31 Mayıs 2009 Pazar

YEZD

Şiraz’dan İran’ın orta kısımlarında bulunan Yezd kentine otobüs yolculuğu neredeyse bütün gün sürüyor. Otobüsün camından akıp giden manzara inanılmaz tekdüze. Bütünlüğü sadece üzerindeki karayolu tarafından bozulmuş kuru ovalarda saatler boyu ilerliyoruz. Yapacak fazla bir şey yok. Kah okuyorum, kah müzik dinliyorum ama zaman daha çok uyuklamakla
geçiyor.

Günün ortalarında bir yerde, eski bir buz evinde durunca, yapacak bir şeyler çıktığı için seviniyorum. Buzdolaplarının kullanılmadığı dönemlerde dağlardan getirdikleri karları, buzları uzun dönem bu ters döndürülmüş dondurma külahına benzeyen yapılarda saklarlarmış.

Yezd ipek yolu üzerindeki İran çöllerinde çok önemli bir ara istasyon ve MÖ 700 yılından beri varlığı biliniyor. Şehir aynı zamanda İslamiyet öncesi dönemde Zerdüşt topluluğunun merkezi konumundaymış. Kentte bugün de 20-25 bin kadar Mecuzi yaşıyor ama onlar ve Mecuzilere ait binalar bir sonraki yazının konusu olsun. Çölün ortasında yer alan bu kentin en büyük başarısı ise tarih içinde su teknolojisini oluşturmuş olması. Son zamanlara kadar kentin suyu dağlardan, kente özgü, yer yer 45 km uzunluğundaki yer altı kanallarından sağlanıyormuş.

Yezd’deki en güzel görünümlü binalardan biri şehir merkezindeki Emir Çakmak. Burası Şii kültüründe çok önemli bir yer tutan Aşura günü kutlamalarının merkezi. Emir Çakmak ise bu oyunların seyredildiği bir çeşit tiyatro cephesi. Hz Hüseyin’in Kerbela’da şehit edildiği hicri takvime göre Muharrem ayının 10. günü Şiilerce matem günü kabul ediliyor ve çok büyük taziye törenleri düzenleniyor. Hz Hüseyin’in şehit edilişini sergileyen oyunlar ve zincirlerle sırtlarını döverek Hüseyin’e ağlayan insanlar bu törenlerin programında.

Yezd’deki Cuma camisi 12.yüzyılda burada bulunan bir ateş tapınağının yerine 14. yüzyılda yapılmış. Dış kapısındaki minareler İran’daki en yüksek minareler. Camideki mozaikler inanılmaz güzel, her biri adeta bir tablo gibi. Ama yapının asıl mücevheri 14.yüzyıldan kalma kapısı. Dayanamayarak uzun uzun dokunuyorum. Bu huyum benim için geçen yüzyıllara dokunmak gibi bir şey, vazgeçemiyorum.

Yezd’de tartışmasız en keyifli zaman eski kentin çarşıları ve kerpiç binalı sokaklarında geçiyor. Bir zamanlar Marco Polo’nun da buralarda dolandığı ve onun gördüklerinden çok da farklı bir şeyler görmediğimi düşünmek ise işin heyecanlı kısmı.

Çocuklar ise dünyanın her yerinde olduğu gibi fotoğraf çektirmeye çok meraklı.Son derece meraklı ve sıcakkanlılar.

İran’a gitmişken küçücükte olsa bir İran halısı almadan dönmek olmaz kararımı Yezd’in çarşılarında dolanırken yerine getiriyorum. Türkiye’de döne dolaşa arayıp bir türlü bulamadığım hayalimdeki kare biçimli halıyı burada buluyorum. Halı’dan pek anlamam ama milliyetçiliği bir kenara bırakıp, bizimkilerin yanında İran halısının hakkınıda vermek gerek. Harikalar, incecikler ve de ucuzlar…

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Persepolis

Şiraz’ın 70 km dışında yer alan ve yıllardır adını duyduğum Persepolis’i nedendir bilmem hep çok büyük ve görkemli bir Roma şehri zannederdim, hani şu Suriye’deki Palmyra’ya benzeyen bir şey. Dolayısıyla O’nu ilk gördüğümde yaşadığım hayal kırıklığının büyüklüğü beraberinde cehaletimin boyutlarını da ortaya çıkardı.

Meğerse sonundaki Grekçe şehir anlamına gelen polis sözcüğüne çok fazla aldanmamak lazımmış çünkü burası gerçekte bir şehir değil Ahameniş Krallığının öncelikle nevruz şenliklerini kutlamak için inşa ettikleri bir tören alanı ve toplantı yeri imiş.

Buradaki kraliyet binaları, tören salonları, hazine, depolar ve ahırlardan oluşan binalar topluluğunun yapımına MÖ 515’lede başlanmış. MÖ 331 yılındaki yıkımına kadar da her gelen hükümdar buraya eklemeler yapmayı sürdürmüş.

Mezarı hemen yakındaki Pasargat’da bulunan Büyük Kuroş’un Nevruz’u kutlamak için büyük bir meydan kurma ve ortasında da saray kurma geleneğini burada başlattığı tahmin ediliyor. Hakikaten Persepolis’teki tüm yapılar dümdüz bir ovanın ortasına kondurulmuş gibi. O zamanlarki Nevruz kutlamaları için burada Pers kontrolündeki 22 ulus buluşurmuş. Saray kısmına bu ulusların temsilcileri sadece randevu alarak gelebilirken, diğerleri ise sarayın önünde uzanan büyük ovada çadırlarını kurarlarmış.

Yeni yıl anlamına gelen Nevruz’un izleri İran’da ortaya çıkan Mazdekçilik inancına kadar uzanır. Astrolojide de nevruz günü, aslan en tepedeyken, boğa artık gözden kaybolmaktadır. Dolayısı ile nevruz hep boğayı yiyen aslan figürü ile simgelenir. Nevruz kutlamaları o zamanlarda şimdikine benzer şekilde yapılır ve aile ocağı, doğruluk, dürüstlük, ışık, temizlik ve temizlenmeyi simgeleyen ateşin üzerinden atlanırmış.

Burada kalan kalıntılar bir zamanlar burasının gerçekten harika ve çok büyük bir saray kompleksi olduğunu gösteriyor. Kalabilen kabartmalar ve sütun başları tüm görkemi gösteriyor. Kalan kabartmaların en güzeli ise, krala hediye sunmaya gelen 22 ulusun temsilcilerinin adeta tek tek resmedildiği büyük duvar panosu.

Şehrin yıkımına yol açan yangının sanığı tarih kitaplarında Büyük İskender’dir ancak bu biraz kuşkuludur. İskender’den çok sonra yaşamış olan İran milli destanı Şehname’nin yazarı Firdevsi, İskender’i Pers imparatorluğunun varisi ilan ederken, İskender’in de annesinin Pers olduğunu söylediği biliniyor.Yakmış mıdır yoksa şehir onun dönemine denk düşen bir yangınla mı tarihten silinmiştir çok kesin değildir.

Persepolis 20 yüzyılda bir kez daha büyük bir toplantı ile dünyanın gündemine oturur. Şah Rıza Pehlevi monarşinin İran’daki 2500. yılını kutlamak için 12 -16 Ekim 1971 tarihleri arasında burada görkemli bir toplantı düzenledi. Törenler için Persepolis’in önündeki geniş düzlüğe son derece lüks çadırlar kuruldu, bölge ağaçlandırıldı. Yemeklerin hazırlanması için Paris’in ünlü lokantası Maxim ile anlaşıldı. Maxim bu iş için Paris’teki lokantasını iki haftalığına kapattı. Çalışanların üniformaları Lanvin modaevinden alınırken, yemek takımları Limoges olarak seçildi. 250 adet kırmızı Mercedes Limuzin misafirleri karşılamak için hazırlandı.

Gala yemeği Farah Diba’nın doğum günü olan 14 Ekim’de yapıldı. Türkiye’yi Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın temsil ettiği yemeğe katılan 600 misafirden 60 tanesini devlet başkanları ve kraliyet aileleri üyeleri oluşturuyordu. 5.5 saatten fazla sürerek, modern tarihteki en uzun süren resmi yemek ünvanı ile Guiness rekorlar kitabına giren ve 22 milyon dolara mal olduğu düşünülen davet şampanya ve imparator havyarı ile doldurulmuş bıldırcın yumurtası ile başladı. Soslu ıstakoz mus, trüf mantarlı kuzu ızgara, 50 adet kızartılmış tavus kuşu ile devam etti. Tatlı olarak, vintage 1959 Dom Perignon pembe şampanya eşliğinde kremalı taze porto inciri tatlısı geldi, yemek kahve ve yanında konyakla son buldu. Resmi rakamlar tüm törenlerde harcanan miktarı 17 milyon dolar belirtirken, gayrı resmi rakamlar 200 milyon dolar gibi inanılmaz bir rakamı telafuz ediyordu.

Kutlamalar tahmin edilebileceği gibi o sıralar sürgünde bulunan Ayetullah Humeyni için kolay bir hedef tahtası oldu. Persepolis, İslam devriminden sonra, temsil ettiği köhnemiş değerler nedeni ile mollar tarafından yıkılmak istendi ancak dönemin Fars eyaleti valisi halkı toplayarak bu yıkıma engel oldu. Persepolis bugün İran’ın en çok ziyaret edilen turistik bölgesi. Eski kentin yıkıntıları Pers imparatorluğunun görkemini simgelerken hemen önündeki düzlükte bulunan ve 1971 yılındaki kutlamalardan kalan paslanmış beyaz çadır direkleri bir dönemin bitişini simgeleyen son derece çarpıcı simgeler olarak tarihteki yerlerini koruyorlar.
2500 yıl kutlama fotoğrafları: www.sarafrazan.net

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Hafız'ın Kabri

Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden hergün açarmış kanayan rengiyle
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar,her gece bir bülbül öter.
Geçen yazımda İran'lı şairlerden o kadar bahsettikten sonra Yahya Kemal Beyatlı'nın unutulmaz şiiri Rindler'in Ölümü'nden bahsetmeden geçemedim. Beyatlı Şiraz'a kadar gidip Hafız'ın kabrindeki gülleri gördü mü bilmiyorum ama ben oradayken güller en güzel renkleriyle açmaya başlamışlardı.

Hafız bir gazelinde şöyle demiş:

Yolun kabrimize uğrarsa himmet (yardım, kayırma) dile,

Çünkü kabrimiz cihan rintlerinin (hoş görüsü geniş, açık yürekli,kalender) ziyaretgahı olacaktır.

15 Mayıs 2009 Cuma

İran'ın Şairleri

İran şiire, şairine çok düşkün bir ülke… Onlar için özel mezarlıklar yaptırdıkları gibi, halkın hafızasına diline eserleri ile kazınmış olanları yemyeşil bahçeler içindeki zarif türbelerle onurlandırmışlar. Sonrasında bu türbeler de kıyılarda köşelerde unutulup kalmamışlar. Hepsi bakımlı, hepsinin ziyaretçileri sürekli.. Her daim dualara, şiirler de karışıyor..

Farsçanın bir de bana göre çok hoş bir özelliği var. Günlük yaşamda kullanılırken, kulağa gelen seslerde çok rahatsız edici inişleri çıkışları olmasa da, dinleyen için çok özelliği ya da müziği olan bir dil değil. Belki de şairlerinin becerilerindendir ama şiir olup okunmaya başladımı adeta sizi anında yakalayıp, bir daha da bırakmayan bir senfoniye dönüşüveriyor. Hiçbir şey anlamasanızda, takılıp kalıveriyorsunuz.

Burada paylaşmak istediklerim İran’da benim ziyeret ettiğim şairler:

FİRDEVSİ

10. yüzyılda yaşayan İran’ın ulusal destanı Şehname’nin yazarı. Türbesi Tus şehrinde. 35 yılda tamamlanan ve 60 bin beyitten oluşan eser gelip geçici bir dünyada insanın her zaman iyiye, güzele doğru yönelmesi gerektiği gibi ahlaksal öğütler verir, toplum yaşamına ilişkin görüşlerini aktarır. Müslüman olmaktan çok İran’lı olmanın önemini aktarır.

ATTAR

Mezarı Nişabur’da bulunan şair ve düşünür 1142-1220 yılları arasında yaşamıştır. 11. yüzyıl İran insanının aydınlanma çağıdır ve Attar gibi insanlar düşünceleri masallaştırıp halk tabakasına yayan insanlardır. En önemli eseri Mantıkut Tayr’da Tanrı’yı arayan kişinin bütün evreni dolaştıktan sonra da, onu ancak kendi içinde bulabileceğini anlatır.

Attra ayrıca Mevlana’nın fikir babası olarak da kabul edilir. Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled Belh’den ayrıldıktan sonra Nişabur’dan geçerken Attar ile tanışır, öğretilerini öğrenir. Attar ise babasının yanındaki küçük çocuğun bir gün ulu bir insan olacağını söylemiştir.

ÖMER HAYYAM

1048-1122’de Nişabur’da yaşayan şair, matematikçi ve astronom olan bu insan için ne söylenebilir ki… 1962’de yapılan türbesi kimine göre bir rasathane, kimine görede ters çevrilmiş bir şarap kadehini simgeler.

Hayyam şeriata ve öbür dünyaya kuşku ile yaklaşır, dinlerin kesinliğini ciddiye almaz ve insanın cehaleti ve güçsüzlüğü karşısında kaygılanır. Zihnini kurcalayan sorulara doyurucu yanıtlar bulamadığı için maddi dünyanın geçici ve tensel güzelliklerinin tadını çıkarır. Benim için yazdıkları ile zamansız olan bir şairdir. Söylermisiniz bugün de burada olsaydı, farklı bir şey mi söylerdi?

İçin temiz olmadıktan sonra,
Hacı hoca olmuşsun kaç para!
Hırka, tesbih,post,seccade güzel
Ama tanrı hiç kanar mı bunlara?

./.

İki günde bir somun geçiyorsa eline
Soğuk suyu da olursa bir kırık testide,
Niçin kendinden kötüsüne kul olur insan?
Ne diye girer ahlaksızın hizmetine?


./.

Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam,
Ben haramı helali karıştırmam.
Seninle içtiğim şarap helaldir,
Sensiz içtiğim su bile haram.


./.

Bir elde yakut kadeh,bir elde yar kakülü
Oturup bir çimende sade aşkı anayım.
İçeyim yudum yudum boş vereyim feleğe
Şu hayat badesinden mest olup kanayım.

SADİ

1213-1291 yılları arasında yaşayan ve türbesi Şiraz’da bulunan Sadi, kalsik İran edebiyatının en büyük şairlerinden biridir. En tanınmış eserleri Bostan ve Gülistan’dır. Sadi’nin inancına göre, Kainatta her şey kendine mahsus bir dille, gönül erlerine, arif ve hakim insanlara hitap eder.

Tanrı eri cennet,renk koku istemez
Hatta hoş çehre ve güzel huy istemez,
Onlar eşsiz sevgiliye tutkundurlar
Aşıklara yardan başkası gerekmez

./.

Yazık müzik şevki yoksa o gönüle,
O bir taşsa aşk işlemez ki derine
Aşka yabancı isen musiki haramdır,
Ateş gerekir kalbe duman yerine.


./.

Artık dilberlere bakmayayım dedim,
Kulaklarımı tıkamayı yeğledim.
Baktım ki bunlar hiç bana göre değil,
Sonra tövbe etmemeye yemin ettim.

HAFIZ

1325-1389 yıllarında Şiraz’da yaşayan Hafız, Osmanlı divan şiirini büyük ölçüde etkilemiştir. Hafız’ın şiirlerinde Şiraz’daki yaşamdan ayrıntılar, devlet büyüklerinin yaşamlarına ilişkin bilgiler, tarihsel olaylar yer alır. Yaşamına yön veren düşüncelerden biride tasavvuftur. Hafız’a göre insan mutlu olmak için yaşamalı, bunun içinde ölçülü davranmayı ve diğer insanlarla iyi geçinmeyi başarmalıdır. Sevgi belli bir güzele bağlanmayı değil, yaşamın bütününü içermelidir.

Gam yok su kıyısına şarapla gitmek gerek.
Ömrümüz, gül gibi, sade on günden ibaret.
Bu kısacık ömürde dudağımız gülümser,
Yüzümüzün ter-ü taze olması gerek.


./.

Dünyanın devleti hiç değmez sitem çekmeye,
Ne de sarhoşluğun lezzeti, elem çekmeye!
Cihanın yetmiş yıllık doyurucu neşesi,
Değer mi hiç dünyada yedi gün gam çekmeğe.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Şiraz - 2


Şiraz’da pırıl pırıl güneşin parladığı bir sabaha İrem yani Cennet Bahçesinde başladık. Herkesin kendi cennetini de, cehennemini de bu dünyada yaratma yeteneği olduğuna inanırım. 1823 yılında Nasreddin Şah’da işte burada kendi cennetini yaratmaya çalışmış. İran bahçe düzenleme sanatı dünyaca ünlü ve burası belkide bunun en güzel örneklerinden biri. Nasreddin Şah önce bahçenin tartışmasız mücevheri olan malikaneyi yaptırır, sonrada önündeki bahçeleri. Bahçe cağar bağ, yani dörde bölünmüş düzende. Su kanalları bahçenin ortasında haç şekline gelerek bahçeyi dörde bölüyor.

Malikane’yi süsleyen çinilerde ise İran İslam Cumhuriyeti’nden çok farklı bir İran’ın izlerini bulabilmek şaşırtıcı. Ben, malikanenin önündeki havuza düşen renklerinde, başka zamanların seslerini ararken, bahçe bir anda çocuk sesleri ile doluveriyor. Okulları ile geziye gelmişler. Çocuklar her yerde çocuk, kıpır kıpırlar ve fotoğraf çektirmeye bayılıyorlar. Ana okulunda kız erkek beraber okuyabiliyorken, sonrasında eğitim sistemi aman ne olu ne olmaz diye cinsleri farklı sınıflara koyuyormuş. Ana okulundaki minik prenseslere bakıyorum. Daha henüz onların başının bağlanma zamanları gelmemiş ama kimileri yinede bir başörtüsünü acemice kafalarında tutmaya çalışıyorlar.

İran, Türkiye, Orta Doğu…. Bizler aslında topraklarında bir zamanlar ana tanrıçaların dolu dizgin hüküm sürdüğü ülkelerin çocuklarıyız. Nasıl olmuşta kaybetmişiz bütün gücümüzü. Onurlandırılmak, korunmak adına kıyılara, köşelere, karanlıklara atılıp yok sayılmışız ve zaman aktıkça bir zamanlarki o eşsiz gücümüzü unutup kabullenmişiz ve bu kabullenmeyi de erdem saymışız. Bu zor soruların yanıtlarının belki artık DNA’larımızdan bile silinmiş olabileceği gerçeği o sabah cennet bahçesindeki, çocuk cıvıltılarına karışarak beni bir an derinden ürpertiyor.

Şiraz’da başka zamanların İran’ını bulabileceğiniz bir başka yerde Narencistan Sarayı. Adı ile uyumlu bahçesine girer girmez portakal çiçeklerinin kokusunu almaya başlıyorsunuz. Saray 1700-1800 lü yıllardan kalma, ancak tek bir yapı değil. Biz genellikle yabancı konukların ağırlandığı Zinat El Moluk malikanesini geziyoruz. Bahçenin bir yanında üstü kapalı şadırvan biçimli bir bölüm, karşısında ise içi aynalarla süslü,büyük camlı ama kapalı bir köşk. Sarayın bu kısmının altınada çok hoş bir balmumu heykel müzesi yapmışlar.İran’ın renkli tarihinden kişileri burada görmek mümkün.

Şiraz’da zamanı Hafız’ın ve Sadi’nin türbelerinde, sokaklarında, çarşılarında hovardaca tükettikten sonra son akşam yemeği için rehberimiz Mustafa Bey bizi genellikle Şiraz’lı ailelerin gittiği Sufi lokantasına götürüyor. İran mutfağı genellikle kebablardan oluşuyor. Cüci(tavuk) kebab, şiş kebab, bahtiyari (karışık) kebab sofraların mutlakları. Yanında da ortaya gelen koca bir tabak çoğu kez safranla süslenmiş muhteşem pilav. Önden çorba, salata ve yoğurt neredeyse standart. Kebabı çok sevmeme rağmen, öğle akşam kebab doğrusu biraz fazla geliyor. Ama İran mutfağında yemeğini çok sevmesemde patlıcan’a bademcan demelerine bayılıyorum.

Akşam yemekte canlı müzikte var. İran’da kadın şarkıcılar yasak ama uydu antenlerle yakaladıkları bizim Sibel Can, Ebru Gündeş ve Seda Sayan’a bayılıyorlar. Yemekte ki müzisyenlerimizde doğal olarak erkek. Yemeğin başlarında ağır ağır inleyen nağmeler gibi başlayan müzik sonlara doğru fıkır fıkır fıkırdamaya başlıyor. İran’da dans etmek te yasak ama malum bizlerde kapı gıcırtısında göbek atmaya başlayan bir ulusun evlatları olduğumuz için sonuçta ortaya derin bir ikilem çıkıyor. Sonuçta rehberimiz sevgili Mustafa Bey, grubumuzun hanımlarına engel olsa da, erkeklerden dayanamayıp kendini piste atanlar oluyor. Bizlerde neşe ile etraflarında onlara alkışlarla tempo tutuyoruz. Yan masalarda oturan İran’lılara bakıyorum. Oturdukları yerden bir iki çelimsiz alkış ile tempo tutmaktan fazlasını yapmıyorlar / yapamıyorlar. Anlıyorum ki devrim insanların üzerine oldukça ağır bir perde örtmüş, yemelerini, içmelerini, giyimlerini, kuşamlarını, düşüncelerini tanımlamanın dışında nasıl eğleneceklerini bile tanımlamış.

İran’lılar ise bu durumda eğlenmek için evlerine çekilir olmuşlar. Kadınlı erkekli ev ziyaretleri, yemekleri, partileri sosyalleşmenin yolu olmuş. Duyanların, görenlerin anlattıklarına göre bu ev partilerinin kimilerinde alkol su gibi içilirken, eğlencenin boyutları çoğumuzun hayallerine bile giremeyecek noktalara ulaşırmış. İstanbul’a dönerken uçakta yanıma İran’da diplomat olarak çalışan, Türkiye’yi de çok iyi tanıyan bir hanım oturuyor. Israrla ona İran’daki gündelik yaşam hakkında sorular soruyorum. İran’lı kimi ailelerin ev hallerine birinci elden tanık olmuş. ‘Sizde de, bizde de şu veya bu derecede bir aile terbiyesi vardır ama buradaki kimi ailelere diyecek bir şey bulamıyorum’ diyor kızgınlıkla. ‘Kızım olsa burada verilen görevi asla kabul etmezdim, şimdi de oğlum çok fazla büyümeden buradaki süremi tamamlayıp bir an önce ayrılmak istiyorum’ diye ekliyor yolculuğun sonlarına doğru. Her devrim beraberinde karşı devrimi de getirirmiş ama İran’da bir turist olarak gezerken bu karşı devrimi anlamak, tanımlamak çok zor ancak anlaşılan o ki, gündelik hayatın kimi son derece sıradan olaylarının yer altına çekilerek, toplumsal sağ duyunun süzgecinden geçememesi, beraberinde aşırılıkları da getirmiş.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Şiraz -1

İran minyatürleri / duvar resimleri çoğu kez çocuksu ve de orantısız çizimleri, zayıf perspektifi, ifadesiz ve donuk yüzleri ile sanki bana bu dünyadan değilmişler gibi gelir. Nedendir bilmem bir şekilde beni ipnotize ederler. İnsanlar, o resimlerde çok işlenen bir temada, ağaçların altına, çiçekli çimenlere kaykılarak oturur. Kadınlar güzel giyimlidir, erkekler ise zarif ve kadınsı. Yanlarında testileri, ellerinde bardakları eksik değildir. Ortamda derin bir huzur vardır. Ve o ortamda donup kalmış insanlara ancak şiir okuyup, şarap içmeyi yakıştırabilirsiniz.Dedikodu yapmak, çoluk çocuktan, kocadan şikayet etmek, ya da memleket kurtarma nutukları atmak onların dünyalarına ait değildir.

Bir vakitler bülbüllerin, güllerin, aşkın ve şarabın kenti diye anılmasından olsa gerek ben o insanların ülkesini hep Şiraz diye hayal etmişimdir. Şimdilerde ise Şiraz’da bülbüllerin sesi çok duyulmuyor, güllerde bir sorun yok, aşk zaten her daim var, şarabı ise ismi ile başka ülkelerdeki marketlerin raflarını süslüyor.

Şiraz etrafı çorak olsa da, yeşil bir kent. Kente girişte trafikten dolayı zor ilerliyoruz. Nedeni ise metro inşaatı kazıları. Şiraz’ın nüfusu 1,5 – 2 milyon civarında. İran’da bir kenti nüfusu ne zaman 1 milyonu geçse hemen metro inşaatına başlanırmış. Ne demeli darısı bizim başımıza ama anladığım kadarıyla bizim belediyeciler çok sevdikleri bu ülkeden getire getire sadece son dönemlerde parklarımızda arzı endam eden jimnastik aletlerini getirmişler. Ama hakkını vermek gerek, İran’lılar bu aletlere fazla yüz vermezken, bizde hit olmuş durumda.

Şiraz’daki ilk ziyaretimizi yine kutsal bir mekana yapıyoruz.Şah-ı Çerağ Türbesi. Meşhed’deki İmam Rıza’nın kardeşi Syid Emir Ahmet burada. İmam ailesine saygıda kusur etmemek gerek, dolayısıyla İran’da ikinci ve son kez olarak çarşaflarımıza bürünüyoruz. Türbenin gümüş kapıları ve iç mekandaki seramik ve ayna süslemeleri çok hoş. Ancak buraya cep telefonu sokmakta yasak olduğu için bu görüntüleri ancak hafızama kazıyabiliyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi biz yine kadınlar tarafındayız. İçerdeki hanımlar ise sanki güne gelmiş gibi. Kimi tamam duasını ediyor, namazını kılıyor ama bir kısmıda çoluk çocuk yerlere yayılmış muhabbette, hatta bir köşeye kıvrılıp uyuyanlar bile var. Ve bu arada yoğun istek üzerine mavilimon muhabirinin çarşaflı resmi aşağıda yayınlanmaktadır. Kendisini yuvarlak gözlüklerinden tanıyabilirsiniz.

Şiraz’da iki tane çok güzel camide ziyaret ediyoruz. İlki Atik Cami. İlk yapımı 9. yüzyıl, ancak o halinden kalan pek bir şey yok. Şu andaki halinden en eskiye dayandırılan kısımları 14.yüzyıldan kalma, sonrasında sürekli yenilenmiş. Burada avlu sandığımız yer aslında cami ve avlunun ortasında duran kuleli yapıda Kabe’nin tasviri. Aslında Kütüphane olarak kullanılan bu yapı Kabe’ye gidemeyenler için yapılmış. Bana sorarsanız yapanlarda gitmemiş derim ama her neyse… Bu yapının alınlığındaki çepeçevre kaligrafik yazı orijinal ve 14.yüzyıl’dan Yahya Cemali’ye ait. Renklerin onca yüzyıldan sonra hala bakanlara parıldaması inanılmaz. Cami şu anda kullanılmıyor.

İkinci cami, Nasır-el Mülk. 19.yüzyılın ikinci yarısı Kaçar hanedanlığı döneminden. Batılılaşma çabalarının ürünü olan bu cami İran Barok’unun parlak bir eseri. İç mekanı kaplayan çiçekli çiniler inanılmaz gözalıcı. İran’da öğrendiğim bir özellikte Şii camilerinde imamın yerinin halkın vekili olarak kabul edildikleri için halktan bir kademe daha aşağıda olması. Bir başka özellikte her camide görebileceğiniz üzerlerinde dua yazılı ufak kil tabletler. Bunlara da secde edilirken alın değdiriliyor. Amaç toprağa dokunmak.

Nasır-el Mülk Camisinin büyük ahşap kapısı bana İran’da onlarcasını fotoğraflayacağım kapı kulplarının ilk ve en güzel örneklerinden birini sunuyor. Soldaki kulp hanımların, sağdaki ise erkeklerin çalması için yapılmış. Şiraz bitmedi, ikinci bölüm hemen gelecek..