuş bakışı görmek mümkün. Aralarda, oraya buraya serpiştirilmiş stupaların beyaz tepelerini görebildiğiniz bu yeşil denizin manzarası nefes kesici. Sıcak bir günde tırmanılan merdivenlerin yorgunluğuna değiyor.


Mihintale halen yaşayan bir manastır kompleksi. Halen 31 rahip burada ikamet ediyormuş. Rahiplerin yaşadığı kısımda ise dünya tatlısı bir sürpriz daha; küçük bir karaca.. Adını Tigiri koymuşlar, bahçede sakin sakin dolaşan hayvanı benim ‘gel bambi, gel’ diye çağırmam önce etraftakileri güldürüyor ama sonra adı Tigiri Bambi oluveriyor. Tigiri çok fazla samimi ve laubali olmamanız kaydıyla kendisine dokunmanıza, sevmenize izin veriyor. Öylesine zarif, tedirgin duran bir hayvan ki, uzun süre etrafından ayrılamıyorum.

Dönmek üzereyken kapıda otoriter bakışları ile bizi izleyen başrahibin fotoğrafını çekmek için izin istiyorum, fotoğrafı kendisine göndermem şartı ile izin veriyor. Hay Allah! Bir de şimdi eve dönünce posta işi çıktı diye düşünüp adresi yazmak için kağıt kalem ararken, yardımcısı bana hemen bir kart vizit çıkarıp veriveriyor. Kart vizit ve üzerinde bir e-mail adresi. Anlaşılan artık manastırlar içinde elini eteğini dünyadan çekmiş rahiplerin yaşadığı, inzivaya çekildiği, yıllarca meditasyon yaptığı yerler değil, hepsine ulaşmak bir tuş basımı mesafede. Dünya artık garip bir yer olmaya başlıyor değil mi??

10 Mart 2008 Pazartesi

Güzel Kadınların Ülkesi - Paskalya Adası (4)


Müzikle ( UMU) birlikte erkek dansçılar içeri girmeye başlıyor.



















Kıyafetler , suratlarındaki ve vücutlarındaki boyalı şekiller ( KİLA) olağanüstü.
Hepimiz büyülendik kaldık.

Kadınlar ise deniz böcekli kolyeleri ve tüylü taçlarıyla içeri girdiklerinde Marlon Brando ’nun geçmişte Tahiti dahil bu adalardaki kadınlara neden düşkün olduğunu anlayabiliyoruz.





OYAPİ DANSI

KAYKAY DANSI : İpin parmaklar arasında geçirilerek kadının erkeği tavlamasını anlatan dans.



Diğer adalardaki dostlara göndermeler yapılan dans.
Ve Hoka dansı benzeri ,ayakları yere vura vura aynı zamanda bağıra bağıra yapılan dans.
O eller o vücut uyumu, hızlı ritm eşliğinde sadece alt kısmın titretilmesi tam bir şölene dönüşüyor.


Hayatımızdaki en ilginç gösterilerden biri olan şölen bittiğinde bizde kalkıp dansa katılıyoruz.



Grubumuzun sevgili Hale ablasının ,dans esnasında gelip gelip kucağına oturan en yakışıklı oyuncuyla hatıra resmi çektirmesi gecenin son neşesi oluyor.



Kapıda bizi uğurlayan hamile gelinden doğacak çocuğa bir katkı olarak deniz kabuklarından yaptığı minik bir kolyeyi satın alarak bu gecenin anısı olarak kırılmaması için yüreğime gömerek uzaklaşıyorum………..

Aynur Koç

k_aynurkoc1@yahoo.com.tr
Bu yazı ve resimler Fest Travel’in (26 Ocak-5 Şubat 2008) Şili Gayzerleri ve Paskalya Adası gezi notlarımdan derlenmiştir.

Sevgili Aynur'un Paskalya Adası yazıları burada bitiyor, ama Şili'den bize daha anlatacakları var. Bu muhteşem danslardan ve kadınlardan sizleri nasıl koparıp tekrar Sri Lanka'ya götüreceğim bilmiyorum ama Sri Lanka'da devam edecek..