24 Haziran 2008 Salı

Babakale

Turan Gökmenoğlu ile Hürriyet Gazetesinde çıkan Datça ropörtajım sonrası tanıştık. O bana biraz daha Datça’yı sordu, sonrada bir şiir ve fotoğraf aracılığı ile Babakale’sini anlattı. Öylesine güzel anlatıyordu ki, kendisinin iznini alarak mavilimon’da herkesle paylaşmak istedim. Gönül verilen bir yerin anlatımı bambaşka oluyor. Turan bey’in dizelerini okuduktan sonra sanırım sizde bana hak vereceksiniz.

Bu arada ben Babakale’ye hiç gitmedim. Bir internet sitesinde şu satırlarla anlatmaya başlamışlar: Anadolu’nun volkanik tepeler ve zeytin ağaçları ile kaplı batı ucunda zamanın yüzyıllardır değiştiremediği bir balıkçı köyü saklı:Babakake.
Gün boyu renkli gövdeleriyle masmavi sularda salınan tekne ve sandalların girip çıktığı küçük limanı, eski zaman fotoğraflarını anımsatan köy meydanı, en yenisi 100 yıllık beyaz badanalı taş evler, tarihi kale, asırlık çınarlar, nefis balıklar, yumuşacık kalamarlar diye de devam etmişler…

Bu satırlar ve Turan Bey’in şiiri. Şimdi gitmek şart oldu işte……

Bu arada mavilimon yaz tatiline girmedi, sadece internete ulaşamıyor o kadar :)

BABAKALE

Bu sabah gün ağarırken
Koşup geçtim yollarından
Rengarenk taşlıydı kaldırımların
Daha hiç biri uyanmamıştı sevgililerin
Balıkçıların inmemişti kayıklarına
Güneş henüz Köyceğiz’deydi
Belki de oyalanıyordu
Marmaris’te, Turunç köyünde
Mehmetçik nöbet yerinde
Uykusuzluğunu fısıldadı selamında
Bir kızıl tilki su içiyordu Akliman çeşmesinde
Gelinciklerin kokusu sinmişti her gölgeye
Henüz yeni çıkmıştı denizlerin kıralı orfoz
Yeşim kayaların derininden
Günlerdir uykusuzum
Karanlıklarla yıkadım yüzümü
Bir saate kalmaz gelir Babakale otobüsü.

Ezineden kalkalı bir saate yakın oldu
Geyikli’den balık kokularına bürünüp
Kestanbol’da kaplıcalara uğramıştır
Kösedere’den ekmek alıp
Babadere’den Hilmi’nin peynirini
Kırmızı kayalarını aşımıştır Tuzla’nın
Yollarda traktörler
Taşıyordur bahçelere umudunu
Mustafa amca, Naime teyze
Aysel’le Birsen de inmiştir ovaya
Tuzla köprüsü
Nasıl da gururlanmıştır akan suya
Çakılların arasında oynaşır şimdi
Gümüşe bulanmış kefallar
Gülpınar uyanmıştır sabah ezanına
Güneş artık Akliman’dadır.

Gözlerim ufuklara yaslanır kan çanağı
Ümidim bu otobüstedir gelirsen
Artık balıkçılar da uyandı uykusundan
Kayıklar birbirinden telaşlı
Dalgalar hırçın
Kayalar umarsız
Ağlar salınır nazlı nazlı
Baba burnu ile Midilli’nin koynuna
İhtiyarlar toplanıyor Mesut’un kahvesinde
Gözleri yoldadır
Kim bilir kimin gizliden gizliye
Bir benimki aşikare
Ezine-Babakale otobüsünün sesi
Sedir çamlarının iğnelerinden döküldü
Tozu dumanı kendinden önce gelir
Kucaklaşır Babakale’nin burçlarıyla
Hafif bir kıpırdanma oldu köy meydanında
İki çocuğuyla bir kadın indi
Bir elinde kar beyazı çanta
Diğerinde yılların özlemi vardı
Benim yolcum
Belki de bir başka sefere kaldı...

Turan Gökmenoğlu

Göztepe, 16 Şubat 2006
Teşekkürler Turan Bey,

16 Haziran 2008 Pazartesi

Kemer'de Rus Kadınlar..

Artık Kemer günlerinin sonuna yaklaştık. Kemer’in doğasının ve denizinin güzelliğinden, çevresindeki kimi yerlerden daha önceki yazılarımda kısa kısa bahsettim, ama yazabileceklerim geldi o noktada tıkandı. Sonunda geldik malum konuya... Kemer’deki Rus kadınlar...



Türk turizmcilerin hem şikayet edip hemde uygulamayı ihmal etmediği, her şey dahil sistem, Kemer’e düzenli olarak bir Rus turist akınını sağlamış. Başka ülkelerden ve Türk turist son derece az...Sonuçta Slav ırkının sarışın, uzun boylu, güzel ve seksapeli bol kadınları Kemer’in sokaklarını istila etmiş. Seksteki özgür yaklaşımları ise, bizim buradaki erkekleri deyim yerindeyse, şekerci dükkanına düşmüş şımarık çocuklara benzetmiş.. Bu arada pek çoğu artık o kadar dumura uğramış vaziyetteki her kadını Rus ve tam tabiri ile kolay zannetmek de dünyalarının bir parçası olmuş. Bu durumu anlatan en iyi görüntüyü ise bir markette yakaladım. Arz talep meselesi, pratik Rusça konuşma klavuzu, prezervatif standında..





Şu ana kadar dünyanın dört köşesinde , pekçok şehrin sokaklarında dolaştım ama kesinlikle kendimi son derece rahatsız hissettiğim yer Kemer oldu. Israrla herkese Türk olduğumu, kafalarındaki Rus ve dolayısıyla kadın imajının dışında bir yerde olduğumu ispatlamak zorunda hissettim kendimi. İnsanı kesinlikle yoruyor. Zorun neydi boşverseydin diyebilirsiniz, ama özellikle geceleri sakin sakin kendi halinizde dükkan vitrinlerine falan bakıp dolanırken, etrafınızda sizi taksi ile dolaşmaya, yada diskoya davet eden Türk erkeklerinden kurtulmanın yolu, komik ama, Türkçe konuşmak. Anadilimi konuşmama rağmen kimilerini hala inandırmakta zorluk çektiğimi söylemeliyim. Neymiş, çünkü ben uzun boyluymuşum dolayısıyla Rus’a benziyormuşum :) Otelin plajında çalışan çocuğun bir kaç seferden sonra, beni uzaktan görünce ‘Rus’a benzeyen Türk Abla’ adıyla çağırması ise Kemer günlerimin hit’i oldu.



Neyse kendi şikayetlerimi bir kenara bırakıp, Rus kadınları hakkındaki gözlemlerimi ve duyduklarımı yazmaya başlayayım.

*Öncelikle büyük çoğunluğu, efsane şekilde anlatıldığı kadar güzel değiller. Aralarında pek çok mankeni yaya bırakacak fizikte olanlar var ama sayıları oldukça az... Pek çoğu, pek çoğumuz gibi sıradan fani dünyalılar işte...


*Sarışınlar oldukça az, sarışın zannettiklerinizin çoğunluğu ise Loreal sarışını...


*Seksiler mi?? Erkek gözüyle sanırım kesinlikle evet ama kadın gözüyle bakıldığında seksi olmaktan anladıkları giyebildikleri kadar kısa etek giymek, ve yürüyebildikleri kadar yüksek topuklar üzerinde yürümek.


*Çoğunluğunun giydikleri, taktıkları takıştırdıkları iki kelime ile ifade edilebilir: rüküş ve tapon..


*Giydikleri yada daha doğru bir tabirle giymedikleri kıyafetler kesinlikle hadi gel beni...(sansür)..dedirten cinsten. Zaten vermek istedikleri mesajda bu. Yoksa bir kadın neden o zaten yok olan kıyafetleri giyer ve gece vakti aheste aheste sokaklarda dolanır ki..


*Akıllılar mı, nelerden hoşlanırlar, dünyadaki olayları takip ederlermi pek bilen yok. Dendiğine göre gecelik konuşmalar bir kaç basit İngilizce cümle ve kelimenin dışına pek çıkamıyormuş.


*Çevremdeki erkeklerin anlattıkları ve benimde gözleyebildiğim kadarıyla, onlarla beraber olmanız için çok da bir çaba harcamanıza gerek yok. Gecenin ilerleyen saatlerinde, vücutlarındaki alkol oranı arttıkça onlar gelip sizi buluyor. Söylendiğine göre olta atmaya bile gerek olmuyor, kepçe ile avlıyabiliyormuşsunuz.


*Belki birilerinin günahını alıyorum ama Kemer’e yalnız gelipte bu mevsimlik ava katılmayan erkek yok. Bazılarının ise nirvanaya burada ulaştığı kesin. Normal şartlarda yanına 50 metreden fazla yaklaşamayacağı fiziksel özelliklere sahip, kendisinden bir kafa boyu uzun bir kadının elini tutup, sokaklarda dolaşmak, sonrada otele atmak, kısa boylu, esmer, tıknaz, bol tüylü ve yakışıklı (!) kaç Türk erkeğine nasip olabilir.


*Dolayısıyla erkek konusunda hiç de seçici görünmüyorlar.


*Daha önceden de çok çarpıcı bir şekilde gözlemlediğim gibi, güzellikleri sadece gençlikte, orta ve ileri yaşlarda kendine iyi bakmış, hoş bir Rus kadını yok. Yaşam tarzlarının beraberinde getirdiği bir özellik olsa gerek diye düşünüyorum...


Biliyorum yukarıda yazdıklarımı son derece sert ve acımasız bulabilirsiniz. Bu tesbitlerin tüm Rus kadınlarını kapsamadığına da inanıyorum. Sonuçta ülkemizde bu kadınlarla evlenip aile kuran pek çok erkek de var. Ama benim muhabbet ettiğim erkekler sadece bu av sezonuna katılanlar, yoksa iyi bir ev kadını ya da sadık birer eş olabiliyorlarmı, o konuda hiç bir fikrim yok. Ama görebildiğim evlendikten sonra son derece dominant oldukları. İstanbul’da üyesi olduğum spor salonuna gelen Rus kadınlar var.. Bazen herkesin ortasında kocalarını azarlamalarına tanık oluyorum da inanılır gibi değil :)

Lise yıllarında AFS öğrenci değişim programı ile gittiğim Amerika’da, Türkiye’yi tanıtan konuşmalar yapardım. Genelde merakla dinler ve gündelik hayatımıza ilişkin pek çok soru sorarlardı. Hiç unutmuyorum, beni dinleyen bir lise öğrencisi, Türkiye’nin komşularından birinin o zamanki adıyla Sovyetler Birliği olduğunu duyunca, ben asla Türkiye’de yaşayamam demişti. Dönem soğuk savaş dönemi, Ruslar ise bilinmedik düşmanlardı..

Sonraki yıllarda Rus tarihi,edebiyatçıları, müzisyenleri, çarları, devrimcileri ve yüzyıllar içinde yarattıkları kültür hep ilgimi çekti. Dünyaca tanınmış büyük edebiyatçılarını ve müzisyenlerini kıskanmadım desem yalan olur. Ama şimdi burada görebildiğim, ellerindeki Amerikan dolarları ile Burger King’de hamburger kuyruğuna girmiş, akşamı nerede bitireceği pek de belli olmayan kısa etekli, yüksek topuklu çocuk kadınlar. Onların Lenin’in, Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Tchaikovski’nin Rachmaninof’un torunları olduğuna inanabilmek çok zor. Ama Rus kadınlarının sadece bizde değil, tüm dünyada yarattıkları bu rahat ve kolay kadın imajının zaman içinde geçeceğine ve Rus denince ilk aklımıza gelen kelimenin Nataşa olmayacağına inanıyorum.

Bu arada bana ne oluyorsa, sonuçta alan razı, veren razı....


Not: Bu arada paparazzi olarak bir kariyer yapmak istiyorsam, daha bir fırın ekmek yemem ve zum’u çok iyi bir fotoğraf makinesine sahip olmam gerektiğinin farkındayım. Özellikle gece çekimlerim son derece başarısız olduğu için, bir uzmanın fotoğraflarını paparazziledim. Farkı farkedeceğiniz fotoğraflar, kaldığımız otelin fotoğrafçısının çektikleri.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Kemer'de WRC - Dünya Ralli Şampiyonası

Kemer’deki Dünya Ralli Şampiyonası – WRC ( World Ralli Championship) Perşembe gününden beri tüm hızı ve tozu ile devam etmekte.. Bende yeni tanıştığım bu spor dalı ile aşina olma sürecindeyim.

WRC Kemer, Antalya ve Kumluca arasında kalan üçgen’de yapılıyor. Bu bölgede toprak zeminli 19 özel etap yapılmış. Toplamı 360,12 km olan bu özel etapları seyircilerde bazı bölgelerden seyredebiliyorlar. Dağlarda tepelerde, tozu dumana katarak yarışan arabaları seyredebilmek için, tahmin edebileceğiniz gibi seyircilerinde dağlara tepelere, kısaca çoğu kez yol üstünde olmayan alanlara gitmesi gerek.

Bende son iki gündür çiçeği burnunda bir WRC izleyicisi olarak, o etap senin, bu etap benim , ralli çalışanları ile dolanmaktaydım. Ancak bu ateşli seyirci kimliğini sadece iki gün taşıyabildim ve üçüncü gün pes ettim. Meğerse bu iş insanı bayağı yoruyor ve toza dumana buluyormuş...

Bir kere azimle etap seyirci noktalarına ulaştıktan sonra, saatlerce güneşin yada bir gıdım gölgeliğin altında araçların önünüzden geçmesini bekliyorsunuz. Tepenizde pırıl pırıl bir Antalya güneşi yanarken, bu beklemeler kesinlikle ciddi bir sabır işi. Bir motor gürültüsü duyup, ah tamam nihayet bir araba geliyor diye doğrulduğunuz anda ise sponsorların renklerine boyanmış bir araba son sürat sizin görüş alanınıza girip, kimi yerlerde o alanda sadece 2-3 saniye kalıp, arkasında yoğun bir toz bulutu bırakarak çekip gidiyor. Hadi bu sefer toz bulutundan kaçmaya başlıyorsunuz. Ancak yarış öncesi sizin kendi arabanızla oflaya puflaya, ahlaya vahlaya, hoplaya zıplaya geldiğiniz yolların bir benzerinde, belkide daha kötüsünde giden yarış arabalarının, inanılmaz hızı ve yol tutma becerileri kesinlikle görülmeye değer.

Ancak arabalar arasındaki rekabeti, olay yerinde izleyemediğiniz için, bana göre bu sporu, izleyenler açısından, rekabeti anında yakalaması ve hissetmesi oldukça zor. Her bir araba zamana karşı yarıştığı ve süreleri ayrı ayrı finişte belirlendiği için, kim önde gidiyor, bilebilmek zor. Ancak anladığım Citroen’den Sebastian Loeb her daim birinci gibi. Seyircilerin favorisi ise iki ayrı takımda yarışan Solberg kardeşler.

Görebildiğim kadarıyla, takımların fanatik izleyicileri ve ralliyi izlemeye gelen yabancı fotoğrafçı ve basın çalışanlarının sayısı kesinlikle Türk seyircilerden daha fazla. Pek çok kişinin özveri ile çalışarak ortaya çıkardığı böylesi büyük bir organizasyonun, Türkiye’de yeterince tanıtılamaması ise üzücü. Bırakın tüm Türkiye’yi, Antalya ve Kemer bölgesinde yaşayan pek çok kişinin böylesi bir organizasyondan haberi yok gibi..

Bana bu ralli’den kalan ise Kemer çevresinden muhteşem görüntüler oldu. Sadece tatil köyleri ve son dönemde Rus turistleri ile ünlenen bu bölgemizin doğal güzellikleri olağan üstü. Kilometreler boyu uzakta, Akdenizin maviliklerini görerek , çam ormanlarının arasından tırmanarak ulaştığınız Celil yaylası ve 1150 yıllık çınarının altındaki doğal kaynaktan buz gibi suyunu kana kana içtiğim, yeşillikler içindeki Altınyaka köyü, kalbime kazınanlar. Ancak mavilimon’un sevgili okuyucuları bu seferlik bu harika görüntülerden uzak kalacaklar, çünkü mavilimon’un acemi fotoğrafçısı, ikinci gün fotoğraf makinesini otelde unuttuğu için , bu muhteşem doğa’yı ve de tabiki ralli’yi uzaktan aval aval seyretmekle yetindi. Kendisine gereken uyarılar yapılmıştır.. Bilgilerize....

8 Haziran 2008 Pazar

Kemer

Alo alo...Sesim geliyor mu? Mavilimon Kemer’den canlı yayında....

Sevgilim bu yıl Antalya’da yapılmakta olan Dünya Ralli Şampiyonasında görevli, dolayısıyla dünden beri Kemer’deyiz. O çalışıyor, bende bu sıcak öğleden sonrasında odanın serinliğine sığınmış durumdayım.

Canlı yayın dedik ya, hemen başlayalım. En son 15 yıl önce geldiğim Kemer, o zamanlar çeşitli milletten turisti barındırmaktayken, şimdi adeta büyükçe bir Rus kasabası görünümünde. Her yerde Rusça yazılar, Rusça konuşmalar. Türkçe duyunca sanki çalışanlar, satıcılar hafiften bir şaşkınlık geçiriyor gibiler... Biraz evvel paparazzi fotoğrafları çekmek için sahildeydim ve sanırım kendi memleketimde, güzelim Akdenizin sularına dalan tek Türk bendim...



Ama yukarıda Allah var, Kemer’liler de, memleketimin bilumum köşesinden bu cennet sahillere akın eden Türk erkekleri de, bu Rus çıkartmasına iyi hazırlanmışlar doğrusu. Okullarda yıllardır millete İngilizce, Almanca yada yeni moda Arapça öğretilmeye çalışıla dursun, gazeteler İngilizce öğreniyorum kitaplarını, kasetlerini kupon karşılığı dağıta dursun, milletimizin er kesimi Rusça’yı sökmüş bile....Bunda kimlerin payı olduğunu hala merak ediyorsanız, bakınız aşağıdaki fotoğraf....



Bu arada güzide otellerimizde işin kendilerine düşen kısmını tamamlamışlar. Odamızdaki mini barda soğuk içeceklerin yanında iki adette buz gibi prezervatif.. İşte size kaldığımız otelin minibar fiyat listesi.



Anlayacağınız Kemer’de erkeklerimizin sağlığı emin ellerde...

Bunlar ilk günün izlenimleri ama merak etmeyin, Kemer’den canlı yayınlarımız, paparazzi fotoğraflarımız ve de mümkün olursa Rus dilberler konusunda erkeklerimizle yaptığımız röportajlarımız ile yakında mavilimon’da devam edecek.....

5 Haziran 2008 Perşembe

MESİHİN BEKLENDİĞİ KENT: KUDÜS

2007 yılının sonlarına doğru 4 bölüm halinde yayınlanan, Aynur Koç'un Kudüs yazısını kendisinin talebi üzerine bir süreliğine blog'dan kaldırmıştım. Bu güzel yazı ve harika fotoğrafları bu kez tek bölüm halinde, yeniden mavilimon'da...



10 Yıl ara ile gittiğim Kudüs yine farklı insan grupları ile yüzüme tokat gibi çarptı.
Hızlı hızlı yürüyen, insanlardan adeta kaçan hassidiler, beyaz entarili araplar,beyaz
baş örtülü kadınlar,ellerinde en son teknoloji ürünü silahları ile kadınlı erkekli İsrailli
askerler ve dünyanın her bir yerinden hac vazifesini yerine getirmek için gelmiş hristiyanlar ile ağlama duvarı ziyareti için gelmiş yahudiler birbirine çarpmadan nereden çıktığı belli olmayan ama nereye gidecekleri belirlenmiş yerlere doğru akıyorlar.

3 Semavi dinin en önemli kenti olan Kudüs’ün 1967 yılında Ürdün kontrolunda olan kısmının İsrail tarafından ele geçirilmesiyle İbranice barış toprağı anlamına gelen Yeruşalayim’ den (Latince Jerusalem) iyice uzaklaşmış.

ZEYTİNDAĞ
Şehirle ilk tanışma Zeytindağı’ndan eski kente bakışla gerçekleşiyor. Çan ve ezan seslerinin gün batımında birbirine karıştığı Eski Kudüs sizi selamlıyor.

Bir başucu kitabı olan Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağ’ından hazin satırlar aklıma geliyor.
“ Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut Denizi’ne bakıyordum. Daha ötede Kızıldenizin bütün sol kıyısı, Hicaz, Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kıyamet Kilisesi’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistindir. Daha aşağıda Lübnan var, bir yandan Süveyş Kanalına, öbür yandan Basra Körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız.
Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum”.
Eski Kudüste Kubbet’üs Sahra’nın altın kubbesi tüm renklerin önüne geçiyor. Şehri Kanuni’nin 16.yy da yaptırdığı surlar çevreliyor. Arka planda solda Sion tepesini görüyoruz.
Yahudi inanışına göre Zeytindağı Mesihin döneceği ve son yargının yapılacağı yerdir.
Ortodoks yahudi için mesih (messiah) olmazsa olmaz bir kavram.Mesih yağlanmış demek.Eskiden İsrail kralları tahta çıkınca yağlanırlarmış.Mesihin ilk kral olan Davud’un
soyundan geleceği söyleniyor.

Kidron Vadisindeki mezarda yatanların Mesihi ilk karşılayanlar olacaklarına inanılıyor.
Aynı zamanda adalet gününde muhakemede burada olacak ve günahkarlar ayrılacak.

Romalılar Hz. İsa’yı tutuklanmadan önce son vaazını verdiği Zeytinyağı’nın eteklerinde yakalamış. Bugün son vaazını verdiği taşın üzerinde Tüm Uluslar Kilisesi yer alıyor.

Kilisenin sütün başlarında zeytin ağacı figürleri var. Bahçesinde zeytin ağaçları olduğu için buraya Gethsemane adı verilmiş.Hristiyanlar için önemli haç noktalarından biri.


BATI DUVARI

Eski kenti çevreleyen 8 kapı var.Bir tanesi kapalı, taşla örülmüş.Zeytindağına bakan
bu kapıya altın kapı deniliyor, Mesihin bu kapıdan şehre gireceği söyleniyor.


Diğer kapılardan en önemlisi Yafa kapısından Yahudilerin batı, hristiyanların ağlama
duvarı olarak adlandırdıkları mekana gidiyorum. En son MS 70de yıkılan ikinci tapınaktan
arda kalan batı duvarı üzerine rastlayan bugünkü duvar günün ve gecenin her saati ağlayan Yahudilerle dolu.Hassidiler yani aşırı dinci Yahudiler saçlarının yanından sarkan lüleleri, siyah şapkaları, beyaz gömlekleri ve siyah takım elbiseleriyle mıknatısın çekim alanına girmiş gibi hızla duvara doğru ilerliyorlar.Aralarına zaman zaman minik hassidiler de karışıyor. Kıyafet ve saçlarındaki lüleleriyle sanki büyüklerin ufaltılmış hali gibi. Kıyamet gününde melekler bu 2 lüleden tutarak onları cennete göndereceklermiş…….Batı duvarına el sürmek,öpmek isteyen kadınlar ve erkekler ortadan bir paravanla bölünmüş avluda ayrı ayrı ağlıyorlar.Kim demiş erkekler ağlamaz diye. Duvara ileri geri sallanarak ve fısıltılarla mırıldanarak dua edenler bal gibi ağlıyor.
Yahudi olan olmayan herkes ufak kağıtlara yazdıkları dilekleri boş buldukları deliğe
sıkıştırıyorlar.Kudüs baş hahamı belli günlerde bu kağıtları duvar
deliklerinden alıp Zeytin Dağı’na gömüyor. Tanrı’nın mektupları oradan alıp okuduğuna
inanıyorlar. Ben 2 ziyaretimde de dilek yazdım, sonuç alamadığıma göre sıra gelmemiş henüz okunmamıştır diye teselli buluyorum.

KUTSAL ALAN HAREM -İ ŞERİF
Duvarın bulunduğu alanın üzerinde kuş olup uçsanız arkada hemen Kubbet-üs Sahra’nın altın Kubbesini görebileceksiniz.
Ben uçmak yerine arap mahallesinden geçerek Müslümanlar için kutsal olan bu mekana yürüyorum .Yollar düzensiz ve pis, güzel bir Osmanlı sebili bakımsızlıktan tanınmaz halde.Sokağın sonunda bir de İsrail karakolu yer alıyor.Harem-i Şerif’in kapısında
Filistinli müslümanlar özellikle Türk olduğumu anlayıp bu ne biçim müslüman giyimi bakışı attıktan sonra giyim kuşamıma çeki düzen vermemi istiyorlar. Hemen oradaki mağazadan (ben ona kadrolu mağaza adını taktım ) uzun bir etek kiralayıp biraz daha fazla müslümana benzemek için giydim, eşarbımı da sıkı sıkı bağladıktan sonra kelime-i şahadet getirmem talep edilmeden içeri girdim.

Merdivenlerden hemen çıkışta Kübbet-üs Sahra tüm görkemiyle beni karşıladı. Müslümanların ilk kıblesi Kudüsteki( El Kuds=kutsal)) en uzak mescit anlamındaki Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu Harem-i Şerif içime huzur verdi.

691 Senesinde Emevi Halifesi Abdülmelik , Hz. Muhammed'in miraç esnasında atı Burak'a binerken ayağını basmış olduğu varsayılan taş üzerine Kübbet-üs Sahra adı verilen binayı yaptırmıştır. Miraç hadisenin gerçekleştiği düşünülen Muallâk Taşı Kubbet-üs Sahranın altında diğer kutsal eşyalarla birlikte korunmakta ve Müslümanlar için önemli ziyaret yeri özelliğini taşımaktadır. Aynı zamanda Hz. Davut’un Tanrı’ya burada dua ettiği, Nuh’un tufandan sonra gemisinin bu taşın üzerine oturduğu,İsrafil’in keçi boynuzundan yapılan şofarı son kez bu taşın üzerinde üfleyeceği gibi rivayetlerde var.

Yahudi inancına göre Mescid-i Aksa ,Süleyman Tapınağı’nın üzerinde bulunmaktadır.
144 dönümlük Harem-i Şerif alanının hemen sağında ecdat yadigarı olan açık namazgah ve mermer mimber Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden. Avlunun sonundaki kemerlerle birbirine bağlı sütünlara Muvazin (Teraziler) deniliyor ve mahşer günü her şeyin burada adalet terzisine vurulacağına inanılıyor.
Böylesine kutsal olan mekanda insan nefes almaya bile çekiniyor.
Kubbet-üs Sahra’nın giriş kapısı üzerinde ve etrafında yer alan , 1929 lerde Mimar Kemalettin tarafından çoğu yenilenen çinilerin yapımı Kanuni zamanında İznik’ten gönderilen çini ustaları tarafından Kudüste gerçekleştirilmiş.

Olabildiğince fotoğraf çekiyorum.Her kare çok değerli. Kuran kursundan çıkıp namaz
kılmak için camiye gelen siyah pardesülü beyaz baş örtülü genç kızlar bu mistik alanda
resim için iyi bir fon oluşturuyor. Sessizce namazlarını kılıp dershanelerine dönüyorlar.


Kutsal mekandan çıktığımda acıktığımı hissedip arap çarşısı içindeki Şükrü’nün
halk tipi lokantasına gidiyorum.Tahta masalara açılan servislere hemen falafel,
humus, çorba, ezme ve lavaj ekmek geliyor. Lokantanın temizliğine bakmadan gelen
nefis tatlara yumuluyorum.
ÇİLE YOLU VİA DOLOROSA

Lokantadan çıktıktan sonra İsa’nın çarmıhını sırtında taşıyarak yürüdüğü yol Via Dolorosa’ya (Çile yolu) giriyorum. Mel Gibbson’un İsa’nın çilesi filminde en uzun ve en kanlı sahnenin geçtiği bölüm bu yolda yürüyüş sahnesi idi.

İsa’nın haçı taşırken zaman zaman yere düştüğü noktalara istasyon adı verilmiş ve
üzerlerine kiliseler inşa edilmiş Hristiyanlar için önemli haç yerlerinden biri olan Via Dolorosa’da 9 , Kutsal Kabir kilisesi içinde 5 adet olmak üzere toplam 14 istasyon bulunuyor.

Her Cuma günü Fransisken rahipleri İsa’nın çektiği acıyı aynen yaşamaya çalışarak
bu yolu yürüyorlar.Onları bilmem ama Hz. İsa bugün bu yoldan geçse çok şaşırırdı.


Kurulan tezgahlar üzerinde dansöz kıyafetlerinin yanı sıra , 7 kollu şamdanlar (Menorah), adak mumları,hac eşyaları satan dükkanlar, özellikle İsa’yı haçını taşırken gösteren resimler kısacası çilenin ticarete dökülmesi beni bile şaşırttı.Yinede İsa’nın çilesini hissetmeye çalışarak yolu yürüyorum.Tepeye ulaştığımda belki de Kudüsteki en fakir ama en özgün kilise olan Habeş (Etopya) Katolik Kilisesine ulaşıyorum. Birkaç Habeşli rahip bir köşede koyu sohbete dalmışlar, fotoğraf çektiğimi görünce poz veriyorlar.


Habeş Kilisesi’nin içinden bu defa başka bir kutsal mekana Kutsal Kabir Kilisesi’ne giriyorum. Avluda bir köşede grup halindeki rahip adayları hocalarının
anlattıklarını dikkatle dinliyor, başka bir köşede Rusya’dan gelen
kadın hacıların ilahi okumaları, başka bir köşede rahibin ettiği duayı tekrarlayan
Amerikalı grubun seslerine karışıyor.


Kilisenin ilk girişinde Hz. İsa’nın çarmıhtan indirilip yıkandığı varsayılan taşın etrafı iğne atılsa yere düşmeyecek şekilde kalabalık. Taşı öpenler, ağlayanlar, getirdikleri suları, tespihleri, kutsal kitapları taşa sürerek İsa’dan mucize almaya çalışanlar adeta transa geçmiş durumdalar.

Onları rahatsız etmeden Kutsal Kabir sırasına giriyorum. İçeriye 6’lı gruplar halinde alıyorlar.5 Hristiyana karşılık 1 müsliman ben, karanlık dehlizden geçerek birkaç basamak aşağıdaki ufak mekana indik. Camlı bir bölme içinde ne olduğunu görmek olanaksız, ben bir mum yaktım, diğerleri dua ettiler.Mezarın üzeri 19.yy’a ait dev bir mezar taşıyla kaplı.Geri çıktığımızda 5 Hristiyan ellerinde bulunan bir düzine mumu orada bulunan kandilde yakıp hemen söndürerek yanlarına aldılar yani mumlarını kutsadılar. Ne ritueller var …
.
Kutsal Kabir’in hemen arkasındaki Süryanilere ait bir bölümden geçerek dışarı çıkarak yoluma devam ettim .Hedef Sion Dağı’ndaki Hz. İsa’nın son yemeğini yediği varsayılan Levi’nin evi yerine yapılan Dormitory Kilisesi .Resim çektirenler,ağlayanlar, yine gruplar halinde ilahiler okuyanlar kilisenin içinde keşmekeşlik yaratıyor. Gözümün önüne bir türlü 12 havariyi , uzun yemek masasını, İsa’yı ihbar edecek olan sırtı masaya dönük oturan Yuda’yı (Yahuda) kısacası Leonardo da Vinci’nin son akşam yemeği tablosu ile Tiziano’nun ele verme sahnesi tablosunu getiremiyorum.

Kilisenin bitişiğinde bu defa Yahudilerin önemli mekanı Hz. Davut’un kabrine yöneliyorum. Kadınlar, erkekler ayrı bölümlerden geçerek floresan ışığı altındaki
kabre dokunuyor, dua ediyor.Aklıma Hz. Mevlanın güzel türbesi geliyor.
Konya’daki mistik havayı burada bulamamanın şaşkınlığını yaşıyorum.

Bu kadar hac ziyareti yeter deyip kendimi farklı mahallelere atıyorum.Hristiyan mahallesindeki evler hızla Yahudilere satılmaya devam ediliyor yakında yanındaki
Yahudi mahallesi ile birleşecekler.
Kudüs’ün gecesini de yaşamak gerek.Şehir ışıl ışıl. Binalarda kullanılan beyaz Kudüs taşı ışıklandırıldığı zaman şehre ayrı hava katıyor. Ağlama duvarı da turuncu renkle ışıklandırılıyor.Gündüz ki kadar ziyaretçisi olmasada Hassidiler sanki gece ibadeti zorunluymuş gibi tam kadro burada. Galiba dikkat çekmeden rahat rahat dua etmek istiyorlar.


BETHLEHEM- EKMEKEVİ

10 yıl önce Filistin özerk bölgesini Kudüs’ten ayıran duvar yoktu.Otobüs Kudüs
tarafındaki kontrol noktasında beni bıraktı. Bethlehem’den gelen başka bir otobüsle
İsa’nın doğduğu mağara üzerine yapılan Doğuş Kilisesi ve yolda Rachel’in mezarını
ziyaret etmek üzere Filistin bölgesine geçtim.

Duvar, Berlin duvarını geride bırakmış .Beton bloklar üzerindeki dikenli teller, gözletleme kuleleri , projektörlerle ürpetici bir görüntüye sahip. Filistin özerk bölgesine geçince daha da ilginç bir görüntü ortaya çıktı.Duvar burada sokakların, bahçelerin içinden düzensiz bir şekilde geçiyor.Bu düzensiz geçiş sadece aileleri bölmekle kalmıyor aslında umutları bölüyor,bir ulusu hapsedip yarınlarını ellerinden alıyor.

Doğuş Kilisesi (Nativity) Konstantin’in annesi Helena tarafından mağara üzerine inşa ettirilmiş. Kilisenin içindeki mozaikler ve sütün başları çok gösterişli.

Giriş kapısının içeri girilirken insanların eğilerek saygısı göstermesini sağlamak ve atla girilmesini engellemek için küçültüldüğü söyleniyor.

Meryemin doğum yaptığı mağara en altta yine camla kapatılmış bir bölüm içinde.
Üzerinde İsa’nın doğuşunu simgeleyen büyük bir yıldız var.
Burada da hristiyanlar suları, tesbihleri, kitapları cama dokundurup İsa’dan mucize bekliyorlar.
Her sene İsa’nın doğumunu müjdeleyen Noel ayini 24 Aralık günü buradan tüm dünyaya yayınlanıyor.

Kudüse geri dönüş yolunda tekrar duvarın arasından geçiyoruz.Filistinlilier duvarın bu yana bakan cephesine resimler çizmişler, mesajlar yazmışlar.Amaç duvar konusunda buradan geçen turistlerin az da olsa dikkatini çekmek . Kudüse tekrar giriş öyle kolay değil .Kontrol noktasından Gestapo odalarını aratmayacak
şekilde geçiyorsunuz. Yanınızda pasaport yoksa vay halinize.Kudüste çalışan
Filistinliler her gün her geçişte belgelerini ibraz etmek zorunda. İsrail tarafından mimlenen bir Filistinli varsa ailenin tüm fertleri hatta gelecek kuşakta bunun acını çekiyor ve Kudüs dahil İsrail tarafına geçme şansları hiç olmuyor..
Bu olay bana 5 yıl önceki Ürdün gezimdeki Filistinli yerel rehberin sözlerini hatırlattı. Babası Filistin davasına gönül verdiği için 6 yaşına kadar yaşadığı Kudüsten ayrılmak zorunda kalıyorlar. Ürdün tarafındaki Nebo Dağ’ından Kudüs’u görüyor ama gidemiyor. Sanki elveda doğduğum toprak sözü onun için söylenmiş. Hz. Musa’da Nebo dağından öteye geçmemişti, onun amacı 40 yıl bekleyip yeni temiz bir nesille Kudüs’e gidilmesiydi. Sonuçta gittiler.Oysa Filistinliler gidebilmek için daha çok bekleyecek gibi görünüyor.

Kudüste tepedeki bir parktan aşağıdaki duvarı daha net görüyorum.Alabildiğine uzun. Diğer Filistin özerk bölgeleri olan Gazze ve Jericho’ya da duvar yapılacağını duyunca içim eziliyor.
Sadece duvarla kalınsa iyi. Yahudiler Filistin özerk bölgelerinden bypass adını verdikleri yollarla geçiyorlar. Üzerinde bol kontrol noktaları bulunan bu yolları sadece Yahudiler kullanabiliyor.

Kudüste Filistinlilere ait arabaların takibi kolay olsun diye plakaları yeşil renk olarak ayrılmış.Bu durumun geçmişte yahudilerin elbiselerine, dükkanlarına asmak zorunda kaldıkları Davut yıldızından mantık olarak pek farklı olmadığını görüyorum..


HASSİDİLER –DİNDAR YAHUDİLER

Kudüs’teki en ilgi çeken yerlerden biri de şüphesiz Yafa çarşısının arka tarafında Hassidilerin yaşadığı mahalle. Burada yaklaşık 2500 aileden oturuyor.
Hassidiler nufusun %15’ini oluşturan diğer aşırı dindar yahudiler (satumalar) gibi mesih gelmeden İsrail devletinin kurulmayacağını kabul ediyorlar.Bugünkü İsrail devletini tanımıyorlar.

Sokaklarda kız çocukları ip atlıyor, oğlanlar topaç, rulet çeviriyor.
Bilgisayar, televizyon cep telefonu filan gibi şeyler yok.
Gazete okumayı da red ediyorlar.Onun yerine gerekli olan bilgileri taşıyan el ilanlarını sokağa asıyorlar. Evlerin camları sıkı sıkıya kalın perdeler ile örtülü.Kadınlar kalın siyah çorap, siyah elbise ve saçlarını göstermeyecek şekilde siyah eşarp takıyorlar.Haklı olarak mahallelerinde yabancı görmek istemiyorlar. Bir yahudi arkadaşıma bunlar nasıl cinsel temas kuruyor diye sormuştum.Kadın, çocuk
istediği zaman eşiyle birleşmeyi talep ediyor ama aralarına temas yerinde delik bulunan
muşamba koyuyorlar vucutları birbirine değmiyor demişti. SOYKIRIM MÜZESİ
Kudüste 2 önemli müze var. Birincisi Soykırım Müzesi (Holuacast Museum) .Girişte 2.Dünya savaşında ölen 6 milyon yahudinin anısına sönmeyen ateş var.Zemindeki siyah mermer üzerinde hangi kampta kaç adet yahudinin öldürüldüğü yazıyor.
Kudüse gelen her yabancı devlet erkanı kippa takarak burayı ziyaret ediyor, çelenk koyuyor. Kippa genç, yaşlı ,asker , sivil tüm erkeklerin başında takılı olan, Tanrı’nın eli devamlı olarak başımızın üzerinde anlamında kullanılan takke.
Müze binası zeminden kademe kademe yükseliyor. Yükseliş Kudüs’e ulaşmayı tanımlıyor.
Müzenin çıkışında büyük camlı bölüme gelindiğinde panoromik olarak Kudüs’ü görünce
bu yükşelişi hissedebiliyorsunuz. Müzenin her odasında UNUTMA, HATIRLA gibi sloganlarla gelecek kuşakların soykırımı unutmaması hedeflenmiş.Askerler mutlak surette bu müzeyi ziyaret ediyorlar.

2500 adet doküman , fotoğraf, film ,mektup değerlendirilmiş.Toplama kampları, kamplara tıklım tıklım yahudi taşıyan vagonlar, gaz odaları aynen canlandırılmış. Polonyadaki bir gettodan getirilen orijinal sokak taşları üzerinde yürürken onların çığlıklarını duyabiliyorsunuz.
Müzenin hemen arkasında çocuklarını toplama kampında kaybeden Avusturyalı ailenin ölen tüm yahudi çocukları anısına yaptırdıkları karanlık oda yer alıyor. Labirent gibi büyük odanın içinde kırık aynalar mum ışığını yansıtıyor.Son derece hüzünlü kadın sesi erkek, erkek sesi kız çocukların adını söylerek hangi kampta öldüklerini belirtiyor.Bu odada içiniz ve dünyanız kararıyor, kamplardaki çocukların karardığı gibi.Çıkış kapısındaki gün ışığına ulaştığınızda pek çok çocuğun ulaşamadığını düşünüp gözlerinizdeki yaşı çaktırmadan siliyorsunuz.

İSRAİL MÜZESİ

Bu müzeyi önemli kılan Qumran’da bulunan Ölü Deniz rulolarının (dead sea shrine of the book) sergilendiği yer olması.
İbranice Essene,Latince Esseni olarak adlandırılan dünyadan elini ayağını çekmiş bir şekilde yaşayan ,ibadette kendi düşüncelerini uygulayan bir grup yahudi, Romalıların 2.ci tapınak zamanında Kudüs’e gelmelerinden hemen sonra ailelerini Kudüs’te bırakarak Qumran’a gelir yerleşirler.Qumran Kudüs’ün 25 km doğusunda Ölü Denize yakın bir tepededir.Esseneler son savaşa burada hazırlanırlar.Tevrat yazımının yanı sıra düşüncelerini, ibadet nasıl olmalı,tapınak nasıl olmalı gibi konularıda yazarlar.Yazdıkları Tevrat rulolarını çömleklerde saklarlar.
Gün içinde sık sık yıkanıp arınırlar.
1946 yılında bir Bedevinin bir mağaranın içine tesadüfen attığı taşın değişik ses çıkarması sonucunda çömlekler bulunur.Taş çömleği kırmıştır. Bedevibulduğu İlk 7 ruloyu Bethlehemli antikacı Khadil Eskander’e satar.
Eskender de 4 ruloyu Kudüsteki Suriye Ortodoks Kilisesi’nden Aziz Yeshue Samuel’e,3 ruloyu Hebrew Üniversitesi’nden Prof.Eliezer Lipa Sukenik’e satar.Her 2 yerde yapılan incelemeler sonucunda ruloların en eski Tevrat nüshası olduğu ortaya çıkar.

Essene’ler Oumran’da mağarada yaşadıkları için vaftiz yerleri,yazı odaları,yazı kalemleri, yemek kapları, elbiseleri vs… müze girişindeki mağara şeklindeki binada sergileniyor, rulolar ise çömlekte saklandığı için çömlek şeklindeki binada sergileniyor.Ayrıca yine son derece önemli olan Halep Kodeksi de burada sergileniyor.

Essenelerin sık sık su ile arınmaları anısına müze binasının dış tarafı devamlı sulanıyor.
Dışardan bakıldığında çömlek şeklindeki bina ve sulama görüntüleri müzeye unutulmayacak farklı görünüm kazandırıyor.
Müze bahçesinde İsrailli çağdaş sanatçıların heykelleri sergileniyor.

Arka kısımda ise eski Kudüs şehrinin Kudüs taşından yapılmış maketi yer alıyor.
Makette Süleyman’ ın Tapınağını , şehrin zengin ve fakir kısmını ,Romalıların yaptırdığı sarayı, hipodromu görebiliyoruz.

Tarihi yaşatan bu maketle Kudüs gezim sonlanıyor. Kudüs Mesihi bekleye dursun ben kuzeyde Hayfa’ya doğru yoluma devam ediyorum…………....




Aynur Koç
Kasım 2007
k_aynurkoc1@yahoo.com.tr









3 Haziran 2008 Salı

Pablo Neruda Müzesi

(Neftali Ricardo Reyes Basoalto ya da hepimizin bildiği adıyla Pablo Neruda'yı her zaman keyifle okudum. Benim için Il Postino filminde Philippe Noiret'in harika yorumuyla biraz daha ete kemiğe büründü bu büyük şair. Şimdi sevgili seyahat arkadaşım Aynur Koç bizi onun yaşadığı mekanlara götürüyor. Hele ya son bölümde, pek çoğumuzun bildiği o şiir yok mu.... )



LA CHASCANA = DAĞINIK SAÇLI KADIN

Büyük şairin bugün müze olarak değerlendirilen Santiago’daki evi adını
kızıl lüle saçlı karısı Matilde Urratia’nın takma adından alıyor.

İl postino-Postacı filmine de konu olan aşkıyla İtalya’dan döndükten
sonra evlilik öncesi yaşadığı bu aşk evi günün her saati gruplar halinde
ziyaretçilerini ağırlıyor.

Sokağın girişinde sağlı sollu duvarlarda yağlı boya resimler var.
İçlerinden biri çok tanıdık. Neruda’nın bereli resmi.









Direkler arasından evin deniz mavisi boyalı orta bölümü görünüyor.


Girişte çok şık hediyelik eşya reyonu ve bir üst katta ufak bir cafe var.
Buradan itibaren Neruda‘yı hissetmeye başlıyorsunuz.
Cafede sıramızın gelmesi beklerken büyük şairin sıra dışı dünyasına kısa
süreli de olsa ortak olmak için sabırsızlanıyoruz.




Neruda hayranı genç rehberler özveri ile gün içinde 10’ar kişilik gruplara müzeyi gezdiriyorlar. Bizim grupta kendi rehberimiz Faruk Pekin’de var. Şanşlıyız.
Onun muhteşem anlatımı genç rehberin heyecanı ile birleşince 3 bölümlü evi
gezmemiz şölene dönüşüyor. Bölümlerin içinde fotoğraf çekmek yasak. Bahçede
görüntü alabiliyoruz.

Gezimiz bahçenin aşağı kısmında kalan bölümden başlıyor.Evin bu bölümü
daha ziyade yemek bölümü olarak kullanılmış.
Şairin deniz tutkusu her yerde kendini gösteriyor.Bahçe duvarlarında da balık resimleri var . Yemek odasında ise sanki bir teknenin içinde gibisiniz. Uzun masanın sonundaki dolapta tabaklar,şarap kadehleri,deniz kabukları duruyor. Dolabın tek kanadı ise arka tarafa açılan bir kapı. Neruda sık sık buradan aniden içeri girerek veya dışarı çıkarak misafirlerini şaşırtmayı çok seviyor. Yemek masasının yanındaki camın önü eskiden ufak bir havuzmuş.







Pinoche’nin askerleri tepeden kasitli olarak su basmak suretiyle havuzun taşmasına ve evin içinin su içinde kalmasına sebep olmuşlar.

Neruda’nın ölümünden sonra eşi bu alt bölümdeki ufak bir odayı kendi yatak odası olarak kullanmış.

Camlardaki parmaklıklar güneş ve La CHANSCANA-DAĞINIK SAÇLI KADIN’ın dalgalı
saçını temsil eden figür üzerine P ve M harflerini görüyoruz.




Orta bölüm bahçeye hakim. Girişteki ufak odanın insanı dinlendiren bir manzarası var.
Yukarı çıkan merdivenin altındaki mini bar, uyku öncesi son demlenme yeri gibi ,
üst katta ise çiftin yatak odası yer alıyor.
İnsan merdivenlerden çıkarken sanki onları odalarında rahatsız edecekmiş
gibi bir duyguya kapılıyor.Yatak odası son derece sade döşenmiş. Bu sadelik
içinde yaşanan müthiş aşk hepimizi etkiliyor.


Tekrar bahçeye çıktığımızda bol ağaçlı dolambaçlı yollar ve üzerindeki ufak köprülerden
geçerek üst bölüme yürüyoruz.
Bahçe barı çok zevkli döşenmiş, içimizden bir kadeh bir şarap içme düşüncesi geçiyor.
Gemi güvertesi görünümlü, kaptan köşkü manzaralı evin bu son bölümünde raflarında diğer kitapların yanı sıra, yazarın tüm kitaplarının yer aldığı kütüphanesinin camlı bölümlerinde resimleri , madalyaları sergileniyor.Güzel bir de yazı masası var.
Neruda’nın okuma, yazma ve dinlenme ile vakit geçirdiği yani ürettiği bölüm burası.
Dönüş yolunda bahçedeki ufak bir anıtta ‘Pablo Neruda’ adının nereden geldiği belirten bir yazı görüyoruz.





Çek şair Jan Neruda’dan etkilenen yazar genç yaşta adını değiştirecek ve yasal ad olarak
Neruda’yı kullanmaya başlayacak , PABLO NERUDA olarak tanınacaktır.

1971 Yılında edebiyat dalında Nobel ödülü alan Neruda’nın biz
gezgincileri tamamlayan güzel şiiri ile yazımı sonlandırıyorum.


YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER
SEYAHAT ETMEYENLER.

YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER
OKUMAYANLAR,
MÜZİK DİNLEMEYENLER;
VİCDANLARINDA HOŞ GÖRMEYİ BARINDIRAMAYANLAR.

YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER.
ALIŞKANLIKLARINA ESİR OLANLAR,
HER GÜN AYNI YOLLARI YÜRÜYENLER,
UFUKLARINI GENİŞLETMEYENLER VE DEĞİŞTİRMEYENLER,
ELBİSELERİNİN RENGİNİ DEĞİŞTİRME RİSKİNE GİRMEYENLER,
VEYA BİR YABANCI İLE KONUŞMAYANLAR.

YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER.
İHTİRASLARINDAN VE VERDİKLERİ HEYECANLARDAN KAÇINANLAR,
TAMİR EDİLEN KIRIK KALPLERİN GÖZLERİNDEKİ PIRILTIYI GÖRMEK
İSTEMEKTEN KAÇINANLAR.

YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER,
AŞKTA VEYA İŞTE BEDBAHT OLUP İSTİKAMET DEĞİŞTİRMEYENLER,
RÜYALARINI GERÇEKLEŞTİRMEK İÇİN RİSK ALMAYANLAR,
HAYATLARINDA BİR KEZ DAHİ MANTIKLI TAVSİYELERİN DIŞINA ÇIKMAMIŞ OLANLAR.

YAVAŞ YAVAŞ ÖLÜRLER.

Aynur Koç
k_aynurkoc1@yahoo.com.tr

Yazı ve resimler Fest Travel’in (26 Ocak-5 Şubat2008) Şili Gayzerleri ve Paskalya Adası
gezi notlarımdan derlenmiştir.