28 Mayıs 2008 Çarşamba

Şili Şarabını Yerinde İçmek

( Sevgili seyahat arkadaşım Aynur Koç'un harika yazısı ve fotoğrafları eşliğinde bugün yine dünyanın bambaşka bir bölgesine gidiyoruz. Benden tavsiye, yazının yanına bir kadeh şarap iyi gider....)

Santiago’dan kuzey-doğu, denize doğru liman kenti Valparaiso’ya gidiyoruz.Tur Liderimiz Faruk Pekin günün sürprizini yaparak programa ek olarak şarap tadımı için bir şarap imalathanesine gideceğimizi bildirdi.


Casablanca vadisinde tepeleri karlı sıra dağlar arasında zümrüt yeşili bağları sabah sisi içinde gördüğümde içimden koşup üzüm salkımlarını tek tek öpmek geldi.
Veramonte adlı şarabın imal edildiği modern tesis Amerika’da uzun zaman yaşamış olan Şili’li iş adamı tarafından 1990 da kurulmuş.
Kurulduğu zaman çöl olan bu arazide büyük emek harcanarak zümrüt bağları oluşturulmuş.



Bugün 3 Milyon adet şişe ile Amerika ve İngiltere’ye ihracat yapıyorlar.Üretimin sadece % 5’lik kısmı iç pazara yönelik.

Casablanca’nın diğer bölgelere oranla daha serin ve kıyıya oldukça yakın olması bu imalathanede dünya standartlarında Chardonnay ve Sauvignon Blanc üretimine olanak vermiş.

İmalathanenin üst katı müze olarak değerlendirilmiş. Eski üretim araçları ve zengin tirbişon koleksiyonu hepimizin ilgisini çekti.


Alt kaltta şarap dinlendirme fıçılarının yanındaki şarap tadım noktasında denediğim tadlar olağanüstüydü.


Taş yerinde ağırdır diyerek gerek taşıma zorluğu gerekse gümrüklerden geçerken yaratılan zorluklar nedeniyle tüm Şili gezisi boyunca bol bol şarap içip tadlarını damağıma gömmeyi tercih edip, şarap almadım.

Veramonte’de bir de şarap aksesuarların satıldığı bölüm var. Seramik karaflar, şarap altlıkları, tıpalar, önlükler, tabaklar, hasır şişe muhafazası vs…seçmeğe doyamıyorsunuz.

Ufak bir tabakta karar kılıyor, Veramonte’nin bir anısı olarak alıyorum.

ŞİLİ ŞARAPLARI DÜNYADA NASIL ÜN KAZANDI ?

Peki Şili nasıl dünyanın en saygın şarap satıcısı haline nasıl geldi,ünlendi ?. Bu soruya yanıt bulmak buraları ve şarap politikalarını gördükten sonra çok kolay. Şili’de şarapcılığın gelişimine bakarsak;

1540’larda komünyon ayinlerinde kullanılmak üzere katolik misyoner rahiplerce başlatılan üretim zaman içinde gelişerek 1851 de Silvestre Ochapaula tarafından açılan ilk şaraphane ile dini ortamdan ayrılmış ve resmiyet kazanmıştır. 1980’lerde Miguel Torres’in şarap üretiminde modernizasyona gitmesiyle daha da önem kazanmaya başlamıştır. Bunun sonucu olarak 1985 yılında Şili hükümeti resmi markalaşmayı getirmiştir.

Aşağıda adı geçen bölgelerdeki belirtilen üretimle yoğunlaşan şarap üreticileri üzümlerini kendi bölgelerine özgü olarak yaratmışlar , geliştirmişler ve etiketlerine bölgelerinin adını koyarak markalarını yaratmışlardır.

Maipo Bölgesi-Cabernet Sauvignon ,
Rapel Bölgesi-Merlot ,
Maule Bölgesi-Sıradan şarap,
Bio-bio Bölgesi-Ucuz şarap ,
Casablanca Bölgesi -Chardonnay,
Aconcagua Bölgesi-Cabarnet Sauvignon

Bu bölgelerdeki tabiat şartlarının bu gelişimdeki payını gözardı etmemek gerekir. Şili’de Aralık ayından itibaren hasat öncesi ve esnasında az yağmur yağması üzümlerin tamamen olgunlaşmasına yol açmaktadır. Bu durum bağın alacağı suyun, üzümü sulandırarak, alkol seviyesi düşük şarap çıkma olasığını ortadan kaldırmaktadır.

Günlük sıcaklıkların ( gece gündüz farkı bazen 15-20 derecelere çıkmaktadır) üzümün kabuğundaki aromatik özelliklerin konsantre olmasına izin vermesi de üzümün kalitesini yükselmektedir.
Şili’yi diğer ülkelerden farklı kılan en avantajlı husus ise 19.yy.da Avrupa üzümcülüğünü mahveden Phlylloxera’nin Şili’de olmamasıdır. Üzümler bu hastalıktan korunmak için su akışını ve besin değerini etkileyen aşılama sürecinden geçmez böylelikle kalite sağlanmış olur.

Son yıllarda organik tarımla üretilen Şili Şarapları iyi fiyat ve iyi kaliteye sahip olarak kendine haklı bir yer edinmiştir.Üretiminin büyük kısmını Cabernet Sauvignon oluşturur . Merlot ve Carmenere ve Shiraz üretiminde de artış gözlemlenmektedir. Beyaz Chardonnay ve Merlot ile farklı denemeler yapılmaktadır. Düzenli şarap geliştirme yöntemlerinin yanı sıra iyi bir pazarlama stratejisi de eklenince ŞİLİ ŞARABI ‘nın dünyada haklı olarak ünlendiğini görebiliyoruz.

Birgün yolunuz ŞİLİ’ye düşerse, Kırmızı şarap olarak; Concha Y Toro’s,Cousino Macul’s,Don Maties ,Santa Rita’s Casa Real,Medalla Real,Undurranga’s Cabernet Sauvignon Reserva’yı, beyaz şarap olarak ; Canepa’s Finisimo Blanco, Casablanca’s Sauvignon Blanc, Caliterra’s Chardonney, Cousino Macul’s Chardonnay’i Vino Tinto (Kırmızı), Vino Blanco (Beyaz) olarak değil adlarıyla isteyip yerinde içmenin keyfine varın.

Fest Travel 26Ocak-5 Şubat 2008 Şili Gayzerleri ve Paskalya Adası gezi notlarımdan derlenmiştir

18 Mayıs 2008 Pazar

Ertuğrul Özkök'ün Hindistan Cevizleri

Şu günlerde Sri Lanka notlarımı, fotoğraflarımı, oradan toplayıp getirdiğim bir sürü vırtı zırtıyı toparlayıp arşivleme aşamasındayım. Biriktirdiğim onca şeyin arasından bazen beni hala eğlendiren kimi notlara da rastlamıyor değilim. İşte bunlardan biri; Hürriyet gazetesinden kestiğim Ertuğrul Özkök’ün hindistan cevizli yazısı


Özetle, Seyşel adalarında tatilde olan Ertuğrul Özkök, eşinden aldığı bir ihbar üzerine, hindistan cevizinin ölümcül gücünü araştırmaya koyulur. Aldığı ihbara göre, bu iri cevizler beklenmedik anlarda insanların kafalarına düşerek, yılda 100 kadar kişinin ölümüne neden olmaktadır. Gazetecilik böyle bir şey olsa gerek, hemen kendi kaynağını bulur ve bir taksi şöförü ile bu konuyu konuşur ancak Seyşellerde ölümle sonuçlanan vaka yoktur. Sonunda taksi şöforü işin gizini kendince çözer ve der ki:

‘Bu olaylar Sri Lanka'da olabilir. Çünkü orada hindistancevizi ağaçları çok yüksek. O yükseklikten insanın başına düşerse ölebilir."

Ertuğrul Özkök ‘de onaylar:"Doğru ölebilir" .

İşte bu küçük dialog Sri Lanka’ya yola çıkmadan başıma bayağı bir iş açtı. Benim uzak uzak, pek de fazla bilinmedik ülkelere gidip gezip dolaşmamdan endişe duyan sevdiklerime göre, Sri Lanka’da başıma gelebilecek belalar iki ana grupta toplanıyordu. Ya Tamil Kaplanları’nın terror eylemlerinin ortasında kalabilirdim, ya da başıma bir hindistan cevizi düşüp ölebilirdim.

Seyahatim süresince Tamil Kaplanları ile pek bir işim olmadı ama, ağaçların tepesinde salınmakta olan hindistan cevizlerini sürekli bir kuşku ile süzmedim dersem yalan olur. Baktım olacak gibi değil sonunda bende kendi araştırmacı gazeteci kimliğimi ilk kez ortaya çıkardım. Özenle seçtiğim yerel kaynaklar Sri Lanka’daki rehberimiz ve iş güç yokluğundan canı son derece sıkkın görünen ve konuşmaya meraklı bir barmen oldu. Her ikisi de konuya gereken ilgi ve alakayı gösterdiler ve sonuç bir hiçti… Ülkede şu ana kadar duydukları hiç bir ölüm vakası olmamıştı ve barmen’e göre cevizler zaten düşme aşamasına gelmeden ağaçlardan toparlanıyordu….

Ve işte okuduğunuz bu yazı ile mavilimon, önemli bir kamu hizmeti yerine getirerek Sri Lanka’nın alnına sürülmüş bu kara lekeyi temizler, ve Sri Lanka’ya yolu düşecek gezginlere hindistan cevizi korkusu olmadan keyifli bir tatil geçirmelerini diler…..

14 Mayıs 2008 Çarşamba

Benteto Beach - Sri Lanka

Bu sıralar keyifli telaşlar ve keyifli tembellikler arasında gidip gelmekteyim. Bir baktım internete girmeyeli günler olmuş, mavilimon’a yazı yazmayalı ise haftayı geçmiş, oysa yavaş yavaş Sri Lanka’dan ayrılıp bambaşka ülkelere doğru yol almalıyım...

Sri Lanka’da son günlerimizi Colombo’ya 1,5 saat uzaklıktaki Benteto Beach’ de geçiriyoruz. Muhteşem bir kumsal ve ondan da daha muhteşem manzaralar.... Ama deniz, girmeye bile değmez.. Bulanık, dalgalı ve sıcak. Benim gibi Datça’nın denizinin tutkunları için adeta sürgün...



Benteto Beach yanyana otellerin bulunduğu turistik bir bölge ama ülkenin genelinde olduğu gibi burada da turist çok az... 2004 yılında tsunaminin vurduğu ülkeyi ve turizm sektörünü, şimdilerde Tamil terörü korkusu vurmakta.. Etrafta biraz İngiliz var, bol bol da turizm sektörünün yeni müşterileri Ruslar... Genelleme yaparak bir ülke yurttaşlarının tümünü karalamak çok doğru değil biliyorum ama benden ufak bir tavsiye, şöyle denize karşı şezlonga yayılıp, tembel tembel kitap okumak havalarındaysanız, öncelikle etrafınızda bu yeni turist grubunun olmamasına dikkat edin derim ben. Sonradan görmelikleri ve huzursuzlukları ile granit kıvamındaki sabır taşınızı bile çatlatabilirler...



Benteto Kumsalı’ndaki iki günüm Rusların olmadığı gölgelik köşelere kaçarak bol bol kitap okumakla geçiyor. Güneşin alçaldığı saatlerde ise uzun yürüyüşler enerji depolamak için birebir. Bazende güneşin bunalttığı anlarda çaresiz kalıp denize giriyorum, ama yüzebilmek mümkün değil. Sadece son derece düzensiz gelen dalgaların üzerinde hoplayıp duruyorsunuz o kadar. Kafayı da çok fazla suya sokmamaya dikkat etmek gerek, çünkü dalgaların havalandırdığı kum hemen gözlerinize ve ağzınıza doluveriyor.



Ufak ufak dalgaların ardından, hiç beklemediğiniz bir anda geliveren büyük bir dalganın beni alabora etmemesi için bir yandan dalga gözcülüğü yapıp, bir yandan da ayakta durmaya çabaladığım anlarda aklıma hep 26 Aralık 2004 tarihinde televizyonun karşısında dehşetle oturup Uzakdoğu’daki tsunami felaketini izlediğim zamanlar geliyor. Sri Lanka’nın da özellikle doğu sahillerini vuran dev dalgalar ülkede 20.000’den fazla kişinin yaşamına mal olmuştu. Şu ufacık dalgaların bile beni huzursuz ettiği bir ortamda, dev dalgaların dehşetini hayal edebilmek çok zor.

Şimdilerde de televizyon ekranlarını Myanmar ve Çin’den gelen ve insanın içini acıtan görüntüler dolduruyor. Çok sevdiğim, sokaklarında mutlu ve aylak aylak dolaştığım bu ülkelerden gelen görüntüler, kafamı karıştırıyor. Nedenlere ise cevap bulabilmek her zaman olduğu gibi, çok zor......

Benteto Kumsalı fotoğrafları için seyahat arkadaşım Sema Ocakcıoğlu'na çok teşekkürler

2 Mayıs 2008 Cuma

Tamil Kadınları ve Çay

Sri Lanka’nın dünyanın neresinde olduğunu bilmeseniz bile, eminim Seylan çayını mutlaka biliyorsunuzdur, hatta tatmışsınızdır. Ya ayrılıkçı örgüt Tamil Kaplanları ??? Eminim haber bültenlerinden mutlaka kulağınıza çalınmıştır. Peki ya, ikisinin bağlantısı ??? İşte o da bugün mavilimon’da...

Daha önceki yazılarımdan birinde ülkede iki ayrı etnik grup bulunduğunu yazmıştım sanırım. Sinhaliler ve Tamiller. Her ikisinin dili de ülkenin resmi dili kabul ediliyor. İki grup arasındaki en önemli farklardan biri de Sinhalilerin Budist, Tamillerin ise çoğunluğunun Hindu olması.

Ülke nüfusunun %9’unu oluşturan Tamilleri, ülkede pek çok terör eyleminden sorumlu Tamil Kaplanları dolayısıyla daha önceden duymuştum, Ülkenin kuzey ve doğusunda yoğun olarak yaşadıklarını ve bu bölgelerde ayrı bir devlet kurmak istediklerini, bu bölgelerdeki kimi yerlere, deyim yerindeyse Sri Lanka devletinin giremediğini biliyordum. Ülkenin 60. bağımsızlık kutlamalarının hemen sonrasına gelen gezimiz öncesi, Tamiller de bu kutlamalara bir kaç yeri bombalayarak katılmışlardı. İşte bu ruh hali içinde hayran hayran Nuvara Eliya’nın çay bahçelerini ve oralarda renk renk elbiseleri ile deyim yerindeyse huzur içinde çay toplayan kadınları seyredip giderken, bu kadınların Tamil olduklarını öğrenmek tabiki çok şaşırttı beni. Hani bunlar terörist, ayrılıkçı falan değilmiydi??

Efendim, meğerse durum öyle değilmiş....Bu Tamiller de iki çeşitmiş... Ülkenin kuzeyindeki ayrılıkçı Tamiller, 10. yüzyıldan beri, kuzey Hindistan Tamil Krallıklarının bu ülkeye yaptığı akınlar sırasında bu ülkede kalanların, yada tarih boyunca göç edenlerin torunları imişler ve adanın aslında orjinal sakinleri olduklarını iddia ediyorlarmış. Her bir çay yaprağına ayrı ayrı parmakları dokunan o güleç yüzlü kadınlar ise, İngilizler tarafından, 19.yüzyılda Hindistan’ın Tamil Nadu bölgesinden çay plantasyonlarında çalışmak üzere gönderilen grubun torunları imiş. Hayatları ise son dönemlerde dahil pek de kolay geçmemiş. İlk gelenlerin pek çoğu zorlu çalışma koşulları ve alışık olmadıkları serin iklim dolayısıyla fazla yaşayamazken, 1964 yılında pek çoğu Hindistan’a geri gönderilmiş. Geride kalanlara vatandaşlık hakkı verilmesi ise ancak 1990’lı yılları bulmuş. Sosyo ekonomik durumlarını sorarsanız; ulusal ortalamanın altı...

Ülkedeki çay plantasyonlarının gelişmesine çok büyük katkıları olan bu kadınlarla ilk karşılaşmamız, Nuvara Eliya’daki ilk günümüzdeydi. Ziyaret ettiğimiz çay fabrikasında biz çay üretimi ve çeşitleri hakkında bilgi alırken, onlarda rutin çalışma gününü şenlendiren, biz turistleri ilgi ile izliyorlardı. Fabrika zaten 19.yüzyıldan, içerinin karanlığında çalışanlarınsa daha yeni vatandaş oldukları düşünülürse, ortam yüzyıl öncesinden çok ta farklı olmamalı diye düşündüm. Elim işte, gözüm oynaşta misali, kulağım çay üretimi anlatımındayken, gözüm kadınlarda elim ise onların gülen gözlerinden aldığım cesaretle fotoğraf makinesinin denklanşöründeydi. Sonrasında çektiğim fotoğraflara bakarken, yüzyıl öncesinden kalma hayaletlerde mi yakaladım acaba diye düşünmeden edemedim...

Bu arada kulaklarımın yaptığı çalışmada hiç fena olmadı.. Tarihçesiydi, üretim şekliydi falan filan boşverin, ama bir dahaki sefere, bizim marketlerde de rastlanan Seylan çaylarından almaya karar verirseniz, işte en iyisinde başlayarak çayın derecelendirilmesi
- BODF: Broken Orange Pekoe Fannings – Bizim damak zevkimize en yakın olanıymış
- BOP: Broken Orange Pekoe – bir öncekine göre daha açık
- BP: Broken Pickle- yaprak dışında sapınında kullanıldığı bir tür.
- Fannings: Büyük Yapraklı
- BMF: Broken Mixed Fannings – yine sapı ile karışık yapraklar
- Dust 1: yüksek kalite çay poşetinde kullanılan toz
- Dust 2: sadece çay poşetinde kullanılan toz diyelim bunada....

Fabrika görüntüleri ve bu bilgiler sonucu hayatımda olan önemli bir değişimi de sizlerle burada paylaşmadan edemeyeceğim. Artık asla ve katiyen poşet çay içmiyorum. Şık poşet çayları, ve kullanım kolaylığı günleri artık mazide kaldı. Meğerse, benim bayıla bayıla içtiğim o poşetlerin içine resmen yerlerden süpürdükleri çay döküntülerini doldurmaktalarmış. Süpürme derken, çalı süpürge ile süpürmeyi kastediyorum. Adamların bu süprüntüleri de sonra 1. ve 2 kalite toz diye adlandırmaları da, sakın fabrikanın o günkü temizlik düzeyiyle alakalı olmasın diye aklıma gelmedi değil. Sonradan okuduğum kaynaklar 1. kaliteyi tozun mikron büyüklüğü ile değerlendirirken, 2. kaliteyi ile derecelendirmeye bile sokmamış, ama ben gene de kendi günlük temizlik düzeyi açıklamamdan son derece tatmin olmuş vaziyetteyim bilmiş olun.

Bu orada çay tanımlamaları içinde geçen orange’ın bizim bildiğimiz portakalla hiç bir ilgisi olmadığı genel kültür bilgisini de burada eklemeden geçemeyeceğim. Sizde, benim gibi daha önceden bu çaylarda hep bir portakal tadı arayıp ta bulamayanlardansanız, meraklanmayın meğerse o portakal sadece rengini ifade etmekteymiş. Hep portakal kelimesinin yanında duran ve benim yerel dilde bir şeyler herhalde diye düşündüğüm pekoe ise, İngilizce peak- tepe, yükseklik kelimesinin bir hayli bozulmuşu olup, yüksek yerlerde yetişen kaliteli çayın bir ifadesi imiş....

Fabrikalarda çalışan Tamil kadınlarını görmüştük ama asıl tarlalarda çalışanlarla karşılaşmak ancak ertesi güne denk düştü. Sabahın erken saatlerinde Nuvara Eliya’dan ayrılıp döne döne uzanan yollardan aşağılara doğru inmekteydik. Önceki gece yağan yağmurun pırıl pırıl parlattığı çay yapraklarını, sabah güneşi şıkır şıkır şıkırdatmaktaydı.

Sonra bir tepenin yamacında, yeşilin arasına serpiştirilmiş renk renk çiçekler misali onlar çıktı karşımıza. Otobüsün kısa molasında elimde fotoğraf makinası, koşa koşa başladım tepeye tırmanmaya. Ben nefes nefese onların bulunduğu yüksekliğe ulaşmaya çalışıyorum, onlarsa ben ve arkamdan gelen bir iki fotoğraf makinalı yabancının garip halleri ile bayağı bir eğlenmekte. Ama sonra sözle olmasa da, bakışmalarla ve gülüşmelerle bayağı bir anlaşıyoruz. Bol bol fotoğraf çekiyorum. Sonra onların merakı da ağır basıyor ve hep beraber otobüsün yanına kadar iniyoruz, ve ayrılmadan önce çektiğim son kare fotoğraf, bu güzel kadınların 19.yüzyıldan başlayan öykülerini beynime, görüntülerini ise hiç unutulmamak üzere kalbime kazıyor ve biliyormusunuz şu sıralar ne zaman bir bardak Seylan çayı içsem, acaba onlardan birinin parmakları değdi mi diye düşünmeden edemiyorum....