31 Temmuz 2007 Salı

Saariselka - Lapland

Lapland yolculuğumuz sabahın erken saatlerinde Helsinki havaalanından başladı. Ortama uyarak sabah kahvaltısı niyetine içi vodka dolu bir kaç parça çukulata yiyip, bira içerek, çoğunluğu kayak yapmaya giden ve bizimle aynı kahvaltıyı eden diğer yolcular ile birlikte uçağa bindik. Sizi daha önce uyarmıştım, içki ile aranız iyi değilse Finlandiya’nın keyfini çıkarmanız biraz zor.

Lapland Kuzey Avrupa da Norveç, İsveç, Finlandiya ve Rusya’nın sınırları içinde kalan bölgeye verilen ad. Tarihsel olarak, geyik yetiştiriciliği, avcılık ve balıkçılıkla geçinen Sami ırkının yerleşim alanı olmuş, yılın büyük bir kısmı kar altında kalan bir bölge.



Kuzey kutup dairesine 250 km. uzaklıkta olan Saariselka, Finlandiya’da yaşayan en önemli Sami cemaatine ev sahipliği yapan İnari bölgesinde, dünyanın en iyi cross country kayak pistlerine sahip olduğu söylenen bir kasaba. Finlandiya’nın pek çok bölgesi gibi burasıda ormanlarla kaplı.

Kış turizminin çok canlı olduğu kasabanın bir özelliğide, pek çoğu büyük Fin şirketleri tarafından, müşterilerini ya da üst düzey yöneticilerini ağırlamak için yaptırılmış kütük evler. Eski yapım tekniklerine sadık kalınarak, hiç çivi kullanmadan, kütüklerin birbirine geçirilmesi ile yapılan bu evlerin kimilerinin fiyatı bir milyon dolara kadar ulaşabiliyormuş.

Saariselka’nın gündüz aktiviteleri çeşitli. Zaten neredeyse her yer kayak pisti gibi, kayak yapmayanlar içinse çeşitli safariler mevcut. Ancak hava karardıktan, yemekler yendikten sonra yapılan tek bir aktivite var; dans etmek. Artık anlaşılacağı üzere içki içmeyi bir aktivite olarak saymıyorum.

Geceleri, bizimde apart kısmında kaldığımız Tunturi Oteli nin büyük yemek ve dans salonu istisnasız herkesin buluşma noktası. Eğer benim gibi dans yetenekleri son derece kısıtlı, bedenini müziğe uydurmakta son derece zorluk çeken biriyseniz burada da işiniz çok zor, çünkü tanısın tanımasın herkes herkesi ısrarla dans etmeye davet ediyor. Bizim eğlence yerlerindeki gibi ayağa kalkıp sağa sola sallanarak durumu idare edebileğim danslar olsa iyi, buradakiler uzaktan polkaya benzetebileceğim akordiyon ağırlıklı Fince şarkılar eşliğinde, çift olarak yapılan danslar. Herkesin ne kadar iyi dans ettiğine şaşırdığımda, Juha bana Finlilerin dans etmeyi çok sevdiklerini anlattı.


İlk gece hayatım boyunca almadığım kadar dans teklifi aldım. Nazik bir şekilde geri çevirdiklerimin pek çoğu beni anlayışla karşılarken, kimileride eğer dans etmeyeceksem ne halt etmeye oraya geldiğimi sordular. Daha sonraki geceler biraz artık adımın çıkmış olmasıyla, biraz da barın arka kısmına oturup, kimse ile göz göze gelmemeye çalışarak daha huzurlu bir şekilde oturabildim. Kıssadan hisse, Finli erkeklerle tanışmak isteyen bayanlar, istikamet Saariselka.

Bu arada gece yarısı dans pistinde kör kütük sarhoş, ayakta zor duran kimilerini ertesi sabah saat yedide, kahvaltı salonunda zıpkın gibi, kayağa çıkmaya hazır vaziyette görmemi ise sadece Fin saunasının mucizelerinden biri olarak yorumladım.

İlk fotoğraf ekololo’dan.

28 Temmuz 2007 Cumartesi

Jyvaskyla

Sıcaklar bütün hızıyla devam ediyor. Buram buram terlerken ya da klimalı odalar da bir tür hapis hayatı yaşarken, kar da yaptığınız uzun bir yürüyüş sonrası, burnunuz soğuktan donmuşken sıcacık bir eve girişi ya da pencerenin önüne oturup lapa lapa yağan karı seyrederken, sıcak bir çayın keyfini özlemiyor musunuz? Bu kış İstanbul’a kar yağmadığı için, tüm bu keyiflerden de uzak kaldık.

Bu sıcak günlere iyi gideceği düşünülerek 2001 yılı Nisan ayında Finlandiya Lapland’ına yaptığım geziden aklımda ve kameram da kalanları paylaşmak istiyorum.

İlk bankacılığa başladığım günlerde tanıştığım sevgili arkadaşım Şelal, hayatının erkeğini soğuk bir ülkede bulduğuna karar verip oraya yerleşince, bana da yine yol görünmüştü.

Kuzey Kutup dairesine 250 km kadar yaklaşacak olmanın telaşı ile evde ne kadar kalın giyecek varsa çanta’ya doldurduktan sonra Stockholm üzerinden, Şelal ve Juha’nın yaşadığı Jyvaskyla’ya uçtum.

Stockholm’den Jyvaskyla uçağı gecikmeli olarak kalkınca,uçağın Finlandiya’ya ulaşması akşam saat on sıralarını bulmuştu ve bu sayede bir gezgin olarak başıma bir daha geleceğini düşünmediğim oldukca komik bir olay yaşadım. Uçakta benden başka yabancı olmamalı ki bütün Finliler hızlı hızlı çantalarını alıp gittikten sonra, elimde pasaportumla havaalanın da yalnız başıma kala kaldım. Etrafta in cin top oynuyor, pasaport kontrol ve gümrükler kapanmış, etrafta soru sorabileceğim bir Allahın kulu bile yok. Tüm insanların bir anda ortadan yok olduğu Hollywood filmlerine benzer bir durumun içerisindeyim. O kadar vize almaya uğraşmışım, ülkeye kaçak olarak girmek istemiyorum, oraya bakıyorum kapalı, buraya bakıyorum kapalı, her hangi bir insan görsem kim olduğuna aldırmadan pasaportumu ve vizemi ona gösterip huzurlu bir şekilde havaalanından çıkacağım ama açık olan tek kapı çıkış kapısı. Sonunda on dakika kadar boş salonda bir şeyler olmasını bekledikten sonra, yavaş yavaş kapıya yöneldim ve kaçak statüsünde Finlandiya’ya ayak basmak zorunda kaldım.


Jyvaskyla, 1837 yılında Rus Çarı 1. Nicholas tarafından Jyvasjarvi gölü kıyısında kurulmuş 85.000 nüfuslu bir şehir. Helsinki’ye üç saat kadar uzaklıkta ve ülkenin en iyi üniversitelerinden ikisi burada bulunuyor. Öğrenci şehri demek yanlış olmaz. Eğitim kurumlarının kalitesinden dolayı Finlandiya’nın Atina’sı olarak adlandırılıyor. Sunduğu olanaklar nedeni ile Tampere’den sonra Finlilerin yaşamak istedikleri ikinci şehir. Soğuk nedeni ile sokaklarında uzun uzun yürüme şansım olmadı ama, güzel havalarda keyifli zaman geçirilebilecek bir şehir diyebilirim.

Jyavaskyla’da kaldığımız süre içinde Şelal’in pişirdiği bol kalorili harika yemekleri yiyip, bol bol içki içtik. Kışın soğuk ve erken kararan hava yüzünden ev hayatı daha çok tercih ediliyor. Bu arada eğer içki ile aranız iyi değilse, Finlandiya’ya uyum sağlamanız biraz zor olabilir ama harika somon fümelerin yanında da güzel bir şarap olmazsa olmaz.

500 m2 den büyük 187.888 adet gölü olan Finlandiya’da Juha’nın da kendi gölü var diyebilirim. Göl tabi ona ait değil ama, göl kenarındaki tek ev ona ait olduğu için, göl de onun sayılabilir. Göl deki eve gittiğimiz gün, gölün suları halen buz tutmuş durumdaydı. Nisan ayı olduğu için buz yavaş yavaş incelmeye başlamıştı ve altta eriyen buzu görerek, gölün üzerinde yürümek nedense ürküttü beni . Kıyıdan çok fazla ayrılamadım. Buzun kalın olduğu kış aylarında gölün ortasında kocaman ateşler yaktıklarını anlattı Juha. Ormanın içinde buz tutmuş bir göl, karla kaplı ağaçlar ve sessizliğin getirdiği dinginlik o günden aklımda kalanlar.

İlk fotoğraf Jyvaskyla Summer School sitesinden.

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Kahve Yemen'den gelir di..


Kahve Yemen’den gelir
Çayır çemenden gelir
Alyanak, pembe dudak
Her gün hamamdan gelir
Ellerinde ayağında acem kınası
Gidip getirsin oğlan anası

Bir fincan kahve eşliğinde, bu parça bucuk yazılan Yemen yazılarını nihayet bugün bitiriyorum. Bir bütün olarak okumak isterseniz, sağda gezi yazılarının altındaki Yemen link’ini tıklayın lütfen.

Evet bir zamanlar kahve Yemen’den gelirmiş ama şimdiler de içtiğimiz kahvelerin pek çoğu dünyanın diğer tarafından geliyor. 18. yüzyıla kadar Yemen’in dağlarında yetiştirilen ve hayvanların sırtında Moka limanına getirilip, gemilere yüklenen, bu değerli içeceğin ana vatanı Etiyopya ancak düzenli üretime geçildiği yer Yemen.

15. yüzyılda Moka’lı Ali İbn Umar al-Şadili, kahveyi Yemen’e getiren kişi. Bu içeceği Avrupa ile ilk tanıştıranlar ise Portekizli gemiciler, ancak yayılması Türkler aracılığı ile oluyor. 16.yüzyılda Yemen’e gelen Türklerin bu alışkanlığı önce İstanbul’a sonra da Viyana üzerinden tüm Avrupa’ya yaydıkları bugün herkes tarafından kabul ediliyor. Zaten şöyle iyi pişirilmiş bir fincan Türk kahvesinin ne keyfi, ne kokusu, ne de adabı diğerlerinde var.



Avrupa’da çok yayılıp sevilmesinin ardından bu ticarette pay sahibi olmak isteyen ülkelerin, (İngiltere, Hollanda, Amerika ve Fransa) tüccarları Moka’ya yerleşerek 1750’li yıllara kadar bu karlı ürünün ticaretini buradan yürütürler. Ancak yasadışı yollardan ülke dışına çıkartılan kahve fidanlarını Hollanda’lılar Seylan ve Java’da, Fransız’lar Antiller’de kendi sömürgelerinde üretmeyi başararak Yemen’in bu konudaki tekel’ine son veririler. 1800’lü yıllarda Moka limanından ihracat artık duracak ve kahve üretimi önce Asya’ya ardından Güney Amerika ve Afrika’ya yayılacaktır.

Bugün dünya kahve ticaretinde, Yemen’in yeri çok küçük. Üretimi arttırmak için yapılan çalışmaların önündeki en büyük engellerden biri ise Yemen’lilerin gat çiğneme alışkanlığı. Ülkedeki pek çok verimli toprak getirisi kahveye göre daha fazla olan gat üretimine ayrılmış durumda.

Yemen’liler daha çok kahvenin kabuğundan yapılan ve içine zencefil, tarçın, kardamom, ve karanfil karıştırılan ‘kişr’ adı verilen bir içeceği tercih ediyorlar. Belki de çok şekerli olması nedeniyle, benim damak tadıma hiç uymayan bir şeydi.





Benim anlatacaklarım bu kadar. Eğer sizinde Yemen (ya da diğer ülkeler) ile ilgili paylaşmak istediğiniz yazı ve fotoğraflarınız olursa, mavilimon’a hoş gelirsiniz.

Yazının başlığını, hem Suriye, hem de Yemen gezisi sırasında rehberliğimizi yapan Yıldırım Büktel’in notlarından aldım. Yemen yazılarını yazarken kendi tuttuğum notlar yanında, onun dağıttığı notlardan da fazlasıyla yararlandım. Centilmenliği, sabrı, bilgisi ve profesyonelliği ile beraber seyahat ettiğimiz yerleri daha da fazla sevmemizi sağladı.

Evet Yemen bitti ama şimdi başka yerler zamanı....

15 Temmuz 2007 Pazar

Yemen'de Osmanlılar




Havada bulut yok bu ne dumandır
Mahlede ölü yok bu ne şivandır
Ana ben ölmedim bu ne dumandır
Ah o Yemendir, gülü çimendir
Giden gelmiyor acep nedendir

Ben bu türküyü pek çok kişi gibi ilkokulda öğrendim, o zamanlar müzik dersinde bağıra bağıra tüm sınıf son derece detone bir biçimde söylediğimizi hatırlıyorum. Sonraki yıllarda pek çok kez şurada burada kulağıma çalınsa da, benim için hep bir ilkokul şarkısı olarak kaldı.

Ancak iki yıl önce Yemen de Kevkeban’a kıvrıla kıvrıla giden dağ yolunda, arabanın teybinde çaldığında, boğazıma bir şeyler düğümlenip, gözyaşlarıma hakim olmaya çalışırken sanırım ilk kez türkünün içinde barındırdıklarını hissettim. Ne işi var dı o gencecik çocukların da, evlerinden barklarından, analarından, babalarından kopup buralara, bu zor coğrafya ya gelmişlerdi. Kolay iş miydi bizim dört çekerli araçlarla bile zor tırmandığımız dağ yollarında, bir taraftan düşmanla, bir taraftan sıcakla, yetersizliklerle ve belki de en çok özlemin yakıcılığı ile savaşmak. Belki de hiç geri dönememek...


Osmanlılar’ın Yemen ‘e ilgisi 1536’da Kanuni döneminde başlayıp 1911’e kadar sürüyor. Sürekli ve Yemen’in tamamını kapsayan bir yönetim değil Osmanlı’nın buradaki varlığı. İmamlar’ın ayaklanmaları, bölgedeki diğer devletlerle olan sorunlar yüzünden Osmanlı zaman zaman geri çekilecek, sonra tekrar mevzi kazanmaya çalışacaktır. Yabancı devletlerin Yemen’e olan ilgilerinin en önemli nedeni tabiki ülkeden geçen ticaret yolları ve ticaretin yarattığı zenginlik.

Yaklaşık 400 yıl Osmanlı’nın bir şekilde bulunduğu ve etkilediği topraklarda atalarımızdan kalma pek çok mimari esere rastlamak mümkün. .Evler, camiler, su sarnıçları, çeşmeler, sur lar tamamda, yaşayan bir Osmanlı mirasına ratlayacağımı hiç düşünmemiştim.



Sanaa’da çarşıda dolanırken yanımıza son derece temiz giyimli, yakışıklı, uzun boylu ve Yemenliler’den daha açık renk bir tene sahip olan bir delikanlı yanaştı ve ‘siz Türk müsünüz?’ diye sordu. Hemen muhabbet başladı tabi. Adı Eşref Aslantürk. Şu anda 120 yaşında olduğunu söylediği dedesi 1900’lerde Osmanlı ordusu ile Yemen’e gelmiş ve sonrasında dönemeyip buralarda kalmış. Babası öğrenmemiş ama Eşref’in dedesinden öğrendiği inanılmaz güzel bir Türkçesi vardı. Bir kısmı belkide çekingenlikten kaynaklanan çok az aksanlı ve temiz bir Türkçe. Eczacılık fakültesini yeni bitirdiğini söyleyen Eşref Türkiye’ye hiç gitmemiş. Dedesinin İstanbul Kabataş’tan geldiğini orada hala mülkleri olduğunu ama ailenin Türkiye’deki kısmıyla miras yüzünden sorunlar çıktığından bahsetti.

12 Temmuz 2007 Perşembe

Saba Melikesi Belkıs




Nepal’in yaşayan tanrıçalarından sonra, bugün de bir kraliçeden bahsedeceğim. Ama öyle tarihin binlercesini gördüğü sıradan bir kraliçe değil o. Eski Ahit’te, Kuran’da, İncil’de ve Yahudi efsanelerinde adı geçen bir kraliçe. Saba Melikesi Belkıs.

Pek çok kültürün, pek çok ülkenin sahiplenmeye çalıştığı, kendine göre yorumladığı bir kadın Belkıs. Güzelliği, bilgeliği semavi dinlerin kitapları, efsaneleri aracılığı ile günümüze kadar ulaşmış. MÖ 10. yüzyıl civarlarında yaşadığı varsayılan Belkıs, başkenti Mağrip olan günümüz Etiyopya, Somali ve Yemen topraklarını kapsayan Saba Krallığının kraliçesi.

Günümüzde halen adının çok bilinmesinde, işin magazin boyutununda önemi var tabiki. Hz Süleyman’la aşkını, çevrilen filmler, yazılan kitaplar, sahnelenen operalar ve baleler sayesinde neredeyse hepimiz biliriz. İslami Kaynaklar Hz Süleyman’ın Belkıs ile evlendiğini yazar ancak buna karşın İncile’e göre Belkıs kendi Tanrılarını bırakarak, İsrail’lilerin Tanrısını kabul etmiştir. Kuran’daki hikayeye göre,

Hüdhüt kuşu, hayvanlarla konuşabilen Süleyman Peygamber'e Saba adlı bir ülkeye gittiğini ve oradaki halkın güneşe taptıklarını söyler. Süleyman melikeye kendisine itaat etmeye davet eden bir mektup gönderir. Melike adamlarına danışır. Onlar "Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabıyız; buyruk ise senindir, artık ne buyuracağını sen düşün" derler. Melike, elçileriyle Süleyman'a hediyeler gönderir. Süleyman hediyeleri küçümser ve Allah'ın kendisine çok daha iyilerini bahşettiğini söyler.

Cinlerden biri gidip melikeyi getirebileceğini belirtir. Süleyman'ın bilgili adamlarından biri de "Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm" der. Melike gelince onun krallığının da Süleymanın ki gibi olup olmadığı sorulur. Melike aynı olduğunu söyler. Daha sonra Süleyman'ın camdan köşküne girince zemini su sanarak eteklerini toplar. Süleyman onun su değil billur olduğunu belirtir. Rivayete göre Süleyman Peygamber bilgisine çok güvenen melikeyi şaşırtmak için camdan zeminin altından su akıtmış ve içine balıklar koymuştur. Bunu yapmaktaki amacı melikenin bilgisini zorlamak ve onu ilahi irşadı kabule hazırlamaktır. Melike "Rabbim! Ben gerçekten kendime yazık etmişim. Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" der ve İbrahim geleneğinden gelen tek tanrılılığı kabul eder

Efsanelerde nedenini çözemediğim bir şekilde, nedense Belkıs’ın bacaklarındaki kıllardan da bahsedilir. Hz.Süleyman’ın camdan köşküne girdiğinde, suda olduğunu zanneden Belkıs eteklerini yukarı toplar ve bu sırada gözüken tüylü bacakları Süleyman'ın hiç hoşuna gitmez ve onun tüylerinden kurtulması için bir alet icat eder. Şimdi kimin selüliti var hesabı o zamanın magazincilerini de kimin bacakları kıllı sorusu meşgul ediyormuş gibi geldi bana ve bu arada ilk epilasyon aleti fikri de kimden çıktı öğrenmiş oldum.

Bir kadının kalbi ve erkeğin aklı ile ülkesini yönettiğine inanılan, adaleti ile gönüllerde taht kuran ve o dönem Ortadoğu coğrafyasının en güçlü kadını olan Belkıs, Yemen’lilerin medarı iftiharı. Günümüz sosyal hayatında yeri olmayan, kara çarşaflar ardına gizlenmiş, bugünün Yemen’li kadını ise işin ikilemi.

İkinci Fotoğraf Marib’te Belkıs’ın Tahtı olarak da bilinen ay tapınağı.
.

10 Temmuz 2007 Salı

Kumari - 2


Yaşarken tanrıça olmak, tapınılmak, ya da hemen hemen her isteğinin kullarınca anında yerine getirilmesi pek çok kişiye vay be dedirtebilir ama hayat bir Kumari için çokta havai fişekli bir gösteri değildir.

Kumari seçilen kızın hayatı o andan itibaren tamamiyle değişir. Sarayına yerleştikten sonra ailesi tarafından ara sıra ziyeret edilebilir ve seçilmiş bir kaç oyun arkadaşı dışında etrafında sadece bakıcıları vardır. Sürekli kırmızılar giyer, saçlarını topuz yapar ve alnına her daim üçüncü göz çizilmiş olur.

Kumari Sarayından ancak yılda bir kaç kez bayramlar zamanı çıkabilir. Onun dışında dünyayı pencerelerin ardından izlemekle yetinecektir. Bize sarayının penceresinden göründüğü kısa süreden aklımda kalan tek şey kızın gözlerindeki meraktı. Sanki bizim onu merak etmemizden daha çok o bizleri merak eder gibiydi.

Bir Kumarinin tüm bedeni gibi ayakları da kutsaldır.Ayaklarının yere değmesi onun kirlenmesine neden olacağı için, dışarı çıktığında, inananlar tarafından ya kucakta taşınır ya da bir tahtırevanda dolaştırılır. Eğer tapınaklardaki kimi törenler için ayaklarının yere değmesi gerekirse, beyaz bir örtünün üzerinde yürür. İnananlar ayaklarına dokunarak kutsanacaklarına inanırken, Nepal Kralı’da yılda bir kez Kumari’nin ayaklarını öperek, hanedanının kutsanmasını bekler. Kumari asla ayakkabı giymez, çok gerektiğinde kırmızı çoraplarla idare etmesi beklenir.

Günlük yaşamı sırasında kimse Kumari’ye emir veremese de kendisinden kesinlikle bir tanrıça ya uygun şekilde davranması beklenir. Zayıf karakterli bir tanrıça kullarına da iyilik getirmeyecektir.
Kumari’nin gücünün büyük olduğuna ve bir bakışının bile iyi talih getireceğine inanılır. Bu nedenle onu bir an olsa bile görebilmek için pek çok kişi sarayının altında bekler.
Daha şanslı olanlar ise Kumari ile sarayında görüşebilenlerdir. Devlet görevlileri dışında, kan hastalıklarından ve adet kanaması düzensizliklerinden rahatsız olanlar onun bu konulardaki özel güçlerinden şifa ararlar. Kendisini ziyaret edenleri tahtında oturarak karşılayan, getirdikleri hediyeleri kabul eden Kumari sessizce karşısındakini dinler. Bu sırada inananlar onun hareketlerinde kendi kaderlerini bulurlar. Kumari eğer ağlarsa ya da yüksek sesle gülerse ciddi bir hastalık ya da ölüm. Gözyaşları içinde kalması ya da gözlerini oğuşturması derhal ölüm, titremesi hapishane, el çırpması kraldan korkulması için neden, getirilen yiyeceklerden alması finansal kayıplar olarak yorumlanır. Eğer görüşme sırasında Kumari sessiz ve hareketsiz bir biçimde kaldıysa bu her şeyin iyi olacağının ve tüm dileklerin yerine geleceğinin işaretidir.

Geleneksel olarak Kumariler hiç bir eğitim almazken son dönemde bu değişmiştir. Katmandu’daki asil Kumari özel öğretmenlerinden en azından okuma yazma öğrenirken, diğer Kumariler okula gidebilmekte ve asil Kumari’nin aksine ailelerinin yanında kalabilmektedirler.

Tanrıçalığın bitiş tarihi beklenmedik bir anda gelir. Genç kız adet görür görmez tanrıçanın bedeninden çıktığına inanılır ve Kumari de bir anda sıradan bir ölümlüye dönüşür. Daha önceden saraydan ayrılırken sadece bir adet altın para alan Kumarilere, bir kaç yıl önce Nepal hükümeti ayda USD 40 aylık bağlamış.

Normal hayata dönüşün, günlük yaşama adaptasyonun, hatta sokakta yürümeye alışmanın ne kadar zor olduğunu tahmin etmek zor değil. Bir batıl inanca göre de eski bir Kumari ile evlenen erkeğin altı ay içinde kan kusarak öleceğine inanılır. Ama bunu çok takmayan Nepal’li delikanlılar da olmalı ki yaşı genç olanlar hariç tüm Kumariler evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmıştır.

Kumariler ile ilgili çeşitli yazıları okurken ve sonrasında yazarken şu anda Datça’da bizimle beraber olan 5.5 yaşındaki yeğenim Ayşe ile kıyaslama yaparak, bir şekilde onların yaşadıklarını anlamaya çalıştım. Ayşe sarı saçları ve mavi gözleri ile Kumari olamazdı ama olduğunu varsayarsak, kullarını dehşet içinde bırakacağı kesindi. Onu konuşmadan, pasif bir biçimde bir tahtın üzerinde her gün saatlerce oturuyor düşünmek en deli hayallerimde bile imkansız. O yaşlardaki tüm çocuklar gibi, sürekli kıpır kıpır, sürekli konuşan, konuşmazsa şarkı söyleyen, ara sıra hiçbir neden yokken kalkıp kendi kendine dans eden, ha bire bir şeyler atıştırmak isteyen bir kız çocuğunun hareketlerini Nepal’lilerin gözünden yorumlamayı bir denesenize. Her halde dünya’nın sonu geldi diye düşünürler ve ülkede binbir türlü kaos çıkardı diye düşünüyorum.
Fotoğraflar Nepal News Gazetesi ve Yahoo’dan.

8 Temmuz 2007 Pazar

Kumari - Nepal

Geçen hafta Yahoo’da okuduğum bir haber nedeni ile artık sona yaklaşan Yemen yazılarına kısa bir ara veriyorum. Bu sefer dünyanın bir başka tarafında Nepal’deyiz. Seyahat ettiğim pek çok yerde insanların farklı tanrılara taptıklarını, çeşitli ayinlerle onlara ulaşmaya çalıştıklarını gördüm ama bu tanrılar ya görülmüyordu, veya heykelleri ya da resimleri aracılığı ile kullarına ulaşıyorlardı. Ancak Nepal’de bir tanrıça var ki yaşıyor. Hatta 1998 yılında ilk kez Nepal’e gittiğimde penceresinden kendisini görme şansına da erişmiştim. Küçük bir kız çocuğu meraklı gözlerle bize bakmış ama sonra hemen geri çekilmişti.

Kumari yani yaşayan tanrıça Nepal’de bir tane değil. Her bölgenin neredeyse kendi Kumari’si var, Nepal genelinde sayıları onbir. Bunların en önemlisi başkent Kathmandu’da yaşayan asil Kumari. Habere konu olan ise Nepal’in 3 büyük şehrinden biri olan Baktapur’un Kumari’si Sajani Sakya. 10 yaşındaki Sajani’nin tanrıçalığı, hakkında çekilen bir belgeselin tanıtımı için ABD’ye seyahat etmesi nedeni ile geri alınmış.


Kumari’nin en çok inanılan hikayesi ise şöyle: Efsanevi zamanlarda Nepal’in Kralı Javaprakash Malla Katmandu’daki sarayında oturup, tripasa adlı bir zar oyunu oynarken kırmızı bir yılan yavaşca yanına yaklaşır. Oyundan başını kaldıran kral karşısında inanılmaz güzellikte bir kadın görür. Teninin parıltısı, gözlerinin siyahı, göğüslerinin yuvarlaklığı krala kendi karısını unutturur ve karşısındaki kadına karşı hissettiği şehvet duygularının önüne geçemez. Ancak karşısındaki Hindu ana tanrıça, kraliyetin ve devletin koruyucusu Taleju Bhawani’dir ve kralın düşüncelerini okumuştur.

Taleju, kralı düşünceleri nedeni ile lanetler ve bir daha kendisine asla gözükmeyeceğini söyler. Kendisine tapması için bundan sonra sarayından çıkarak aşağı kasttan bakire bir kıza gitmesi gerekmektedir kralın. Taleju o kızın bedeninde enkarne olacak, yeniden dünyaya gelecektir. Gerçekten de bugün dahi Nepal Kralı Indra Jatra Bayramı sırasında sarayından çıkarak gidip Kumari’nin ayaklarını öper.

Sakya kastına mensup iki ila dört yaşındaki kızlar arasından çeşitli özelliklerine göre ve testlerden sonra seçilen Kumari, bu tanrıça niteliğini, genç kız ilk adetini görene kadar sürdürür. İlk adet kanı ile tanrıça’nın kızın bedeninden çıktığına inanılır. Ciddi bir hastalık ya da yaralanma neticesi çok kan kaybı da genç kızın bir anda sıradan insanlar arasına dönmesine neden olabilir.

Kumari’nin seçilmesinden aralarında kraliyet astroloğunun da bulunduğu beş kişilik bir Budist rahipler konseyi sorumlu. Aranılan temel özellikler arasında, adayın çok sağlıklı olması, bedeninden hiç kan akmamış olması, ciddi bir hastalık geçirmemiş olması ve dişlerinden herhangi birini kaybetmemiş olması gibi maddeler var. Bu ilk aşamayı geçen çocuklarda daha sonra tanrıça’nın 32 özelliği aranıyor. Bunlardan bazıları ise banyan ağacı gibi bir bedene, ineğinki gibi kirpiklere, geyik gibi baldırlara, aslan gibi göğüse, ördeğinki gibi yumuşak bir sese sahip olmak. Tüm bu özelliklerin yanında simsiyah saçlara ve gözlere sahip olmak, düzgün el ve ayaklar ve ağızda 20 adet diş Kumari olmanın diğer olmazsa olmaz diğer koşulları.

Yukarıda kimilerini saymaya çalıştığım fiziksel özelliklerin yanı sıra Kumari adayının sakin ve korkusuz bir karaktere sahip olması ve Kral’ın burcu ile uyumlu bir burçtan gelmesi gerekiyor.

Rahipler bir aday üzerinde karara vardıktan sonra, seçilen küçük kızı bu kez çok daha zorlu bir sınav beklemektedir. Eğer aday, tanrıça Taleju’nun tüm özelliklerine sahipse, Dashain Bayramı sırasında kendisinden, Taleju tapınağında kesilmiş 108 buffalo ve keçinin mumlarla aydınlatılmış kesik başları ve çevresinde dans eden maskeli adamların arasından hiç bir korku belirtisi göstermeden yürüyüp gitmesi beklenir.




Bu testi de başarı ile tamamlayan küçük kızdan son olarak önüne konulmuş çeşitli eşyalar arasından, eski Kumari’ye ait olan birini seçmesi istenir. Eğer burada da bir sorun çıkmazsa, artık herhahgi bir kuşku kalmamıştır.

Sonrasında rahipler tarafından çeşitli gizli Tantrik ritüeller uygulanarak ruhsal ve fiziksel olarak arındırılan genç kızın bedenine artık Tanrıça Taleju girmeye hazırdır. Bir Kumari’nin tanrıçalık hayatı sırasında neler yaptığı bir sonraki yazının konusu. Görüşmek üzere...

İlk fotoğraf Andy Carvin tarafından Sajani’nin ABD gezisi sırasında çekilmiş.
İkinci fotoğraf ise Kumari’nin Kathmandu’daki evi – Kumari Ghar

6 Temmuz 2007 Cuma

Marib - Yemen

Nedendir bilmem gidip görmeden dünya üzerinde iki şehir, belkide adlarının tınısı ile, bana inanılmaz ölçüde gizemli ve egzotik gelirdi. Biri Burma’daki Mandalay diğeri ise Yemen’in Marib’i. Mandalay’ı ucuz Çin mallarının sokaklara yayıldığı kişiliksiz bir şehir olarak buldum, Marib’i ise yıkılmış olarak.



Efsanevi Saba Krallığının başkenti Marib’te ilk yerleşim MÖ 1900 yıllarında başlıyor. Saba Krallığı ise MÖ 1200 lerde. En parlak dönemini Saba Melikesi Belkıs döneminde yaşadığı söylenen şehir tarih boyunca tütsü ve baharat taşıyan kervanların buluşma noktası olmuş. Bu kervanlardan alınan vergiler ile kısa zamanda zenginleşen şehir batıda Arabia Felix (mutlu Arabistan) olarak anılmaya başlamış.





MÖ 800 lerde başlayıp, MÖ 500 lerde tamamlandığı tahmin edilen Marib Barajı bu Arabia Felix imajının yaratılmasındaki en önemli etkenlerden biri. 670 metre boyu ve 16 metre yüksekliği olan barajın, çöl sıcağında suyun buharlaşmasını nasıl önlediği ve suyun kanallar ile tarım alanlarına nasıl taşındığı bugünde çok anlaşılamayan bir sır. 4000 –8000 hektar arası bir alanı sulayan barajın 30-50 bin arası insanı beslediği varsayılıyor. MÖ 800 de yapılan ilk barajın konstrüksüyonu kerpiçken, MÖ 500’de taş konstrüksüyon başlıyor. 1987 de tamamlanan yeni barajı yapanlar ise bu sefer Saba’lılar değil ama Türkiye’nin en büyük inşaat şirketlerinden biri olan Doğuş İnşaat’ın mühendisleri ve işçileri.

Başkent Sanaa’nın yaklaşık 135 km doğusunda yer alan şehirin, çok uzaklardan bakıldığında , bir tepenin üzerine ve eteklerine kurulmuş çok etkili ve heybetli bir görünümü var, ama yaklaşıca bunun bir serap olduğu anlaşılıyor. Şehir 1962 yılında Mısır savaş uçaklarınca bombalanmış. Hem bu bombardıman hemde arkasından gelen terk edilmişlik, şehri tamamen harabe haline getirmiş. İki yıl önceki ziyaretimizde sadece şehrin kenarlarında yaşamaya çalışan üç beş aile var o kadar.



1984’te Alif bölgesinde petrol bulunmasından sonra, kurulmaya başlanan yeni Marib, eskisine on onbeş dakika uzaklıkta. Şu anda 20-25 bin kişinin yaşadığı şehri, Yemen hükümeti 300-400 bin kişinin yaşadığı bir şehir yapmayı planlıyormuş.

Eski Marib’te kervanlarla şehre getirilen tütsülerin kokusunu içime çekmeyi, baharatların tadına bakmayı, pazarlarında satılan doğunun en nadide kumaşlarını ellemeyi, mücevherlerini seyretmeyi, neşeli kalabalıklar içinde dolaşmayı, pazarlık eden tüccarları, kervanların yolunu gözleyenleri görmeyi değil ama hayal etmeyi ummuştum. Çölün rengindeki yıkıntılar hayal etmeye bile izin vermedi. Ortalıktaki tek renk ürkekçe bir duvar kenarından bizi seyreden, belkide en son Marib'linin yeşil elbisesiydi.