27 Eylül 2007 Perşembe

Kamp Maesa

Sabah saat 7’de Maesa Kampına ulaştığımızda, etraftaki hemen hemen herkes gibi bende önemli bir hata yaptığımı anladım. Havada pırıl pırıl parlayan bir güneş olmasına rağmen, sabahın ayazı kemiklerime kadar işliyordu ve üzerimde sadece ince bir t-shirt vardı.

Chiang Mai yakınlarında ki bu kampa, sabahın bu saatinde, dünya’nın en nazik devlerinin banyo saatine yetişmek için gelmiştik. Maesa Fil Kampı, çok geniş, yeşil ve bakımlı bir arazi üzerine kurulmuş bir kamp. Bu dev hayvanların, mahut olarak adlandırılan bakıcıları ile ortalıkta rahatça dolanıp, hemen yanımdan geçmeleri başta beni biraz ürkütmedi desem yalan olur. Ama öylesine nazik ve kibar bir görüntüleri vardı ki..

İlk durak nehir kenarı oldu. Biz yüksekçe tahta bir platformun üzerinde yerimizi almaya başladığımızda, banyo saati başlamıştı bile. Yıkanacak, fırçalanacak alan çok büyük olduğu için bakıcılar harıl harıl, o soğuğa aldırmadan suyun içinde kan ter içinde çalışırken, fillerdeki keyifi size anlatamam. Deyim yerindeyse adeta parmaklarını kıpırdatmadan bir öyle dönüp yatıyorlar, bir böyle...Ne keyif, ne keyif. Banyosu biten illaki hortumuyla su fışkırtıp, izleyenleri ıslatmaya kalkıyor, herkes kahkahalar içinde kaçışmaya çalışıyor.

Bir sonraki program yaklaşık yarım saat süren bir gösteri. Futbol oynuyorlar, kütükleri kaldırıp taşıyorlar, bakıcıları ile çeşitli numaralar yapıyorlar. Ancak benim için en komik bölüm kesinlikle, hortumlarının ucuna birer mızıka alıp, hem çalıp, hemde sağa sola sallanıp dans ettikleri andı. En inanılmaz kısım ise şövalelerin önüne gelip resim yaptıkları son bölümdü. Bakıcılarının hortumlarına verdikleri fırçalarla ciddi ciddi resim yapmaya başladılar. Ben biraz yukarıdan seyrettiğim için, başta aman her halde gelişigüzel boyuyorlar kağıdı diye düşündüm. Ama sonra baktım ki ciddi ciddi çicek resimleri çiziyorlar. Evet bu turistik bir gösteriydi ama resimler kesinlikle çok etkileyiciydi. Zaten sonra bu resimleri, kampın dükkanında, daha önce yapılanlarla birlikte 50 dolardan başlayan fiyatlarla satıyorlar ve neredeyse hepsi kapış kapış gidiyor. Çoğu ressam bu kadar para kazanamıyordur doğrusu.

Kampın içerisinde dolaşırken, iç kısımlarda bir kreş olduğunu öğreniyorum ve bu benim için bir hayalin gerçekleşmesi oluyor. Hep bir bebek aslan ve fille doya doya oynamayı isterdim. İşte karşımda 2 aylık daha adı bile konmamış küçük bir oğlan duruyor. Annesi ile birlikte bir çitin ardındalar ve ayrıca anne ayaklarından yere de bağlanmış. Başta çekingen, annesinin yanından pek ayrılamıyor ama sonra tüm çocuklarda fazlasıyla olan merak duygusu ağır basıyor. Hem bir taraftan hortumuyla her tarafımı kokluyor, hemde ısrarla çitin üzerinden atlamaya çalışıyor. Annesi başlarda biraz huysuzlandıysa da, sanırım sonra benim zarasız bir oyun arkadaşı olduğumu anlıyor, rahatlıyor. Meraklı hortumdan kurtulmak için elimle tutuyorum, büyük fillere göre yumuşacık bir hortumu var ve elele tutuşmak gibi bir duygu veriyor ama bu seferde elimi ağzına götürmeye çalışıyor. Bir şekilde bu çiti aşmayı başarırsa, oynuyoruz diye beni sıkı paralar diye düşünüyorum ama genede park’dan ayrılana kadar onun yanından ayrılamıyorum. Burada geçen saatlerin sonunda, doğanın bu muhteşem yaratıklarına hayranlığım bir kat daha artmış olarak ayrılıyorum kamptan.

Bu yazıyı yazarken kampın internet sitesine http://www.maesaelephantcamp.com/ girip 2006 yılı içinde doğan fillere baktım. İki doğum olmuş, ikisi de erkek. Anladım ki benim arkadaşıma sonradan ThongPherm yada ThongPetch adını koymuşlar.

25 Eylül 2007 Salı

Mae Hong Son

Mae Hong Son Tayland’ın en kuzeydeki kent. Ormanlar arasında, göl kıyısında 1830’lu yıllardan sonra gelişemeye başlayan, Laos’un eski başkenti Luang Prabang’ı hatırlatan, yeşillikler içinde düzenli ve huzurlu bir yer. Gelir gelmez, eğer bir gün Tayland’da yaşanacaksa işte burada yaşanır diyoruz. Adını telafuz etmek biraz zor olsa da, İngilizce, evimin şarkısı ‘My Home Song’ dediğinizde o sorunda hemen çözülüyor.

Uzakdoğu’daki bir turistin başlıca görevi olan tapınak ziyaretlerini, hızlı bir şekilde tamamladıktan sonra buraya gelişimizin iki önemli nedenine doğru yola koyuluyoruz. Fil safari ve uzun boyunlu Padong kadınları. Padong Kadınlarını Nisan ayında yazdığım ilk Tayland yazısında anlatmıştım. Bu inanılmaz kadınları okumanızı kesinlikle tavsiye ederim.

Mae Hong Son elverişli coğrafyası nedeniyle filler için adeta bir cennet. Uzun yıllar boyunca, başkente gönderilmesi gereken filleri, bu bölgede yakalayıp, eğitip, buradan yola çıkarmışlar. Daha öncede başka yerlerde fille dolaştım ama buradaki başlı başına bir deneyimdi.

Ormanlar, kısmen tarlalar ve doğal olarak açılmış su kanalları içinde sallana sallana yapılan bir saatlik son derece keyifli bir yolculuktu. En keyifli taraflarından biriside Eser’le benim bindiğimiz filin yavrusuydu. Bu geliş gidişlere alışması için onu’da grupla beraber yola çıkarmışlardı. Yolun uzunca bir kısmında, suların içinden gittik ki, bir bölümü neredeyse yetişkin fillerin karnına gelecek kadar derindi.

Yavru fil uzunca bir süre suya girmeye çekinerek, kenardan kenardan cüssesinden hiç umulmayacak akrobatik manevralarla annesinin peşinden gelmeyi başardı, ama çare kalmayınca mecburen suya girdi. Ancak ondan sonra o kadar keyif aldı ki, annesinin endişeli bakışları arasında kendisini bir o tarafa, bir bu tarafa atarak dev bir balık edasıyla suya dalıp dalıp çıkmaya başladı. Tüm çocuklarda olduğu gibi kendini bu oyuna fazlasıyla kaptırınca, pek çok yerde onu itekleyip tekrar yürümeye zorlamak zorunda kaldılar. Onu seyretmek için arkaya dönüp durmaktan, sırtım tutuldu.

Yolculuğumuzun sonunda kampa vardığımızda, bize çok hoş bir saat geçirten bu inanılmaz hayvanlara teşekkür etmek için, satıcılardan muz ve şeker kamışı alıp yedirdik. Benim aldığım iki büyükçe muz hevenkini, ağzının içinde şöyle bir çevirip, anında mideye indirince, her gün bu devasa hayvanları beslemenin ne kadar zor bir iş olduğunu düşündüm.

Bir sonraki yazımın konusu da filler olacak ama bu seferkiler feci marifetli....

22 Eylül 2007 Cumartesi

Chiang Mai

Bangkok’un 700 km. kuzeyinde yer alan Chiang Mai, namı diğer Kuzeyin Gülü, Tayland’ın ikinci büyük kenti. 1296 yılında Tay Lanna Krallığının başkenti olarak kurulan şehir, önemli ticaret yollarının kesişme noktası olması nedeniyle, tarih boyunca tüccarların buluşma noktası olmuş.

Chiang Mai, deyim yerindeyse dini bütün bir şehir. Bangkok’un 1/12 büyüklüğünde olmasına rağmen, onunla aynı sayıda tapınağa sahip. Bu bölge tarih boyunca Burma ve Tay krallıkları arasında sürekli el değiştirdiği için, mimarisinde Burma etkisi çok fazla. Chiang Mai’da tapınaklar arasında eski bir kural var. Bir tapınağın çevresine 93m. Yarıçapında bir daire çiziliyor ve o alanın içine, var olan tapınaktan daha yüksek bir tapınak yapılamıyor. Ama bu eski ve ilginç şehir düzenleme kuralı, bürokrasinin malum boşlukları kullanılarak şu sıralar delinmiş durumdaymış.



Chiang Mai oldukça hoş bir şehir, içinden Çao Praya nehrinin ana kollarından biri olan Ping nehri geçiyor. Suyun dokunduğu her şehir gibi, nehir kıyısındaki kafeleri, lokantaları, yeşillikleri ile keyif ve huzurlu saatler vaat ediyor. Şehirde iki önemli turistik aktivitede bulunduk. Birincisi her zaman olduğu gibi tapınak ziyaretleri ikincisi ise alışveriş. Önce birincisinden başlayalım.

1345 yılında yapılan Wat Phra Singh, tapınağın önünde resim çektiren küçük rahip adayları yüzünden aklımda kaldı. Tay erkekleri, hayatlarının belli bir döneminde bir tapınağa giderek rahip oluyorlar ve dini eğitimlerini tamamlıyorlar. Bizdeki sünnet adeti gibi, tapınak hizmetini tamamlamayan erkek, yetişkinliğe geçmiş sayılmıyor. Bu süreyi kimileri bir kaç gün olarak belirlerken, çoğunluk 3 aylık bir süre için dünyadan elini eteğini çekerek tapınağa kapanıyor. Günlük hayatın koşuşturmasında bir mola vermek için iyi bir yöntem değil mi? Erkek çocukların tapınağa giriş seremonileri de aileleri için bir övünç kaynağı. Tapınağa girmeden önce kibirden ve seksüaliteden arınmalarının simgesi olan saç ve Tayland’a özgü olan kaşların traş edilmesi ve turuncu kostümlere bürünülmesi aile ve dostlarla kutlanan bir tören.

İşte bizim tapınaktaki yeni rahip adayları da yeni traş edilmiş kel kafaları ile, yakıcı güneşin altında sabırla fotoğraf çektirirken, etraflarında birden sürekli fotoğraf çekmekte olan bizi buldular. Yeni katılacakları hayatın en erdemli yanlarından olan bol hoşgörü ve sabrı bizden esirgemeyerek, o yakıcı güneşin altında biraz daha durarak neredeyse hepimizle tek tek fotoğraf çektirdiler. Sonunda eğitmenlerinden biri yazıktır çocuklara gibi bir şeyler söyledi de, çocuklar paparazilerden kurtulup gölgeli bir bölgeye geçmeyi başardılar.




700 yıllık Wat Chedi Luang, ikinci kat balkon çıkmasını çevreleyen ve şu anda 5-6 tanesi sağlam kalmış olan, iri bir yavru boyutlarındaki fil heykelleri ile benim tüm Tayland’da en sevdiğim tapınak oldu. Burada eski bir tanıdığın kaldığınıda öğrendim. Daha önceki yazılarımdan birinde yazdığım Tay Hanedanının koruyucusu olan, mevsimlere göre kıyafetini değiştiren zümrüt Buda, Laos’lular onu alıp götürmeden önce 1468 – 1552 yılları arasında burada ikamet etmiş. Farkında olmadan adeta sabırlı bir hacı gibi, zümrüt Buda’nın yolunu izlediğimi farkettim. Kimbilir belki öbür dünyada bir faydası olur bana :)

So gittiğimiz tapınak Doi Suthep kuzey Tayland’daki en kutsal tapınaklardan biri. İçinde Buda’nın omuz kemiğinden bir parça bulunduğuna inanılıyor. Güneşin altında pırıl pırıl parlayan altın kaplamalı yapıları, ibadet edenleri ile 1353’den beri yaşayan bir tapınak. En hoş yerlerinden biri de tüm Chiang Mai şehrini kuş bakışı görebileceğiniz büyük balkonu.

Chiang Mai’da gün uzun. Tarihi ve turistik yerleri gezdiğiniz uzun bir günün sonunda, ‘oh! tamam şimdi artık dinlenme zamanı’ demek yok. Gece saat 8 –12 arası ünlü gece pazarı açılıyor. Fiyatlar Bangkok’a göre çok ucuz, ve deyim yerindeyse ne ararsanız var. Arkadaşım Eser’le yorgunluktan pes edene kadar tezgahların arasında dolaşıyoruz. Gece yarısına az bir zaman kala Ping nenri kenarında kafamızı dinlemek için oturduğumuz bir cafe/barda, yorgunluktan ve uykusuzluktan adeta ölüyor olsam da beni çok eğlendiren genç bir grup çıkıyor sahneye. Hepimizin çok iyi bildiği rock and roll şarkılarını bağrış çağrış Tay dilinde söylemeye başlıyorlar. Güzel geçen bir Chiang Mai gününü sonlandırmak için Tay dilinde söylenen Rolling Stones’un ünlü şarkısı I cant get no satisfaction’dan daha iyi bir şey geliyor mu aklınıza?



Fotoğraflar sırasıyla; Wat Phra Singh, Wat Chedi Luang ve son iki Doi Suthep'den

19 Eylül 2007 Çarşamba

Sukotay

Bir önceki yazımda anlattığım güzel havaalanına sahip Sukotay 1238 – 1276 yılları arasında Tayland’ın başkentliğini yapmış bir şehir. Şehirdeki önemli tarihi kalıntılar iki ulusal park halinde toplanmış. Si Satçanalay ve Sukotay Tarih parkları.



Uzakdoğu’yu dolaşanlar bilir, bir noktadan sonra tapınaklar ve Buda heykelleri en sabırlı ve meraklı insana bile fazla gelmeye başlar. İtiraf ediyorum yoğun ve yorgun geçen bir günün sonuna denk düşmüş kimi tapınaklara benim de kıyısından yada kapı aralığından şöyle bir bakıp, gidip bir ağaç gölgesinde oturmayı tercih ettiğim günler olmuştur.



Her iki parkında oldukça geniş alanlara yayılmış ve içinde pek çok tapınağı barındırdığını duyunca eyvah işte o günlerden biri diye düşündüm, ama her daim turisti el üstünde tutan Tayland’lılar buna da çok hoş bir çözüm getirmişler. Her iki parkı da üstü tenteli vagonlarla dolaştık. Durmak istediğiniz yerde duruyor, tapınağı geziyor, tekrar vagona binip bir sonrakine devam ediyorsunuz. Yürüyerek dolaşmak için oldukça büyük bir alan. Vagon istemeyenler için bisiklet alternatifide var. Bizim vagonu kullanan Tayland’lı hanım çok hamarat, vagon durur durmaz hemen örgüsünü çıkarıp örmeye başlıyor. Onun bu hamaratlığını da boşa çıkarmıyor, ördüğü bluzları hemen alıyoruz. Seyyar satıcıların inanılmaz haberleşme becerisi burada da ortaya çıkıyor ve vagonumuz bir anda ördükleri aynı bluzları satan motorsikletli hanımlarla sarılıveriyor. Bir alışveriş, bir tapınak arada da bol bol pazarlık hep beraber parkı geziyoruz. Onlar da eğleniyor, biz de..



Parkın temizliği, ağaçların, çiçeklerin ve çimlerin bakımı son derece özenli ve de en önemlisi Bangkok’daki facia turist kalabalığından sonra söylendiği gibi turizme yeni yeni açılan Tayland’ın bu bölgelerinde turist çok az. Pek çok yeri neredeyse kendi başımıza dolaşıyoruz.

1238’e kadar Kamboç Khmer imparatorluğunun yönetiminde olan Sukotay’da yoğun bir Khmer etkisi görmek mümkün ancak her iki park da Angkor’un küçük ve de sönük birer kopyası görünümünde, dolayısıyla Fransız doğabilimci Henri Mouhot’un söylediği gibi, Sukotay ile yetinilip, ‘Angkor görülmeden ölünmez’



Khmer etkisi tartışılmazsa da Sukotay dönemi dinsel, sanatsal ve siyasal açıdan Tay tarihinin en parlak dönemidir. Heykel ve mimaride kendi adlarını üç önemli özellik ile tarihe kazırlar. Etekleri uçuşarak yürüyen Buda figürleri, ters dönmüş lotus biçimli pagodalar ve laterit taşı kullanılarak oyulmuş, üzeri sonrasında sıva kullanılarak düzleştirilmiş yapı taşları Sukotay mimarisinin en önemli üç özelliği.

Akşam kalacağımız Pailyn Sukhothai Hotel’e giderken, yorgun, mutlu ve bir o kadar da heyecanlıyım. Bu otel de yapılan Tay masajının ülkede ki en iyilerden biri olduğunun ipucunu daha yollara düşmeden önce almışım. Hemen rezervasyon yaptırıyorum ve sevgili arkadaşım Eser’le kendimizi Tayland’lı iki hanım’ın insafına bırakıyoruz. Bize bol birer pantolon ve gömlek giydirdikten sonra, aldıkları odadaki tek eşya iki yer yatağı. Şıklık, hoşluk falan aramayın kupkuru bir oda işte. Sert mi olsun yoksa yumuşak mı diye sorduktan sonra bizi bir güzel evirip çevirip esnetmeye başlıyorlar. Daha çok eklemlere basınç uygulanması, ve esnetilmesine dayalı olan bir saatlik masaj, günün yorgunluğundan sonra harika geliyor. Tek olumsuz yan, hanımların tüm bir saat boyunca, sanki birbirlerini aylarca görmemişcesine, vıdı vıdı konuşmaları. Konuştukları dil bana yabancı olda da, hiç durmadan birinin dedikodusunu yaptıklarına eminim. Dolayısıyla eğer bir gün yolunuz düşerse tek kişilik oda istemeyi ihmal etmeyin. Bir saatlik bu harika masajın fiyatı ise sadece beş dolar, bugünkü kurla 6,5 lira...

Fotoğraflar sırasıyla:

-Wat Pra Si Ratanamahathat / Si Satçanalay Park

-Wat Chang Lom / Si Satçanalay Park
-Wat Sa Si / Sukotay Park
-Wat Si Sawai / Sukotay Park
- Wat Si Chum - Phra Achana'nın Eli / Sukotay Park
-Sukotay tarzı Buda / Sukotay Park

17 Eylül 2007 Pazartesi

Sukotay Havaalanı

Geçenlerde Hürriyet gazetesinin seyahat ekinde yapılan bir ropörtajda, bir hanım kısa bir süre önce gittiği Bhutan’ın havaalanını dünyanın en güzeli diye anlatıyordu. Her yeri gezip görebilmek çok az insana kısmet olacağına göre, insan çok da iddialı konuşmamalı diye düşündüm. Bir yeri en iyi diye nitelerken, daha görülmedik pek çok yere haksızlık yapılmamalı.

Evet Bhutan’ın havaalanı gerçekten güzeldir. İlk görüşte sizi çarpar, ama ülkeyi dolaşınca tipik Bhutan mimarisinin güzel örneklerinden biri olduğunu anlarsınız. Aynı şeyi Laos havaalanı içinde söyleyebilirim. Mimarisi çok güzeldir ama içerisi tipik bir havaalanıdır işte. Benim şimdiye kadar gördüğüm en güzel havaalanı ise Tayland’daki Sukotay Havaalanıdır.

Sukotay Tay dilinde mutluluk şafağı anlamına geliyor ve Tayland’ın eski başkentlerinden biri. Hakikaten uçaktan iner inmez mutlu oluyorsunuz. Öncelikle sizi uçaktan üstü tenteli her tarafı açık vagon benzeri araçlarla alıyorlar. İleride, önünde gölü ve gölün ortasındaki stupası ile duran tapınak binalarını görünce, her halde terminale götürmeden bizi bu tapınağın etrafında bir tur attıracaklar diye düşündüm ve çok da fazla umursamadım. Fakat bir süre sonra benim tapınak zannettiğim binaların, aslında havaalanı terminali olduğunu anlayınca şaşırmak kelimesi az kaçar bir an şok oldum ve hemen tipik Japon turist ruhuna bürünerek ardı ardına resim çekmeye başladım.

Yemyeşil ağaçların arasında, tamamen tik agacından yapılmış tapınak benzeri bir kompleks. Standart havaalanı bürokrasisinden nasibini almamış olması da algılamada kısmi bir karışıklık yaratıyor. Gelirken Sukotay’da yetiştirilecek programlar olduğu için çok fazla zaman geçiremedik ama dönüşte her köşe bucağını keyifle dolaştım.

Öncelikle çalışan personel bir harika. İnanılmaz güleryüzlü, uçağa check-in yaptırırken tüm yolcuların yakalarına birer orkide konduruverdiler. Yolcu bekleme salonu üstü kapalı bir veranda gibi. Geniş tik ağacından yapılma banklarda oturup, çay kahvenizi içerken, verandanın kenarına asılmış, daha önce sadece orkide çiftliklerinde gördüğüm nadir orkidelere bakıyorum. Renk renk, neredeyse herbirini ayrı ayrı fotoğraflıyorum.


Ama asıl zarafet her zaman olduğu gibi detaylarda gizli. Küçük heykelleri, ahşap oymaları, nilüfer saksıları, burası ne biçim bir havaalanı diye düşünüyorum. Burayı tasarlayana da, yapana da ve belki de daha önemlisi halen bu detayları korumayı başaranlara da kocaman bir helal olsun diyorum. En hoşuma gidense bahçedeki küçücük bir nilüfer havuzu. Sadece nilüferler yok havuzda, kenarına boyu en fazla 20-25 cm olan seramik bir balıkçı heykeli de kondurmuşlar, biraz ötesinde de 10 cm’lik bir balıkçı kuşu. Şu ana kadar hiç bir özel bahçede bile görmedim bu kadar ufak detayları, bir de düşünün burası her gün uçakların inip kalktığı bir havaalanı.

Uçağa binmeden önce tuvalete gidiyorum, yine orkideler. Dayanamayıp yine Japon turist ruhuna bürünüyorum. Her halde en çok fotoğrafı çekilen tuvalet burası olmuştur diye düşünüyorum. Bizi uçağa götürecek sevimli vagonlara bindiğimizde, çalışan tüm havaalanı personeli kapının yanında sıraya geçiyor ve bizi zarif bir Tay selamı ile uğurluyorlar, ve böylelikle de tüm bunlardan bir yazı konusu çıkıyor ortaya.

15 Eylül 2007 Cumartesi

Biraz daha Bangkok...

Bangkok çok kalabalık ve büyük bir metropol. Biraz uzunca zaman geçirme şansım olsaydı, eminim çok hoş detaylarını yakalayabilirdim ama zaman kısaydı olmadı. Bende bir turistim ama turistleri çok da sevmeyen bir turistim, Bangkok ‘da ise turist çok fazla. Özellikle Avrupa ülkelerinden denizi ve güneşi için ucuz paket turlar alıp gelenler, şehirdeki tapınaklara ve saraylara mutlaka büyük sürüler halinde gelmeden Tayland’ı görmüş kabul etmiyorlar kendilerini. Bağrış çağrış, gürültünün bini bir para Buda heykellerini görmeye çalışıyoruz.

Uzak Doğu’da seyahat ederken Buda heykellerinden kurtulmanızın hiç şansı yok. Büyüğü, küçüğü, yatanı, oturanı, ayakta duranı, ciddisi, kahkaha atanı hepsi mevcut, ve hepsi de kutsal. Bangkok’daki ünlü Buda heykelleri de Sukotay Traimit Altın Buda, Vat Po’daki Yatan Buda ve Vat Pra Keo’daki Zümrüt Buda.

Benim için en ilginci daha önceden tanışıklığım olan 60 cm boyundaki Zümrüt Buda idi. 2000 yılında Laos‘da seyahat ederken Luang Prabang şehrindeki Hopra Keo tapınağında bu küçük heykelin boş tahtına bakıp, o zamanki adıyla Siyam’lıların şimdiki Tayland’lıların 18. yüzyılda bu minik heykeli zorla ülkelerine götürmelerinin hikayesini vah vah diye dinlemiştim. Heykel orada olmasa bile 200 yıldır halen bu tapınağı kutsal olarak kabul etmeleri bana ilginç ve birazda hüzünlü gelmişti.



İşte bu küçük heykel şimdi Bangkok’daki Büyük Kraliyet Sarayının içinde bir tapınakta yer alıyor. Ama Allah için Tayland’lılar da çok iyi bakıyorlar bu heykele. Öncelikle bu zümrüt dense de yeşim taşından olan heykel, Tay hanedenının kişisel koruyucusu kabul ediliyor ve Kral yılda üç kez bizzat heykelin üzerindeki kıyafeti değiştiriyor. Yazlık, kışlık ve yağmur mevsimine göre ayarlanmış kıyafetleri var. Bizim ziyaretimiz sırasında kış mevsimi olduğu için pelerin takmış durumdaydı. Bu arada Buda’nın en sevdiği yemekler yapışkan pirinç ve yumurta imiş ki tapınak da bunlardan bol miktarda adak görebilmek mümkün.

Kral 5. Rama tarafından yaptırılan Büyük Saray’da inanılmaz bir porselen, cam ve mozaik işçiliği var. Çok görkemli diyemesem de, kesinlikle çok süslü bir saray. Etraftaki heykellere süslemelere bakıp insan kendini Alice Harikalar Diyarında sanabilir, ama sanamıyorsunuz çünkü turistlerle adeta itiş kakış bir vaziyette dolaşmak zorundasınız.

Bangkok’un benim için bir keyifli yeri de Çin Mahallesi oldu. Çin haricinde Asya’daki en büyük Çinli nüfus burada yaşıyor. Nüfus büyük olunca yiyecek içecek satılan pazar yeride çok büyük. Tezgahların arasında değişik tatlar ve kokular deneyimleyerek ve neyin ne olduğunu anlamaya çalışarak oldukça uzun zaman geçirebilirsiniz.


İlk fotoğraf Zümrüt Buda benim değil, fotoğraf çekmeye izin verilmediği için mecburen Wikipedia’dan. Ben sadece biraz kestim, ışıklandırdım. Diğerleri Büyük Saray daki heykellerden

13 Eylül 2007 Perşembe

Bangkok'da bir Amerikalı

Bu sabah, artık araya başka başka şeyler sokmadan Tayland yazılarını bitirmeye karar verdim. Üstelik hala daha Bangkok’un dışına çıkamadık bile, ülkenin kuzeyine doğru gidilecek daha oldukça uzun bir yol var oysa.

Hanımlar ve alışverişi seven beyler, Tayland kesinlikle bir alışveriş cenneti. Sıcağın etkisini azaltmak için kurulan gece pazarlarında yok yok. Ama tavsiyem eğer kuzeye doğru gidecekseniz biraz sabretmeniz. Oralar hem daha ucuz hem de kimi zaman etnik azınlıkların kurdukları küçücük pazarlarda harika el işleri bulabiliyorsunuz.

Ancak Bangkok’ta iseniz mutlaka duyacağınız bir marka var; Jim Thompson. Fiyatları oldukça yüksek olan ipek ve keten aksesuarları hem çok güzel, hem de kaliteli. Ama beni asıl ilgilendiren ipek çantalardan, şapkalardan daha çok Jim Thompson (JT) oldu. Pek çoğumuzun hayatı başladığı yerde biterken, JT başladığı yerin çok uzağında bitirmiş hayatını ve ortaya da çok ilginç bir otobiyografi çıkmış tabi ki.

1906 yılında Delaware’de doğan JT ülkesinde sakin sakin mimarlık yaparken 2. Dünya savaşı çıkar, gönüllü olarak orduya yazılır ve hemen Avrupa’ya gönderilir. Avrupa’dan sonraki durağı Asya’dır, görevi ise Tayland’daki bağımsızlık hareketlerini desteklemektir. Ancak kısa süre sonra savaş biter ve JT, CIA görevlisi olarak Bangkok’ta kalır. Casusluk günleri sırasında, o sıralar yok olmaya yüz tutmuş, evlerde dokunan Tayland ipekli kumaşları hobisi olur. Görev süresi bitip Amerika’ya dönerken, yanında bu ipek kumaşlardan örnekler götürür. Amerika’da yaptığı görüşmeler sonucu, bu ürünleri pazarlayabileceğini anlayınca, şirketini kurmak üzere tekrar Tayland’a döner. Başlarda çeşitli zorluklarla karşılaşsa da, Kral ve Ben filminde ve showlarında onun ürettiği kumaşlar ve kostümler kullanılınca işleri bir anda açılır. Bu girişimi ile de ölmekte olan Tay ipek sanatı yeniden canlanmaya başlar.

Dilini bile bilmediği bu ülkeyi evi yapmaya karar verir. Ama pek çoğumuzun yapacağı gibi gidip bir ev kiralamaz ya da satın almaz. Ülkenin çeşitli yerlerinde gördüğü herbiri en az iki yüz yıllık, altı adet tik ağacından yapılma evi demonte ettirir Bangkok’a getirtir ve evini kurmaya başlar. Tay ipek sanatı arştırmalarının yanı sıra, şu anda Bangkok’un en güzel otellerinden biri olan Orient Otel’in renovasyonunda’da tam kapasite çalışır. Tüm bunlar onu Bangkok’un en ünlü yabancısı yapar. Söylendiğine göre o sıralar bir zarfın üzerine JT – Bangkok yazmanız, mektubun ona ulaşması için yeterliymiş.

Bugün müze olarak gezilebilen JT’ın evi gökdelenlerin arasına sıkısıp kalmış yemyeşil bir cennet. 1967 yılında Malezya’da çıktığı bir trekking gezisinde kaybolana kadar bu evde yaşamış ve hayatı boyunca topladığı değerli antika eserler, burada yeniden kurdurduğu son derece zarif tik evlerde sergilenmekte. Evlerin sadeliği ile huzur veren odalarında dolaştıktan sonra, bahçede ağaçların altında içilecek bir kahve, şehrin gürültüsüne ve kargaşasına karışmadan önce şiddetle tavsiye edilir.

Dedim ya adam farklı bir hayat yaşamış, böyle bir adamın ölümü de farklı oluyor tabi ki. Ben ölümü diyorum ama Malezya’da arkasında en ufak bir iz bırakmadan kaybolduktan sonra, kimileri kaplanlara yem olduğunu düşünürken, pek çok kişi onun dünyanın başka bir köşesinde başka bir isimle yeni bir hayata başladığına inanmış. Bir nevi Elvis yani...

9 Eylül 2007 Pazar

Datça'dan Kitaplar

Datça’nın da artık kitapları var. Datça hakkında neden kimse birşeyler yazmıyor diye hayıflanırken bu yaz iki tane birden geldi. Yaz ortasına doğru her ikisinide her zamanki kitapcım Pandora’ya ısmarlamıştım ama hatalı gönderimler sonucu bir türlü bana ulaştıramadılar ve bende sonunda onları İstanbul’a gelince bulabildim.

Daha henüz Mehmet Ali Ambarcı’nın anılarını okuyamadım, öncelik blog komşum Nihat Akkaraca’nın Datça’da Zaman’ı oldu. Çok sevdiğim bir yerin, başka bir zamana ait hikayeleri beni hüzünlendirdi, keyiflendirdi, düşündürdü, güldürdü, eğlendirdi. Okuduğum hikayelerin nerelerde geçmiş olabileceğini bulmaya çalıştım. Bazen başarılı oldum, bazense olamadım.

Kitabı ilk çıktığında blog komşuma bir ellerinize sağlık mesajı göndermiştim, şimdi okuduktan sonra bir kezde buradan ellerine kocaman bir sağlık diliyor, kitabı tüm Datça’yı sevenlere kesinlikle tavsiye ediyorum. İkinci kitabınız için arayı fazla uzatmayın Nihat bey, olur mu?

Ve işte Datça’da zamandan bir kısa alıntı:
‘Datça’da zaman yekparedir.
Datça’da dün, bugün, yarın yoktur.’

6 Eylül 2007 Perşembe

Afrodit'in Knidos'u

Bu yıl benim için Datça günlerim biraz erken bitti. Sıcak, nemli ve de grip olduğum bir İstanbul sabahında denizini, güneşini ve havasını özlüyorum. Neyse özlemekte güzeldir diyorum ama bu biraz sığ bir teselli oluyor.


Geçen hafta, havanın sıcaklığına aldırmadan tepelerinde dolaştığım Knidos şehri de uzakta kaldı şimdi. Daha önce Knidos’a hep deniz yoluyla gitmiştim ki hala da en rahat ulaşım şeklinin bu olduğunu rahatça tavsiye edebilirim. Bu kez karadan ulaştık. Eskiden bozuk olan yol şimdi yapılmış ancak yol hala çok virajlı ve dar. Özellikle Knidos’a yaklaşırken sadece tek bir arabanın geçebileceği kadar daralıyor. Zeytin ve badem ağaçları arasından geçen yol, yarımada’nın her yerinde olduğu gibi çok güzel görüntüler sunuyor.

Knidos’tan hemen önceki Yazıköy, daracık sokakları, taş binaları, kimi mavi boyalı pencere ve kapılı beyaz evleri, sokakta oturup hem sohbet edip hem de badem kıran kadınları ile sizi bir anda Ege’nin karşı kıyısındaki köylere götürüp getiriyor.

Knidos’u çok sevdiğim gibi Knidos’luları da çok severim. Hikaye şu ki; Kos adası sakinleri antik çağın en önemli heykeltraşlarından biri olan Praxiteles’e tanrıça Afrodit’in bir heykelini sipariş ederler. Praxiteles iki adet heykel hazırlar. Birinde tanrıça giyinik, diğerinde ise tamamen çıplaktır. Çıplak olan heykel karşısında dehşete düşen Kos’lular onu derhal reddederek, giyinik olanı alıp tapınağa yerleştirirler. Çıplak Afrodit’i Praxiteles’den satın alanlar ise Knidos’lulardır. Hem de onu bir tapınağın karanlık bir köşesinde sergilemezler, her yönden tüm güzelliğini gösterebileceği bir açık hava tapınağına yerleştiriler onu. Sırf bu heykeli görmek için o kadar çok insan gelir ki Knidos’a, efsanelere göre bu merak karşısında şaşıran Afrodit ‘de gelmiş Knidos’a ve Praxiletes beni nerede çıplak gördü ki diye sormuş.

Antik çağın bu en ünlü heykelinin orijinali bugün yok. İstanbul’a götürüldüğü ve 532 yılındaki Nika isyanları sırasında çıkan yangınlarda ortadan kaybolduğu varsayılıyor. Ancak bu ünlü heykelin o zamanlar pek çok kopyası yapıldığı ve Knidos paraları üzerinde resmi olduğu için için, bugün neye benzediğini oldukça iyi bir biçimde bilebiliyoruz. Afrodit heykelini sahiplenen Knidos’luları işte ben bu cesaretlerinden, güzele olan tutkularından, her devirde yaşadıklarını, Kos’luların davranışlarından anladığımız dar görüşlü tutuculara, püritenlere metelik vermemelerinden dolayı çok seviyorum.

Knidos’da dolaşırken ben nedense Afrodit heykelini kendi kafamda, yeni ortaya çıkarılan gri mermerden yapılmış Yuvarlak Tapınak Terasına yakıştırdım. Bir kere hemen öyle elinizin altında değil, biraz tepelere doğru tırmanmanız lazım, fonda yine Akdeniz var. Bu terasın yuvarlak Korinth başlıklı sütunlarla çevrili olduğunu tahmin etmiş arkeologlar. Bende işte Afrodit’ i tam onların ortasına kondurdum. Merdivenlerden yavaş yavaş çıkıp, ona adaklar adıyan kadınları, güzelliğini hayran hayran seyreden erkekleri, etrafında koşuşturan çocukları hayalimde canlandırmam hiçte zor olmadı. Tapınak Afrodit’e, Afrodit’te bu güzel tapınağa çok yakıştı.

Afrodit heykeli, Roma Palazzo Altempo Ludovisi koleksiyonundan. Heykeltraş Ippolito Buzzi (1562-1634)

2 Eylül 2007 Pazar

Knidos

Bugünkü yazının konusu Symi adası olurdu diye tahmin etmiştim ama Yunanistan’daki yangınlar nedeni ile 1 Eylül günü Symi’ye yapılması gereken dostluk gezisi bu yıl için iptal edilince biz de ver elini Knidos dedik. Konumu nedeni ile bence antik kentlerin en güzellerinden biri olan, Datça yarımadasının tam ucundaki bu kente bir kaç yıldır uğramamıştık.

İstanbul’a dönüş hazırlıkları, gelenler gidenler, kalabalık aile yemekleri derken bu günkü yazıyı Knidos’un girişindeki tabelada bulunan yazıyı sizlere aktararak ve dolayısı ile işin biraz kolayına kaçarak yapıyorum. Benim izlenimlerim bir sonraki yazının konusu olsun.


Knidos hem yarımadanın güneye bakan ucunda, hem de Kao Krio’nun (Deve Burnu) kuzey yamacında teraslar üzerinde kurulmuştur. Her iki kara parçası bir köprü ile birbirine bağlanmış ve böylece başlangıçta geçilebilir limanlar birbirinden ayrılmıştır. Batıdaki küçük limanı askeri, diğer büyük olanı ise ticari amaçlar için kullanılmıştır. Kenti yuvarlak ve köşeli kuleleri ile güçlü bir sur duvarı çevrelemektedir. Sur duvarı, tekniği nedeni ile, Karia Satrabı Mausolos zamanında (İÖ 4.yüzyıl) yapılmıştır. Şehir surlarının dışında, doğuya doğru yaklaşık 7 km uzunluğunda geniş bir alana yayılmış Nekropolis (mezarlık) bulunmaktadır.

Buluntulara göre 3 binden beri burada bir yerleşimin olması gerekiyor. Kazılar esnasında ortaya çıkan İÖ 14. ve 13 yüzyıl Miken dönemine ait seramik parçaları burada yerleşimin sürdüğünü göstermektedir. ‘Knidos’ ismi o dönemdeki kaynaklarda da geçmektedir. Antik yazarlara göre, kent 12. yüzyılda Sparta’dan önce adalara, sonra kıyıya geçen Dor kabileler tarafından yeniden kurulmuştur. O zamanlar da Knidos’ta altı önemli Dor kentinin ortak bir Apollon kült merkezi (Triopion) vardır.

İÖ 6 yüzyılda Knidos zengin bir şehir olmuştur. Bu zenginlikten dolayı, dönemin en ünlü kehanet merkezlerinden olan Delphi’ de mermerden bir hazine dairesi inşa ettirmiştir. Ayrıca İÖ 540 yıllarında Persler batıya doğru ilerlediklerinde Knidos kenti bütün Datça yarımadasını kapsıyordu.

İÖ 4 yüzyıl ise kentin artık tam anlamı ile bir dünya şehri, metropol olduğu dönemdir. Bu çağın ünlü heykeltraşları Skopas ve Bryaxis Knidos tapınaklarını kült yontuları ile onurlandırırken, Knidos’lular aynı tarihlerde Praxiletes’in ünlü Aphrodite heykelini kente kazandırmışlardır.

Kos’taki tıp merkezine yakın seviyede bir tıp okulu kurulmuş ve kısa zamanda meşhur olmuştur. Dünya’nın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye Feneri’nin mimarı Sostratos Knidos’ludur ve kendi doğum yeri olan Knidos’da ambulatio pensilis olarak ünlenen teraslı bir Stoa yapmıştır. Ünlü matematikçi Eudoksos ise Knidos’da yeri henüz saptanamamış olan görkemli rasathanesinde yıldızları incelemiş ve astronomi araştırmaları yapmıştır.


Knidos en parlak çağını Helenistik dönemde (İÖ 300-30) yaşamıştır. Atina, Delos, İskenderiye, Mısır ve kuzey Karadeniz’de ele geçen çok sayıda Knidos kökenli mühürlü amphora kulpu kentin şarap ve zeytinyağı ticareti ve ihracattaki ününü açıkca göstermektedir. İÖ 2 yüzyıldan başlayarak Knidos ayrıca önemli bir seramik üretim merkezi olmuştur.

Knidos zengin iş adamları sayesinde (örneğin C Julius Theopompos’un ailesi) Roma döneminde ‘civitas libera’, yani vergilerden muaf tutularak önemini devam ettirmiştir.

Diğer Anadolu kıyı kentleri gibi burası da İS 7. yüzyılda Araplar’ın istilasına uğramıştır. Bunu bir kilisenin tabanına kazınmış Arapça yazıttan kesin olarak anlamaktayız. Daha sonra meydana gelen birkaç büyük depremle Knidos önemli oranda tahrip olmuş ve olasılıkla kent bundan sonra tamamen terk edilmiştir.

İlk kazı ve araştırmalar, Sir C. Newton tarafından 1857-58 yılları arasında British müzesi adına yapılmıştır. Yaklaşık bir asırlık zaman aralığından sonra sistemli kazı ve araştırmalar I. C. Love başkanlığındaki bir Amerikan heyeti tarafından 1967 – 1977 yılları arasında yürütülmüştür. 1988 yılından beri ise, Prof Dr. Ramazan Özgan başkanlığında TC Kültür Bakanlığı adına, Selçuk Üniversitesi elemanlarından oluşan, bir heyet tarafından bilimsel araştırma ve kazılar devam etmektedir.