19 Nisan 2007 Perşembe

Yine Gidiyorum

Gezmek bazılarını bunalıma sokar diye yazıyordu, Cumhuriyet gazetesinin hafta sonu ekinde ki Göçebeler miyiz? başlıklı yazı ve devam ediyordu... Ayrılıp gitmek göbek bağını koparma duygusudur, gündelik yaşamdan ve yatağın tatlı sıcaklığından, ötekinin bedeninden ayrılmaktır. Bu mazoşist, hatta hayvansı bir sevinçtir. Yola çıkarak doğayla temasta, toprak anaya dönüp bakir bir ülkeyi fethetme gibi eskicil bir fantaziyi doyurmak söz konusudur.

Bunalıma kimler girer bilmem ama ben heyecan ve enerji dolarım seyahatlerin hem öncesinde, hem de sonrasında. Öncesi yeniye, bilinmeze yolculuktur, gidilecek yer hakkında kitaplar bulur, makaleler okur adeta adrenalinin dozunu arttırırım. Bavul hazırlamak bile inanılmaz bir keyiftir benim için. Ben öyle son gün, apar topar bavul yapmayı sevmem. Üç dört gün öncesinden bavulu ortaya çıkartır, her anın keyfini çıkarta çıkarta her gün bir şeyler eklerim içine.


Giderken değil ama dönünce daha bir telaşlı olurum. Seyahat sırasında alınan notların temize çekilmesi, fotoğrafların ayıklanması, yazıların yazılması ve tüm bunların daha dumanı üzerinde tüterken sevdiklerimle paylaşılması gereklidir. Sonrada okunacak kitaplar vardır, yepyeni bilgilerle dönmüşümdür, bunların acilen daha çok araştırılması, sindirilmesi gerekir. Şu anda Suriye nin ardından üç kitap okunmayı beklemekte masamın üzerinde.

Bu sefer dönüşün ve yeniden yola çıkışın heyecanı birbirine iyice karıştı. Yarın sabah sevgilimle beraber Güneydoğu Anadoluya gidiyoruz. Güzergahımız Van, Tatvan, Bitlis, Diyarbakır, Mardin, Gaziantep ve Antakya. Şimdilik elimizde sadece gidiş biletimiz var ama bir hafta içinde geri dönmeyi planlıyoruz.

Baron Otel - Halep

Halepteki son akşam üzerimizde, Eda, Aynur, Semiha ve ben önce taksiye atlayıp Kapalıçarşıya gittik. Yolda bizi götüren taksici Türk olduğumuzu anlayınca, bende Kürdüm diyerek bize İbrahim Tatlıses, ve Mahsun Kırmızıgül şarkıları çaldıktan sonra 500 Suriye Pound u gibi inanılmaz bir fiyat aldı. O zaman bunun fazla olduğunu bilmiyorduk ama dönüşteki taksiciye 100 pound uzatıp hiç bir itirazla karşılaşmayınca, giderken kelimenin tam anlamıyla kazıklandığımızı anladık. Seyahatlerde oluyor böyle şeyler işte.

Kapalıçarşıda küçücük bir dükkanda renkli eşarplar satan dükkanı, sahibinin sabır, sabır sesleri ile talan ettikten sonra, yorgunluk atmak üzere Suriye nin Pera Palas ı sayılabilecek Baron Otel e gittik.


Lonely Planet in Suriye kitabında yazdığı gibi, seyahatlerin mutlaka 2-3 hafta deniz yolculuğu içerdiği, hamallarca taşınan bahçe kulübesi büyüklüğünde bavulların olduğu, yerel konsolosa tanıtım mektuplarının iletildiği başka bir dönemde ( 1909-1911) inşa edilmiş Baron Oteli.

Şu anda trafiği yoğun bir cadde üzerinde, eski binaların arasına sıkışıp kalmış olsa da, ilk açıldığında, geceleri gidilmesi çok da tavsiye edilmeyen, çatısından müşterilerin yan taraftaki bataklıktaki ördekleri avlayabildiği, Halep in kenar mahallelerinden birinde bulunuyormuş otel. İki Ermeni kardeş tarafından yaptırılan Baron kısa sürede Orta Doğu daki en iyi otellerden biri haline gelerek, Şark Ekspresinde seyahat eden zengin ve ünlülerin de kaldığı bir yer olmuş. Charles Lindberg, Theodore Roosevelt, Agatha Christie, Arabistanlı Lawrence ve Atatürk ümüz bu otelde kalmış kimi kişiler.

Atatürk 1 Nisan 1916 da Tümgeneral olduktan sonra, Şam ve Halep e çeşitli görevler için gider ve nihayet 15 Ağustos 1918 de Halep e 7. ordu komutanı olarak atanır ve, 31 Ekim de Yıldırım Orduları Komutanı olana kadar orada kalacaktır.

Dışardan gelen trafiğin sesini, ve etraftaki turistleri bir süreliğine kulaklarınızdan ve gözlerinizden silebilirseniz, O nu bardaki bir masada arak ( Suriye rakısı) içerken hayal edebilmek öyle kolay ki.. Aradan geçen yüz yıla yakın sürede otelde mutlaka, en azından elektrik su tesisatı gibi kimi değişiklikler yapılmıştır ama iç dekorasyon sanırım aynı kalmış. Tüm eşyalar tepe tepe kullanılmış ama insana kendisini rahat hissettiren bir eskilikte. Tabureye otumaya çalışırken, eğer barın alt kısmında ayak konulacak yere biraz kuvvetlice basacak olursanız, koskoca bar bir anda üzerinize gelmeye başlıyor, barmenler acilen diğer taraftan bastırarak müşterilerin barın altında kalmasını önlüyorlar.

Biz Atatürk ü anarak rakı içemedik ( çünkü hiç birimiz rakı sevmiyoruz) ama bira ve kenardaki kalöriferin üzerinde ısıtılıp sıcak sıcak servis yapılan fıstak ve dandık ( fıstık ve çekirdek) eşliğinde bira içerek, otelde çok uzun süredir çalışmakta olan, barmen ve otel müdürü ile hoş sohbetler yaptık, resimler çektirdik. Keyifli bir akşam üzeriydi, ve son olarak içinde misafir olmasına rağmen, bizi kırmayarak izin verdiler ve duvarında Atatürk ün çeşitli resimlerinin asılı olduğu 201 nolu odada bir kaç tane fotoğraf çektik. Sol üst köşedeki balkonlu oda.

Baron Otel bir süre sonra kapsamlı bir tadilata girecekmiş, onu bu eski haliyle görebildiğim için mutluyum.

18 Nisan 2007 Çarşamba

Krak des Chevaliers

Lübnan sınırına yakın dağlarda otobüsle giderken, bambaşka bir Suriye de seyahat ediyorduk. Etraf ormanlık, yemyeşil, bereketli ve otobüsün camlarına hızlı hızlı vuran deli bir yağmur vardı. Bu manzaraya Mozart yakışır diyerek, ipod u kulağıma taktığımı hatırlıyorum.

Dünya üzerinde orta çağdan kalma askeri yapıların belkide en iyi korunmuşu olan Krak des Chevaliers e ulaşmaya çalışıyoruz. Dar ve döne döne kaleye çıkan yola büyük otobüs çıkamadığı için, bir yerden sonra daha ufak münibüslere geçiyoruz. Hava bize müsade ediyor ve kalenin önüne geldiğimizde yağmur kesiliyor.


Burada ilk kez 1031 yılında Halep Emiri bir kale inşa eder, Haçlı seferleri sırasında,1144 yılında daha çok Hospitallier olarak bilinen Saint John şövalyeleri burayı ele geçirir ve tekrar inşa ederler. Güvenli olarak görmedikleri kayalık tarafı, baştan aşağı yontarak, doğal bir sur haline getirirler. Aslında iç içe yapılmış kalelerden oluşan Krak des Chevaliers, bu özelliğinden dolayı, uzun bir süre Müslümanlarca ele geçirilememiştir. Arap tarihçi İbni Al Atir yazdığına göre, Müslümanların boğazına saplanmış bir kemik parçasıdır kale.

Üzerinde rahatça gezilebilen kalın surları, ahırları ,mutfakları, tuvaletleri, kilise/camisi, yaşama alanları, yemek salonu ve kale komutanının yaşadığı iç kalesi ile öylesine iyi korunmuş durumdaki, etrafta gezinen şövalyeleri, mutfakta pişen yemekleri, etrafta koşuşturan çalışanları düşleyebilmek için, hayal gücünüzün fazla mesai yapmasına hiç gerek kalmıyor. Normal zamanlarda ikibin kişi yaşarmış burada.

Boğazdaki kemikten kurtulmak en sonunda Memlük sultanı Baybars a kısmet olur. Uzun süren bir kuşatmadan sonra dıştaki kaleleri ele geçirir ama şövalyeler en içteki kalede direnmektedirler. Şövalyelerin ve Memlükların son geldikleri bu noktalar birbirine o kadar yakındı ki, her iki taraf içinde, düşmanı ile adeta göz göze gelip, hiç bir şey yapamamak son derece sinir bozucu olmuş olmalı.

Şövalyeleri iç kaleden çıkartamayacağını anlayan Baybars en sonunda hileye başvurmak zorunda kalır. Şövalyeler bir mektup yazarak Trablus kontundan yardım istemişlerdir, ancak bu mektup, Baybars ın eline geçer. Cevabı da, kontun ağızından yine Baybars tan gelir. Kont yardıma gelemeyecektir ve şövalyelere teslim olmalarını öğütlemektedir.

Baybars kaleyi aldığında en çok şövalyelerin yemek salonundan etkilenir. Kaburgalı çapraz tonozlarla süslenmiş koridoru bu türün ilk örneklerindendir. Bu Gotik tarz buradan Fransaya gidecek ve Katedrallerde kullanılmaya başlanacaktır. Salonu zengin eşyaların yanı sıra, duvarlarına oyulmuş pek çok yazıda süslemektedir. Yazıların hepsini teker teker tercüme ettirir ve biri hariç diğer hepsinin silinmesini ister. Bir pencere kenarında bugünde görülebilen yazı şöyledir.

Eğer zarafet, akıl ve güzellik size verilmişse, kibir ve gururun bunlara eklenmesi, tüm bu niteliklerin lekelenmesine neden olur.

17 Nisan 2007 Salı

Zenobia

Bir önceki yazımda Suriyeli kadınları anlatmıştım. Bu sefer Suriyeli bir kadını anlatacağım. Palmira şehrinin kraliçesi Zenobia. Selahattin Eyyubi ile birlikte Suriye topraklarının en önemli iki isminden biri. Ben ilk kez adını burada duydum, nerede ise Roma imparatorluğuna diz çöktürteceğini öğrendiğimde de çok etkilendim.

Zenobia nın babası Roma vatandaşı da olan bir Bedevi soylusu ve Palmiralı bir senatör. Annesi doğumda ölen Zenobia nın eğitimine çok önem veriyor. Mısır dilini, Yunancayı, Aramiceyi ve Latinceyi konuşabilen Zenobia, tarihe çok meraklı, Homer ve Plato yu okuyor. Kervanlarla bölgedeki diğer yerlere seyahate çıkıyor. İçki içmeyi seven, avlanmaktan çok keyif alan ,güzel akıllı ve çok çekici bir kadın.


258 yılında, 20 yaşına geldiğinde Palmiranın kralı 60 yaşındaki Septimus Odaenathus ile evlenir. Romalılardan nefret eden Zenobia bu evliliği iktidara ulaşmada bir amaç olarak görmektedir. Odaennathus un ikinci evliliğidir. Tahtın varisi ise kralın ilk evliliğinden olan oğlu Hairan. 266 da Zenobia nın kendi oğlu doğar, Adı Tanrıçanın armağanı anlamına gelen Vaballathus tur. Bir yıl sonra 267 de hem kral hemde oğlu suikaste uğrarlar. Bu ölümlerden Zenobia ne kadar sorumludur çok bilinmez.

Oğlu kral ilan edilir ancak henüz çok küçük olduğu için Zenobia onun adına yönetimi eline alır. Kocası hayattayken meclis toplantılarına katılarak, hatta hasta olduğu zamanlarda onun adına meclisi bizzat yöneterek siyaseti öğrenmiştir.

Bu sırada Romalılar zor durumdadır. Gotların kuşatması ellerini kollarını bağlamış durumdadır. Bu fırsattan yararlanan Zenobia Doğu Roma imparatorluğunu Sasanilerden korumak adına yeni bölgelerin işgaline başlar. Çok iyi bir binici ve ordusundaki askerlerle beraber, gerektiğinde 5-6 kilometreyi sorunsuzca yürüdüğü yazılmıştır. Ankara, Kadıköy, Filistin ve Lübnan a kadar gider. Antakya yı işgal ettiğinde Roma ya burayı senin adına işgal ettim diye mesaj yollar. Daha sonra İskenderiyeyi de alır ve burada affedilmez olanı yaparak kendi ve oğlu adına para bastırır. Bu Romaya karşı başkaldırının tam adıdır. Bir süre sonra Roma ya tahıl sevkiyatını da durduracaktır. Amacı Romayı yıkıp, iktidarı Palmira ya taşımaktır.

Tam da bu sırada, hep söylendiği gibi kaderin bir cilvesi olarak ( cilve değildir nedenleri mutlaka vardır ama ben bilmiyorum) Gotlar Roma kuşatmasını kaldırırlar. Bunu duyan Zenobia Roma ya bağlılık mesajını gönderir ama artık Roma ona güvenmemektedir.

Roma imparatoru Aurelian yüzbin kişilik bir ordu toplayarak Palmiraya hareket eder, Zenobia onu Anadolu da beklemektedir ancak kendi ordusu yirmibin kişiliktir. Zenobia geri çekilmek zorunda kalır. Nihayet Roma Palmirayı kuşatır, ancak Kraliçe gerekli hazırlıkları yapmıştır. Her gece şehrin meydanlarında ziyafetler verip, eğlenceler düzenlemekte adeta Romalılar la eğlenmektedir. Ancak Romalıların çevredeki Bedevilerle işbirliğine gitmesi Zenobia nın planlarını bozar. Bir gece gizlice bir deve sırtında şehirden ayrılarak eski düşmanı Sasaniler le anlaşmak üzere yola düşer, ancak Fırat nehri kıyılarında yakalanır.

Tüm gururuna karşın şehrini kurtarmak adına Roma imparatoru önünde diz çöker, kendisinin değil ama Palmira nın bağışlanmasını ister. Çok sevdiği şehrinin yıkılıp yağmalanması en büyük korkusudur. Aurelian onun bu isteğini kabul eder, oğlu ile birlikte esir alınarak Roma ya doğru yola çıkartılır. İstanbul boğazını geçerken oğlu öldürülür. 274 yılında altın zincirlere vurulmuş olarak Roma da ortaya çıkacaktır. Onun güzelliğinden ve zekasından çok etkilenen Aurelian ona Tivoli yakınlarında bir villa verir.

Zenobia nın bundan sonraki hayatı için iki farklı hikaye var. İlki ve en kabul görenine göre. Zenobia Romalı bir yönetici ve senatör ile evlenerek, büyük bir lüks içinde yaşamış, Roma aristokrasisi içinde bir filozof ve sanatçıların koruyucusu olarak hayatını sürdürmüştür. Bu evliliğinden kızları olduğu ve onların da önemli Romalı asillerle evlendiği söylenir.

İkinci hikaye ise bir süre imparatorun metresi olmak zorunda kalan Zenobia nın, Aurelian ın yeni bir Sasani seferine çıktığı sırada Trakya da suikaste gitmesinden sorumlu olduğu, ve bunun ardından da intihar ettiğidir.

Palmira da ise, Zenobia ayrıldıktan sonra bir ayaklanma ortaya çıkar. Daha önce şehri affetmiş olan imparator bu kez acımasız davranır ve Roma ordusu geri gelerek Zenobia nın sevgili şehrini yıkıp yağmalar ve büyük ölçüde harabeye çevirir.

Tarihsel kimi bulgular Zenobia nın Roma daki hayatı ile ilgili olarak ilk hikayeyi destekler nitelikte olsalar da, ben ikinci hikayeye inanmak istiyorum. Böylesine hırslı ve akıllı bir kadının ömrünün geri kalanını, oğlunu öldüren, şehrini yok eden insanlarla beraber, içki içip, söyleşip,eğlenirken düşünmekte zorlanıyorum.


Zenobia nın şehri Palmira 1. yüzyılda kurulup yaklaşık 250 yıl ömrü olan bir şehir. Kendi Tanrıları olan tipik bir Roma şehri olmanın yanı sıra, rafine ve zengin bir yaşama sahip kendi tarzını ve felsefesini yaratmayı başarabilen bir kent. Eğer Suriye de sadece tek bir yere gitme şansınız varsa, bu seçiminizi Palmira dan yana kullanmanızı tavsiye ederim. Halen ayakta olan sütunlu yolları, mezarları, tapınakları ile çölde kesinlikle bir vaha.

Zenobia nın resmi Herbert Schmalz dan. Altın zincirlere vurulmuş Roma ya tepeden bakan bir kraliçe

Suriyeli Kadınlar

Suriyede kadınların büyük çoğunluğunun başı kapalı. Arada siyah çarşaf giymişler ve daha da ileri giderek yüzünü peçe ile kapatmışlara rastlansa da, büyük çoğunluk bizim tesettür diye bildiğimiz tarzı benimsemiş durumda.


Başı açık kadınlara Şam da daha fazla rastlansa da, Şam a göre daha enerjik, daha yaşayan bir şehir olan Halep te daha az. 1980 lerde Müslüman Kardeşlerin kalesi haline gelmiş olan Hama şehrinde ise, benim kısa süreli gözlemime göre,yok. Hama şehri, şu anda işlevlerini yitirseler de, Asi nehrinden su çekmekte kullanılan, değirmen çarkları- naureleri- ile ünlü. Şu anda geniş bir restorasyon çalışmasının sürdüğü Osmanlı mahallesi de çok güzel. Tekrar kadınlara dönecek olursak, Hama da kaldığımız yaklaşık iki saat içinde, ben sadece bir tane başı açık kadın gördüm. O da belki, Suriye nüfusunun yüzde on unu oluşturan Hristiyanlardan biri olabilir diye düşündüm.

Göründüğü kadarıyla Hristiyanlar Suriye de oldukça rahat yaşıyorlar. Kendi mahalleleri var, şehirlerin en güzel ve hareketli yerleri de buralar. Ülke genelinde 800 tane ibadete açık kilise bulunuyormuş. Bizim Şam da bulunduğumuz sırada, Paskalya yı sokaklarda ayinlerle kutluyorlardı. Suriye ye çok büyük bir kültürel zenginlik ve renk kattıkları ortada. Bizde de bu renklerin olmamasına üzüldüm. 600 yıl Osmanlı da beraber yaşadıktan sonra, ne oldu da biz bu kadar hoşgörüsüz olduk, nerede koptuk diye düşündüm, cevabını bulamadım.

Suriye de kadınların başı bağlı ama, özellikle gençlerde bu biraz sahte duruyor. Daracık pantalonlar, daracık bluzlar, bedenin tüm kıvrımlarını ortaya çıkartırken,gözlere çekilmiş sürmeler, iyice inceltilmiş kaşlar, boyanmış dudaklar sizi ısrarla bunların sahibine bakmaya çağırıyor.

Kadınların iç dünyalarını anlamak içinse biraz dükkanlara bakmak yeterli. Ben şu ana kadar gezdiğim yerler içinde en çok kadın iç çamaşırı satan dükkanı bu ülkede gördüm. Hemde öyle beyaz yada ten rengi, kotondan yapılmış işlevsel içgiyimi satan yerler değil bunlar. Neredeyse hepsi renkli, panter desenli, şeffaf, kurdelelerle, tüylerle süslenmiş ufacık şeyler.

Halep teki son akşamımızda Güneş Hanım ve eşi Gürel beyle yediğimiz kebabları, mezeleri, hiç olmazsa biraz sindirelim diye, kaldığımız otelin yakınlarındaki, bizim Osmanbey adını taktığımız caddede kısa bir yürüyüş yaptık. Sağlı sollu, neredeyse sadece ayakkabıcıların oluşturduğu bir cadde. Belki yüzden fazla büyüklü küçüklü dükkan var ama ilaç niyetine düz siyah bir ayakkabı arasanız, mümkün değil. Herşey ya parlak, fosforlu renklerde yada payetlerle boncuklarla işlenmiş, lame yada dore stilettolar ağırlıkta. Çantalar da ayakkabılarla uyumlu.

Gezinin sonlarına doğru, Suriyede aslında kadın olarak rahat seyahat ettiğimizi konuştuk. Ne peşimize ısrarla takılıp konuşmaya çalışanlar oldu, ne de tacizkar bakışlar. Fakat şurası bir gerçek ki, öyle iç çamaşırları ve ayakkabılar giyen kadınları olduktan sonra, kanvas bol pantalonlarımız, eski t-shirt lerimiz, en rahat spor ayakkabılarımız, ve makyajsız solgun suratlarımızla, adamlara bizde çok yavan gelmiş olsak gerek.

Fotoğraflar: Halepten çöldeki Resafe kalesine giden yol üzerinde çevre köylerden gelenlerin oluşturduğu bir Pazar yerinden.

16 Nisan 2007 Pazartesi

Bir Yüzük Bir Hikaye - Şam

Halepte ki eski çarşıdan bir yüzük aldım. Yuvarlak gümüş bir zemin üzerinde hoş bir kaligrafi ile Arapça bir yazı var. Kuran dan bir ayet olan yazının tercümesi yaklaşık şöyle bir şey: Tanrının yüzünden başka herşey bir gün sona erecektir.

Ölümler, cenazeler, mezarlıklar bende hep ikili bir duygu uyandırmıştır. Bir taraftan kaybetmenin, bitmenin verdiği hüzün ve keder, diğer taraftanda, bir gün herşeyin nasıl olsa biteceği ve yaşadığımız her andan keyif almamız, belki daha da çok kendimizi, sahip olduklarımızı çok da ciddiye almamamız gerekliliği. Bu duyguları en keskin şekilde babamı kaybettiğimde yaşamıştım., Bir yanım acıdan hissizleşmişti, bir yanımda boşver işteki sorunları, sevgilinin seni aramamasını, bunların hepsi gelip geçici sen hiç vakit kaybetmeden yaşamana bak, yapmak istediğin ne varsa yapmaya çalış diyordu.

Sanırım ondan sonra hep aklımın bir köşesinde kaldı, en büyük üzüntülerinde, en büyük mutluluklarında geçici olduğu, kendimi her ikisine de çok fazla kaptırmamaya çalıştım.

Bu duyguları Şam daki küçük bir mezarlıkta da yaşadım. Süleymaniye medresesinin yanında küçük bir Osmanlı mezarlığı var. Hanedan dan ya da dönemin yöneticilerinden 40-50 kadarının mezarı burada. Tarihsel açıdan en önemli ama en mütevazi mezarlardan biri ise Osmanlının son padişahı Sultan Vahdettin e ait.

Vahdettin 4 Temmuz 1918 de tahta çıktığında 57 yaşındaydı. Çok uzun bir süre beklemişti tahta çıkmayı Çengelköy deki köşkünde, ama o gün önce bir istimbotla Sarayburnu iskelesine yanaştı...Nazılar heyeti,ve mabeyin erkanı, Enderun memur ve hademesi Topkapı Sarayının yaldızlı kapısı önünde dizilerek selam vaziyetine geçtiler. Vahdettin beraberinde Enver Paşa olduğu halde iskeleden itibaren kendini taşıyan arabadan indi, gayet vakur bir şekilde yürüyerek Bağdat köşküne girdi...

Bir süre Bağdat köşkünde istirahat etti...Daha sonra yanına yeni veliaht, amcazadesi Sultan Abdulaziz in oğlu Abdülmecit Efendi yi alarak Babüssade pişgahına gitti ve Osmanlı töreleri gereği orada kurulmuş olan zümrütlü tahta çıktı.

Bu sırada İstanbul da top sesleri ile yeni padişahın tahta çıkışı ilan ediliyor...Bütün Osmanlı şehzadeleri, ileri gelenleri, din adamları, askeri, mülki erkan Vahdettin e biat ediyordu..

Bir sonraki tarih 15 Mayıs 1926 San Remo da Villa Manolya. Aradan 8 yıl ve pek çok olay geçmiş.. Az sonra daima yakında bulunan Nevzat Kadıefendiye seslenerek:
-Biraz safram kabarıyor bana bir tas getir, demiş ve derhal gelen tasa pek az miktarda kusmuştu..
Ve sonra:
- Aman şu leğeni dök de burada pis pis kokmasın!.. İsteği üzerine Nevzat Kadı efendi leğeni döküp temizlemiş.. Odaya döndüğü zaman Sultan Vahdettin i şezlongu üzerinde cansız bulmuştu. Son Osmanlı padişahının hayata veda ettiği son dakikalardı bunlar...

San Remo da alacaklılar, icra memurları cenazenin kaldırılmasını 4-5 gün engelledi. Para bulmak için çantası kırıldı ama içinden elmasları pırlantaları sökülüp satılmış, nişanlarından başka bir şey çıkmadı. Alacaklıları oyalamak için onlarla villanın salonunda pazarlık edilirken Prens Ömer Faruk ve Tahir bey tabutu gizlice evin arkasından çıkartıp, bir at arabasına yükleyip, halıların altına gizlediler ve tabut San Remo tren garına böyle ulaşabildi.

Yüzyıllarca kralları, şahları dize getiren, dönem dönem onları himayesi altına alan, ‘ dünyadaki bütün denizlerin ve bütün kara parçalarının ‘ ulu hükümdarı, Osmanlı İmparatorluğu nun son padişahı Sultan Mehmet Vahdettin in tabutu, alacaklılardan, haciz memurlarından böylece kaçırılmıştı!..Tek atlı yük arabası ile San Remo sokaklarında sarsıla sarsıla ilerliyor, son Osmanlı padişahı son yolculuğuna çıkıyordu...

Bu yolculuk doğduğu şehire en yakın İslam toprağı olan Şam da sona erdi. Yüzüğümü her taktığımda hatırlayacağım bir hikaye olacak bu...

İtalik yazılar Yılmaz Çetiner in Son Padişah Vahdettin adlı kitabından

14 Nisan 2007 Cumartesi

ŞAM

Yeni bir şehire gece geç vakitte ulaştıysanız, taksi yada otobüs sizi hızla alır otelinize götürür. Camdan dışarı bakıp bir şeyler yakalamaya çalışırsınız ama gece herşeyi perdeler. Karanlık ve cadde aydınlatmaları üç aşağı beş yukarı her yerde aynıdır zaten.

Şam pek çok tarihçi tarafından, dünyanın üzerinde halen insanların yaşamaya devam ettiği en eski kenti kabul ediliyor. Sabah otelin perdelerini açıp sokağa ilk baktığımda da, benimde ilk gördüğüm bu eskilik oldu. Eskimiş evler, eskimiş arabalar,eskimiş yollar ve köprüler. On gün sonra yapılacak parlamento seçiminde yarışan adayların en ‘cool’ pozlarını verdikleri kağıt ve bez afişler her bir duvarı, her bir boşluğu doldurmuş, salkım saçak oradan buradan sarkıyor.


Karşınızda ki ister yeni tanıştığınız bir insan olsun, yada yeni geldiğiniz bir şehir, ilk izlenim bir şekilde hep kalıcıdır benim için. Yanıldığım tabi ki olur ama, o ilk görünüm yanılınmış bir görüntü olarak hep aklımda kalır. Sonra tabii bir de kokular vardır. Ben koku duyusu iyi olan biri değilimdir ama kimi kokulardan kaçamazsınız. Hindistan da havaalanına indiğiniz andan itibaren her yer baharat kokar. Bambaşka bir dünyaya geldiğinizi anlarsınız.

Şam ın kokusu ise egzos. Sokağa çıktığınız andan itibaren kaçabilmek mümkün değil. Hele eski şehrin daracık sokaklarında arkanızdan bir araba gelip, sizi bir kapı aralığına sıkıştırıp, adeta duvarlara sürünürcesine geçip gittiğinde, arkasında bıraktığı egzos dumanından ve kokusundan açıklık bir alana çıkana kadar kurtulmak mümkün değil.

Şam da neler mi yaptım... Üç bin yıl önceden kalma bir Jüpiter tapınağının üzerine yapılan İslam ın en görkemli yapılarından biri olan Emeviye camisinde dolaştım, içeri girmek için kadınların giymesi gereken çador beni rahatsız etsede, hayran kaldım. Burada bulunduğu iddia edilen iki kesik baş a ( Vaftizci Yahyanın ve Hz Muhammedin torunu, Hz Alinin oğlu Hüseyinin) dua eden insanları izledim. Osmanlıdan kalma Azem Sarayında, Süleymaniye tekkesinde, Hicaz garında ve mezarlıklarda, bizden izler buldum, kimi zaman hüzünlendim. Hamidiye çarşısının kalabalığına girip, sedef işlenmiş mobilya pazarlığı yaptım, kimi parçalar götüremeyeceğim kadar büyük olduğu için hayıflandım. Yine çarşıdaki, günün her saati önünde yoğun bir insan kalabalığı olan dondurmacıdan itiş kakış dondurma alıp yedim. Sadece tek çeşit, vanilyalı var ama tadı güzel. Müzesinde Ebla, Ugarit ve Mari uygarlıklarından kalma parçalarla ilk kez karşılaştım. Hristiyanlığın bir din haline gelmesini sağlayan Aziz Pavlos un burada gözlerinin açılmasının ve Hz Muhammedin Şam şehrine gelmeyip, neden sadece uzaktan baktığının hikayelerini dinledim.

Seyahat etmenin bir başka keyifli yanıda yeni insanlar tanımak. Gittiğiniz yerde tanıdığınz insanlardan bahsetmiyorum. Onun da ayrı bir keyfi var ama benim anlatmaya çalıştıklarım, eğer bir grupla seyahat ediyorsanız, beraber olduklarınız. Düşünceleri, duyguları, ilgileri, hayata bakışları sizinkine oldukça benzer insanlarla tanışıyorsunuz, bol bol konuşma fırsatınız oluyor. Bazen kimileri en iyi arkadaşlarınızdan biri oluyor. Bu seyahate de, ilk kez Küba gezisi sırasında tanıştığım sevgili arkadaşım Semiha ile çıktım. Bana fotoğraflar ve tuttuğum notlar konusunda çok yardımcı oldu. Suriye hakkında yazacağım kimi yazılarda belki onun fotoğraflarından da kullanacağım. Ayrıca bu gezide Aynur ve Eda ile tanıştık. Önümüzdeki günlerde Suriye den aldıklarımız giyip, takıp takıştırıp, Suriye yemekleri yapıp Semiha nın evinde buluşacağız. Belkide başka seyahat programları da yaparız.
Fotoğraflar sırası ile, Hamidiye Çarsı girişi, Emeviye Cami içi, Semiha ile Krak des Chevaliers önünde.

4 Nisan 2007 Çarşamba

Gidiyorum...

‘ Bir yerde oturup anıların birbiriyle uyum içinde aklımıza düşmesini beklemekle hiçbir şeyi hatırlıyamayız. Onları bulmak ve saklandıkları yerden çıkarmak istiyorsak seyahat etmek zorundayız’
Milan Kundera – Gülüşün ve Unutuşun Kitabı



Bugün akşam uçağı ile Suriye ye uçuyorum. Şam, Bosra, Kanavat,Maalula, Palmira, Hama, Ebla, Halep, Ugarit, Lattakia programdaki duraklar.

Her zaman olduğu gibi hafif bir telaş ve heyecan içinde bavul hazırlayıp, alınacakları tekrar tekrar kontrol ediyorum. Her hava durumuna karşı durulabilecek kıyafetler alındı, telefon, fotoğraf makinesi ve i pod şarj ediliyor, not defterleri, ilaçlar, kozmetikler ve tabiki pasaport ve paralar çantaya konuldu , şimdilik herşey tam gözüküyor...

13 Nisan da bol bol Suriye havadisleri ile görüşmek üzere...

Fotoğraf: Tayland daki bir tapınaktan sunu

1 Nisan 2007 Pazar

Padong Kadınları

Dün akşam aradan bir yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen Aralık 2005 tarihinde Tayland - Myanmar gezisini yaptığımız gruptan 9 kişi toplanarak Selim in gezi sırasında çektiği 3000 den fazla fotoğraf arasından seçerek oluşturduğu bir dia gösterisini izledik. 15-20 kiloluk koca fotoğraf çantaları ile oradan oraya hiç durmadan koşturmasının sonuçları harika olmuş. Grubun en çalışkanı ise Meriç ti. Aradan geçen onca zamandan sonra hala Tay ve Burma dillerinde kimi kasaba yada tapınak adlarını hatırladığına inanamadığım için çalışarak geldiğini düşünüyorum.

13 günde 9 kez uçak değiştirerek yaptığımız seyahatten geriye pek çok anı ile döndüm, zaman içinde kimileri soluklaşsa da Tayland ın en kuzey batı noktasında yaşayan Padong yada uzun boyunlu kadınlar bir şekilde hep aklımda kaldılar. Tayland lı olmasalarda, Tayland denince ilk aklıma gelenler onlar oldu nedense.

Padonglar aslen Myanmarlı, Bu ülkedeki en büyük etnik azınlıklardan biri olan Karenlerin bir alt etno linguistik grubuna aitler. Karenler savaşçı ve özgür ruhlu insanlar olmaları nedeni ile Myanmardaki askeri yönetim tarafından özellikle baskı altında tutuluyorlar. Tayland baskıdan kaçıp geldikleri bir ülke.

Bizim ziyaret ettiğimiz köye, Mae Hong Son dan tekneyle yaklaşık yarım saatte ulaştık. Oldukça ilkel şartlarda, ahşap ve sazlardan yapılmış evlerde yaşıyorlar ve bu bölgede buna benzer, 5-6 köy daha varmış. Köye girmek için belirli bir ücret ödeniyor, ve bu paraların bir kısmıda Myanmar dan ayrılmak isteyen yarı politik bir Karen grubunun mücadelesinin finansmanına gidiyormuş.

Ben kadınların boyunlarının, taktıkları halkalar sonucu, zaman içinde uzadığını zannediyordum ama anatomi cahilliğim burada ortaya çıktı ki, tam aksine köprücük ve omuzdaki kemikler aşağı doğru itiliyormuş. Boyuna ve dizlerine taktıkları halkaların ağırlığı yetişkin bir kadında ortalama 5 kilo ya ulaşırken, 22 kilo taşıyanına bile rastlanmış. Burada kendi dokudukları tekstil ürünlerini satıyorlar.
Kadınların boyunlarına neden halka takmaya başladıkları ile ilgili çeşitli hikayeler var. Birisi, köylerini terk edip diğer kabilelerden erkeklerle evlenmemeleri yada Burmalılara esir düşmemeleri için özellikle erkeklerin gözünde kendilerini çirkinleştirmeye çalışmaları ve zamanla bunun bir gelenek haline dönüşmesi. Bana göre, asıl güzel olanı ise kadınların bir ejderhanın soyundan geldiklerine inanmaları ve boyunlarını ejderha boynuna benzetmeye çalışmaları.


Kadınların bunları zorla taktığına inanmıyorum ki anlatılanlarda bu doğrultuda, gördüklerimde. Bir kere kadınlar büyük bir gurur içinde taşıyorlar halkalarını.Özellikle herkes halkalı çocukların fotoğraflarını çekerken, halka takmamışların mahzun bir şekilde kenarda kalmaları insanı üzüyor. Kendileride arkadaşları adına üzülüyorlar olacak ki resmini çektiğim üç küçük kız, el kol işaretleri ile beni adeta zorla iterek kenarda oturan halkasız arkadaşlarının resmini de çektirmişlerdi. Uzun boyunlu kadınların dışında köyde yaşayan ve bu halkalardan takmamış pek çok kadın ve çocukta vardı etrafta. Bana, bir mite olan inançları yüzünden, böylesi bir yükü taşımaya başlamaları daha mantıklı ve daha romantik geliyor.