29 Aralık 2011 Perşembe

Datça'dan kitaplar...Datça Dalış Rehberi

Geçtiğimiz yıllarda hep gittik geldik, ama İstanbul'a her dönüşümüzde aklımızın, kalbimizin bir parçasını hep Datça'da bıraktık..Sonunda bu yıl pılımızı pırtımızı topladık ve Datça'ya yerleştik, artık Kızlan Köy nüfusuna kayıtlı bir aileyiz..

Datça maceralarımızı ve resimlerimizi http://www.turquoisediaries.blogspot.com/ veya facebook'da takip edebilirsiniz..

Buraya geldiğimizden beri bize en sık sorulan sorulardan biri büyük şehir'in hareketli hayatından sonra Datça'da sıkılıp sıkılmadığımız...Yanıt kocaman bir HAYIR...Tam tersine etrafta insanın dikkatini dağıtacak binlerce şey olmayınca insan kesinlikle çok daha huzurlu ve daha da önemlisi çok daha yaratıcı oluyor. İstanbul'da canım sıkılınca ya bir alışveriş merkezine giderdim ya da cadde'ye ve bir dolu torba ile geri dönerdim. Burada ise canım sıkılınca sahilde bir yürüşe çıkıyorum ve bir dolu yeni fikirle dönüyorum..Ama galiba burada yapılabilecek en güzel şeylerden biride yazı yazmak..

Datça'da ki yeni dostlarımızdan biri de Mahmut Suner..Son yazdığı kitabında Datça'nın hiç bilmediğim bir kısmını yazmış..Ama bana sözü var, önümüzdeki yaz bizide bir batığa götürecek ve bende mavilimon'da yazacağım..
   Tabi tek kitapla kalmamış Mahmut Bey, dedim ya buralar insanın yaratıcılığını arttırıyor diye...Daha önceden yazdığı bir Bodrum dalış rehberinin yanısıra, birde Scuba Cep kitabı var.. Tüm kitaplara Alfa yayınlarından ulaşabilirsiniz..
Mahmut Bey, oturmuş kitaplar yazmış, peki siz ne yapıyorsanız derseniz, biz bu sıralar mutfağı keşfettik. Ben bu kış ilk defa evdeki fırını kullanmayı öğrendim ( şaka değil, daha önceki hayatım hep micro dalga ile geçti), şimdilerde habire kurabiyeler, kekler falan pişirip duruyorum.. Sevgili ise hem romanını yazmayı sürdürüyor, hemde daha önceleri yumurta kırmayı bilmezken (abartı değil, bu da kesinlikle doğru..) şimdilerde sıkı bir çiğköfte ve boza ustası oldu.. Macera devam ediyor....

5 Aralık 2011 Pazartesi

Aizonai

10 gün kadar önce birkaç günlüğüne Kalkan ve civarlarındaydık. Deniz, güneş ve Kalkan’ın muhteşem manzarasında harika bir Akdeniz sonbaharı geçirmenin yanı sıra antik Tlos kentini de ziyaret ettik. Tepedeki kral mezarlarına doğru tırmanırken, arkeolojiyi ve antik kentleri gezmeyi ne kadar sevdiğimi düşündüm. Harika bir gün olmasına rağmen etrafta benden başka sadece 1-2 yabancı turist vardı o kadar. İnanılmaz zengin bir kültüre sahip ülkemizde, antik kentleri çoğunlukla yalnız başına gezmek bizim ülkenin kaderi gibi..Son 2 yıldır kışları arkeoloji dersleri aldığım sevgili hocam arkeolog Dr.Alpay Pasinli’den öğrendiklerimi hatırlaya hatırlaya tırmanmayı sürdürürken, keşke seçmeli ders olarak liselerde ya da üniversitelerde arkeoloji dersleri verilse diye düşündüm, sonuçta eğitim olmadan merak ve sevgi gelişmiyor.





Bugün aslında sizlerle Tlos antik kentini paylaşmayacağım. Ne de olsa pek çoğumuzun tatillerini geçirdiği Akdeniz sahil şeridinde ulaşımı oldukça kolay olan bir yerde. Paylaşmak istediğim yer Türkiye’deki en sevdiğim antik kentlerden biri olan Aizonai. Klasik tatil rotalarının üzerinde olmaması nedeniyle oldukça öksüz kalmış bir yer ancak dünya üzerinde en sağlam kalmış Zeus tapınağa da sahip bir yer. Birkaç yıl önce eski bir Sky Life dergisinde resimlerini görüp, hayran kalana kadar benim de haberimin olmadığı bir yer. Bir gün mutlaka buraya gidilmeli diye derginin sayfalarını koparıp not defterimin arasına yerleştirmiştim ki, birkaç ay sonra baktım, benim daha henüz haberim olan bu yere ailemizin İngiliz tarafı etraflıca bir gezi düzenlemiş bile..

Sonuçta bu bize yakışmıyor denerek geçen kış, Kütahya’ya 50 km uzaklıktaki Çavdarhisar ilçesinde bulunan Aizonai antik kentine bir aile turu düzenlendi. Aizonai’de MÖ 3000 yılından beri yerleşim olduğu arkeologlarca tanımlanmış ama şehrin en parlak günleri yaklaşık 120.000 kişinin yaşadığı düşünülen MS 117-138 yılları arası. Roma döneminde 2. Efes olarak nitelenen şehir tahıl, şarap ve yün üretimi ile zenginleşmiş.

Aizonai’nin en görkemli yapısı MS 2.yüzyılda Roma imparatoru Hadrian zamanında yapılan Zeus tapınağı. Önemli deprem bölgelerimizden birinde yüzyıllarca ayakta kalmasına şaşkın şaşkın bakarken, siz bir de alt kattaki depo alanını görün diyor, uzunca zamandır ilk kez ziyaretçi ile karşılaşan bekçi. Gerçekten bugün yapılmış gibi sapasağlam..




Bu arada ülkemizdeki en gezgin köpeklerden biri olmaya aday ailemizin dört ayaklı üyesi Hera’da mitolojideki vefasız kocası Zeus’un tapınağını köşe bucak koklamadan bırakmıyor. Anadolu kışının insanın içini titreten ayazına rağmen ,bu inanılmaz yerde uzun uzun dolaşıyor, tapınağın tepesinden düşmüş bir kadın başının yer aldığı akroteri arkamıza alarak bol bol fotoğraf çektiriyoruz.



Aizonai büyük bir şehir, 13.000 kişilik bir stadyuma, 20.000 kişilik bir tiyatroya sahip. Ayrıca MS 300 yılında dünyanın ilk borsasının kurulduğu yer..Keşke İMKB buraya sponsor olsa da, bu güzel şehri ayağa kaldırsa, dünyaya tanıtsa diye hayal ediyorum. Köyün içinde yer alan borsa binasının hemen yanında uzanan mermer sütunlu caddenin ancak çok az bir kısmı restore edilmiş. Etrafında dükkanların yer aldığı, tapınaktan başlayan törensel bir yol olduğu tahmin ediliyor.






Başta da yazdığım gibi antik kentleri gezmeyi çok seviyorum. Her biri, bana her şeyin geçici olduğunu, elimizdeki yegane şeyin şimdiki zaman olduğunu yüzyıllardan süzülüp gelen bir sabırla anlatmayı sürdürüyor. Umarım bir gün Aizonai’ye yolunuzu düşürürsünüz ve bugün yapayalnız kalmış, bir zamanların bu zengin ve güçlü kentinde kalbinize uzanan bir yol da siz bulursunuz..


Bu yazım 19.Ekim. 2011 tarihinde WTC blog da yayınlanmıştır. Buradan ulaşabilirsiniz

28 Ekim 2011 Cuma

Ayvazovski'nin Peşinde..

Kendisi doğru dürüst bir çöpten adam çizmekten aciz olan bu satırların yazarı, nedense resme pek bir meraklıdır. Bütçesi el verdiğince özellikle genç ressamlardan resim de satın alır, zamanı el verdiğince sergileri de takip etmeye çalışır. Ama asıl önemlisi yurt dışına çıktığı zaman, ne yapar ne eder önemli ressamların eserlerinin sergilendiği müzelere mutlaka gitmeye çalışır..


Kırım’daki son günümüzde de önemli bir karar vermek zorundaydık. Ya Yalta’da kalarak güneş, deniz ve birkaç saray daha gezerek hafif ve keyifli bir gün geçirecek, ya da bir araba kiralayarak, gidiş geliş 7 saat yol yapacak, Kırım’ın sahil şeridinin önemli bir bölümünü kat edecek ve Ayvazovski’nin peşine düşecektik. Seçim, dünyanın en ünlü deniz manzarası ressamlarından biri olarak kabul edilen Ivan Konstantinovich Aivazovski (1817 – 1900) oldu.




Karadeniz’in kıyısında dolana dolana giden dar sahil yolu, bizi ara sıra küçük sahil kasabalarından geçirdikten sonra Sudak’a ulaştırdı. 1970’leri pek hatırlayamasam da, her halde o zaman bizim sahil kasabalarımız da böyleydi diye düşündüm. Ufak tefek sahile sıralanmış evler, birkaç derme çatma pansiyon, bir iki ufak lokanta, her ihtiyacınızı karşılayabileceğiniz bir bakkal ve sahilde çakıl taşların üzerine serdikleri havlulara uzanmış kızarmaya çalışan yerli turistler..



Sudak, sahildeki önemli ve turistik şehirlerden biri. Özellikle dış duvarları oldukça iyi restore edilmiş durumda olan 14.yüzyıldan kalma Ceneviz Kalesi görülmeye değer. İpek Yolundaki önemli duraklardan biri olan şehir, yüzyıllardır önemli bir liman kenti olma özelliğini korumuş.



Ermani asıllı Rus ressam Ayvazovski’nin doğduğu şehir Feodosiya ise Sudak’a göre daha canlı daha hareketli bir şehir. İlk kez 1845 yılında Sultan Abdülaziz’in davetlisi olarak İstanbul’a gelen ressam, daha sonra yedi kez daha geldiği ülkemizde pek çok portre ve manzara resmi üretmiş. Türkiye’de halen pek çok özel koleksiyonda ve müzelerde resimleri mevcut. Çok hızlı çalıştığı ve hayatı boyunca neredeyse 6000 adet resim tamamladığı söyleniyor.

Eserlerinden oluşan en önemli koleksiyon ise, hayatının son dönemlerinde döndüğü ve bir sanat okulu açtığı Feodosiya’daki müzede. Kendi yaşadığı ev ve çevresindeki pek çok bina satın alınarak, labirent gibi büyük bir müze binasına dönüştürülmüş. Resimler, resimlerdeki ışık, fırça darbelerinden çıkan dramatik ve çoğu kasvetli anlar, tam aç ruhlara ziyafet ve Kırım’ın bu köşesinde dev boyutlu bir Boğaziçi manzarası görmek ise bizler için hoş bir sürpriz.



Müzedeki favorim ise neredeyse 4 X 8 metre boyutlarında, inanılmaz dramatik bir ışık ile resmettiği fırtınalı bir denizdeki dev dalgalar…Sadece dalgalar, başka hiçbir şey yok, önünde saatlerce oturabilirdim..Ama müzenin içinde resim çekmek yasak olduğu için bu resmin resmi bende de yok, sadece hala hayalimde… Ama işte sizler için internetten bulduğum birkaç Ayvazovski resmi ama bence siz bir Dolmabahçe Sarayına gidip asıllarını görmeyi ihmal etmeyin.




Bu yazım 10. Ekim. 2011 tarihinde WTC Blog'da yayınlanmıştır.. Buradan ulaşabilirsiniz...

11 Ekim 2011 Salı

Yalta

Yalta, Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyetinin, neşeli, renkli ve de tabi ki turistik yüzü. Karadeniz’de buram buram Akdeniz çağrıştıran bir kent. Yemyeşil ormanlarla çevrili güzel bir yoldan giriyoruz şehre. Tabii yol üzerinde sık sık bulunan şarap tadım evlerinden birinde Kırım’ın harika şaraplarını tatmayı ihmal etmeden.



Başkent Simferopol ile Yalta’nın arası araba ile yaklaşık 1 saat kadar, ama iki şehir arasında çalışan dünyanın en uzun troleybüs hattını kullanmaya niyetlenirseniz, 3 saat kadar bir süreyi gözden çıkarmanız lazım. Zamanı kıymetli olan bizler, kısa yolu seçiyoruz, yanımızda da yine, bir önceki yazımda bahsettiğim, Kırım’ı ilk kez bizimle gezdiklerini çok geç anladığımız tercümanımız ve şoförümüz. Sivastopol macerasından akıllandığımız için bu sefer, teyit alıyoruz. Şoförümüz hiç gitmemiş ama tercümanımız tatillerini Yalta’da geçirirmiş.

Hedefimiz, sabah 9’da ayrıldığımız Simferopol’den, Yalta’ya ulaştıktan sonra iki adet saray ziyaret etmek ve öğle saatlerinde otele giriş yapmak. İlk durak meşhur Livadiya Sarayı. Tamam geldik diyor bizim ikili, ancak saraya doğru trafik sıkışınca, zaman kazanmak için biz arabadan inip giriş kapısına doğru yürüyoruz. Gerçekten anlı şanlı bir kapı, arkasında da bakımlı bir bahçe uzanıyor. Ancak ne yapsak, ne söylesek bizi bir türlü içeri almıyor kapıdaki görevliler, çaresizce bilet satan bir kulübe arıyorum etrafta ama nafile. Neyse biraz sonra tercümanımız yanımıza geliyor da, durum aydınlanıyor. Meğerse biz, Livadiya Sarayı diye bir sanatoryuma girmeye çalışıyormuşuz. Artık meşhur ikilimize kızamıyoruz bile.



Trafikle yarım saatten biraz daha fazla boğuştuktan sonra, şehrin neredeyse diğer tarafında yer aldığını öğrendiğimiz saraya ulaşıyoruz. 1911 yılında tamamlanan Livadiya Sarayını ,son Rus Çarı 2. Nikolay, ailesi ile yaz tatillerini geçirmek için kullanmış. Yemyeşil bahçeler içinde muhteşem bir deniz manzarasına sahip Rönesans tarzından etkilenmiş bir yapı. 1917 yılındaki Rus devriminden önce, ailenin burada geçirdikleri mutlu birkaç yazdan kalan fotoğraflar binanın ikinci katında sergileniyor. 1918 yılında ailenin kurşuna dizilmesinden sonra yıllar yılı kurtulup kurtulamadıkları adeta masalsı bir biçimde tartışılan Grand Düşeş Anastasya ve diğer kızkardeşlerin ya da Rusya’nın sonraki Çarı olarak yetiştirilen Çareviç Alexei’in bir zamanlarlar kaygısızca dolaştıkları, eğlendikleri bu yerler bana garip biçimde hüzünlü de geliyor.




Ailenin fotoğraf çekmeye olan merakı, o günleri bugüne taşıyan bir yol gibi.. O fotoğraflara bakarken, üst katlardaki harika deniz manzaralı odalardan birinde resim yaparak oyalanan Grandüşeşler Olga, Tatyana, Anastasya ve Maria'nın neşeli dedikodularına kulak verebilir ya da şu anda hediyelik eşya dükkanına çevrilmiş Rusya’nın gelecekteki çarı olarak yetiştirilen Çareviç Alexei’in çalışma odasında öğretmenlerinin anlattığı dersleri dinlerken sıkıntılı oflamaları puflamalarını duyabilirsiniz.



Sarayda dolaşanlar sadece Çar ailesinin hayaletleri değil, giriş katında yer alan büyük yemek salonunda Stalin, Roosevelt ve Churchill, odanın ucunda yer alan ufak bir oval masanın başında dünyayı yeniden şekillendiriyorlar, paylaşıyorlar. Yıl 1945; 2.Dünya Savaşı sonrası yapılan Yalta Konferansına’da ev sahipliği yapıyor Livadiya.



Yalta’daki bir başka önemli yapı da Vorontsov Sarayı. Oraya’da müthiş ikilimiz sayesinde ön kapı yerine arka kapıdan girip, bir 3 km kadar yol yürüdükten sonra ulaşabiliyoruz. Prens Vorontsov tarafından yaptırılan sarayın inşaatı 1830-1848 yılları arasında sürmüş. Rus Devriminden sonra Livadiya sarayındaki eşyaların çoğu kaybolmasına karşın burası, aynı olaylardan daha az zarar görerek çıkan bir yapı. Bir Rus asilzadesinin nasıl yaşadığını görmek istiyorsanız, gidilmesi gereken bir yer.

19.yüzyıldan itibaren Rus aristokrasi ve yüksek tabakaları arasında çok moda olan Yalta tatilleri dolayısıyla, Yalta ve civarında çok sayıda ziyaret edilebilecek tarihi bina mevcut. Stalin bile Yalta’nın cazibesine kapılıp, hemen yakınında bulunan şarapları ile ünlü Masandra kasabasındaki bir sarayı kendi yazlık dacha’sı olarak kullanmayı ihmal etmemiş. Anlayacağınız tarihin akışı sırasında liderler arasında pek bir fark olmamış. İdeoloji kitlelere, imtiyazlar ceplere…Çok tanıdık gelmiyor mu??





Yalta’da çok daha uzun ve sakin bir gün geçirmeyi planlamamıza karşın, malum kişiler nedeniyle otele girişimiz ancak akşam saatlerinde oluyor. Hızlıca üst baş değiştirip, tazelendikten sonra günün en güzel saatleri için Yalta’nın ünlü sahiline iniyoruz. Bütün gün Yalta’nın tarihinde dolaştıktan sonra, rıhtımın girişinde yer alan McDonald’s ın kalabalığını aşıp, hemen karşısında yer alan Lenin heykelinin altında bangır bangır müzik ile kaygısızca dans eden gençler bizi anında günümüze getiriveriyor. Sahil kenarına dizilmiş dükkanlardaki lüks malların fiyatları dudak ısırtan cinsten olsa da zaman şimdiki zaman ve arayana burada her şey mevcut.


Biz ise en keyifli anlarımızı, sahilin sonlarında yer alan upuzun ressamlar sokağında alıyoruz. Çok başarılı ressamlar, çok başarısız ressamlar hepsi yan yana. Neden bizde de böyle ressamların eserlerini sattıkları sokaklar olmadığını hep düşünmüşümdür.Ne zaman yurt dışına çıksam en keyifli saatlerimi oralarda geçiririm. Ressam Dimitri ısrarla karakalem portrelerimizi çizmek istiyor, yaptığı portreler oldukça iyi. Madem çok istiyorsun al bakalım bizim yaramazın bir portresini yap diyoruz, ve anlaştığımız gibi ertesi akşamda Yalta’dan bize kalan en hoş hatırayı yanımıza alarak evimize dönüyoruz.

25 Eylül 2011 Pazar

Sivastopol

Eğer şu anda sevgilinin bir rahatsızlığı nedeniyle Florance Nightingale hastanesinde kalıyor olmasaydık, bu yazı aslında yazılması hiç hesapta olmayan bir yazıydı.. Ne de olsa Kırım seyahatinde, Sivastopol günümüz traji komik bir biçimde sonuçlanmıştı. Bizi şehre götürmesi için ayarlanan tercümanın da, şoförün de, Sivastopol’e ilk kez geldiklerini anlamamızdan hemen sonra, şehrin içinde saatlerce dönüp durmuş, bir geçtiğimiz yerden defalarca tekrar geçmiş ama bir türlü gitmek istediğimiz yere varamamış, vardıktan sonra da arabayı park edememiştik. Artık dönüş yoluna düşmemiz gereken saat geldiğinde ise, zor bela ünlü Panorama müzesine son sırada girmiştik.


Sivastopol’den bir gezi yazarı olarak ne anlatacaksın derseniz, ne gördüm ki anlatayım derim, ama başta da dediğim gibi şu anda Florance Nightingale hastanesinde yatıyoruz ( ve umarım siz bu satırları okurken de çıkmış oluruz) ve belki de bir başka hayatta Dasha Sevastopolskaya hastanesinde yatıyor olabilecektik.

Şehrin ünlü Panorama müzesinde Kırım savaşı sırasında, Sivastopol kuşatmasının en kanlı günlerinden biri – 18 Haziran 1855 günü yaşananlar 360 derecelik bir sanat eseri aracılığıyla bugüne aktarılıyor. Resmin, maketlerin, mankenlerin, çeşitli savaş malzemelerinin iç içe geçtiği muhteşem bir çalışma. İngilizler, Fransızlar ve Sardunyalılar deniz tarafından saldırıyor, Ruslar ise cephede kendi kahramanlık destanlarını yazıyorlar. Savaşın bir başka tarafı biz Türkler ise bu tabloda yokuz, çünkü o sıralar Sivastopol’ün hemen yakınlarındaki Balaklava’da çarpışıyoruz.


Rus cephesindeki en çarpıcı figürlerden birisi ise bir kadın – Darja Lavrentjevna Mikhailova ya da savaş sonrası askerler tarafından verilen adı ile Dasha Sevastopolskaya. Rusya’da savaş meydanlarının ilk gönüllü hemşiresi. ‘’Kırım savaşından sonra tüm dünya Florance Nightingale’in adını duydu, ama bizim Dasha’mızı bugün çok az kimse bilir’’ diye sitemle anlatıyor müzedeki rehber. Tarihi genelde kazananlar yazdığı için bu işte çok da şaşıracak bir şey yok diye düşünüyorum, ama Dasha orada duyduğum kısacık hikayesi ile benim kadın kahramanlarım arasında yerini alıveriyor.




Sivastopol’ün ruhu ve kaderi olarak anılan Dasha, gönüllü olarak cepheye geldiğinde 17 yaşında bir yetimdir. Savaşın en sıcak zamanlarında, cephede yaralıları tedavi etmek için gösterdiği çaba ve korkusuzluğu ile herkesin takdirini kazanır. Savaş sonrası Çar 1. Nikolay, Dasha’yı 500 gümüş ruble ve altın madalya ile onurlandırır ki bu o dönemde alt sınıflardan gelen birine verilen tek altın madalyadır. Daha sonra Çar, evlendiğinde Dasha’ya 1000 gümüş ruble daha hediye edecektir. Dasha 1911 yılında Sivastopol’de ölene kadar hemşirelik yapmayı sürdürür.



Dasha’nın şehri Sivastopol ise görebildiğim kadarıyla çok güzel bir şehir, Kırım’ın diğer kentlerine hakim olan eskimişlik hali burada yok. Sovyetler Birliği döneminde yabancıların sadece çok özel izinler alarak girebildiği şehir, o zaman olduğu gibi şimdide Rus donanmasını ağırlıyor. Rusya ve Ukrayna arasında derin tartışmalara neden olan bu durum, şimdilik 2042 yılına kadar sürecek. İkinci dünya savaşı sonrasında büyük paralar harcanarak yeniden inşa edilen şehir, halen çok bakımlı ve hareketli bir yer. Deniz kenarında olan her yer gibi insana enerji yüklüyor. Kırım’da kesinlikle zaman geçirilmesi gereken bir yer. Zaman fakirleri bizler ise iki araya bir dereye kısacık bir mola sıkıştırarak, deniz kenarında buz gibi birer kadeh şarap içerek , en sevdiğimiz şeyi yapmadan, yeni bir şehrin sesini dinlemeyi ihmal etmeden Sivastopol’den dönmüyoruz. O günden ise bugüne, cephenin farklı taraflarındaki iki kadını bu yazıda bir araya getirmek kalıyor…


Bu yazım 30.Ağustos 2011 tarihinde WTC Blog'da yayınlanmıştır. Buradan ulaşabilirsiniz..

25 Ağustos 2011 Perşembe

Evpatoriya

Kırım’ın Osmanlı kontrolünde olduğu yıllarda batıdaki kalesi niteliğindeki Gözlev, ya da 1783’te Rusların kontrolüne girdikten sonra aldığı yeni adı ile Evpatoriya, bugün Kırım’ın önemli liman şehirlerinden biri. Sabahın erken saatlerinde bastıran sıcakta Rus ve Ukraynalı turistler ağır ağır plajları doldurmaya başlarken, biz Mimar Sinan’ın 1552 yılında deniz kenarına yakın bir yerde yaptığı Han Camisi önündeyiz. Usta mimarın bu en kuzeydeki eseri bugün genç Tatar çiftlerin, dini nikahlarına ev sahipliği yapacak. Heyecanla bekleyen çiftlerin arasına karışarak birkaç fotoğraf çekmeye çalıştıktan sonra, caminin biraz ilerisindeki bir başka Osmanlı eserine, 16.yüzyıldan kalma Aziz Baba Mevlevi tekkesine gidiyoruz.






Han Camisi ne kadar iyi restore edip korunmuşsa, tekke ve hemen yanındaki cami yıkıldı yıkılacak gibi duruyor. Hüzünlü ve tüm yaşadıklarından sonra pes etmiş bir görüntüsü var. Ancak ister iyi ister kötü durumda olsun, bu eserler, Osmanlının bir zamanlar bu topraklarda hüküm sürdüğünün en büyük izleri. Aslında bu toprakların şimdiki sahipleri de, bu mirası çok da inkar etmemişler. Şehrin merkezinde bulunan bir anıtta, Evpatoriya’da hüküm süren tüm kralların, kraliçelerin arasında Fatih Sultan Mehmet’in de büyük boyutlu bir rölyefini görmek bizim için hoş bir sürpriz oluyor..



Evpatoriya aslında Kırım’daki pek çok şehir gibi, çok eskimiş, çok yıpranmış ama bir o kadar da güzel bir şehir. 18., 19. Yüzyıllarda yapılmış muhteşem binalar, bir gün gelip onarılmayı sabırla bekliyorlar. Şimdi çok eskilerde kalmış bir başka zamanda bu kente sayfiyeye gelmiş Rus asilzadelerinin, zenginlerinin hayaletleri kimileri boş olan bu evlerde hala dolaşıyor mu bilemem ama çoğu yıkılacakmış gibi duran bu evlerin odalarını şimdilerde deniz havası almak isteyen orta tabaka Ukraynalılar, pansiyon olarak kullanmakta. Şehrin oldukça geniş plajları olmasına karşın, sahil şeridini paylaşan bir diğer kurum ise liman. Aslında işin de biraz keyfini bozmuyor değil…. Eğer kumsal arıyorsanız, istikamet şehir dışı…






Oldukça geniş bir alana yayılmış olan şehri gezmenin en keyifli yollarından biride tarihi tramvayı. Akşamüstü saatlerinde bizde piyasa için sahil kenarına iniyoruz. Seyyar satıcılar, turistler, gösteri yapanlar, etrafta koşuşturan çocuklar herkes orada. Küçük bir cafe’de Kırım’ın güzel şaraplarından içip, etrafı seyretmek belki de bir turist için bu saatlerde yapılabilecek en güzel şey. Belki bir de hatıra fotoğrafı çektirmek….


Bu yazı ilk olarak WTC blog'da yayınlanmıştır. Buradan ulaşabilirsiniz..