22 Temmuz 2011 Cuma

KOS

İtiraf etmem gerekirse gezi yazılarımın önemli bir kısmını, seyahat dönüşü fiziksel olarak iyice dinlendikten, notlarımı, resimlerimi derleyip toparladıktan sonra yazmaya başlıyorum. Kimi kez hayat ortaya başka planlarla çıktığında da bu süreç bazen aylar bile sürebiliyor, ya da yaz aylarının muhteşem tembelliği...


Ama işte bu kez size taze taze, deyim yerindeyse dumanı üstünde bir yazı..



Burnumuzun hemen dibinde duran Yunan adalarını yıllarca ihmal ettikten sonra, bu yıldan başlayarak yavaş yavaş hepsini gezmeyi kış aylarında kafamıza koymuştuk. İşe en kolayından başladık. Bodrum’dan Kos..Gidiş dönüş kişi başı: 20Euro, seyahat süresi: 45dakika, Kos gümrüğünde güneş altında bekleme: 1 saat

Bodrum’dan beraber geldiğimiz yolcuların çoğu günü birlik adaya gelen turistler ve Türkler. Onların dönüşü 16:30 olduğu için hızla limandan ayrılıp, şehrin sokaklarına yayılıyorlar. Biz ise günü birlik bir araba kiralayıp, bir gece konaklayacağımız adanın tam diğer ucunda yer alan Kefalos kentine gidiyoruz. Yol hepi topu 40 km. Adayı boydan boya kaydeden yoldaki asfalt ise ne yalan söylemeli bizim ülkemizde yok. Yunanlıların neden bu kadar derin bir ekonomik krizde olduklarının ip uçlarını ise belki de üzerinde tek bir pürüz olmayan, belli ki yeni yapılmış olan bu yol da bulmak mümkün.



Yıllar önce tatil için Mikanos’a giderken Atina havaalanında birkaç saat geçirmiştim. O zamanlar Avrupa Birliğinin paraları daha henüz Yunanistan’a akmaya başlamamıştı ve ülkenin başkentinin havaalanının bizdeki hallice bir kasaba otogarından pek bir farkı yoktu. Havaalanının girişindeki otomatik açılır kapanır kapılar bozuktu ve güzel gözlü sokak köpeklerinin rahatça , içeriye gölgelere girip, keyifle yolcuların ve bavulların arasında oturması çok hoşuma gitmişti. Tabi o görüntülerin üzerini bol bol paralar örttü ve bugünlerde Yunanistan nur topu gibi bir Duyun-u Umumiye ile baş başa kaldı.




Neyse, tekrar Kos’a dönersek, hiç sallanıp sarsılmadan bir yarım saat yolculuk yaptıktan sonra ulaştığımız, genellikle Yunanlıların tatil için tercih ettiği Kefolos kenti öğle saatlerinde neredeyse bir hayalet kenti andırıyordu. Önce meşhur siesta saati zannediyoruz ama sonrasında o güzel yolların parasını ödemeye çalışan Yunanlıların bu yıl tatil bütçelerini kıstığını anlıyoruz. Adanın güzelim koylarında uzanan plajlarda birkaç İngiliz turistten başka kimseler yok. Sahil boyunca uzanan tavernaların kimileri sezon için açılmamış bile..

Akşam Kefalos’un küçük limanının hemen önündeki bir tavernada yemekteyiz. Menüdeki fiyatları görünce biraz da şımarıklık yaparak denizden çıkan her şeyle masayı donatıyoruz. Bol bol bizdeki balıkçıların kulaklarını çınlatarak(!) yediğimiz keyifli yemeğe ödediğimiz hesap bizi daha da keyifli hale getiriyor. Bodrum’da yada İstanbul’da bunun gibi bir yemeğe ödeyeceğiniz hesap bütçenizi oldukça zorlayabilir, sizi de üzebilir ama burada ödediğimiz hesabın bizdeki bir esnaf lokantasında yenen 2 tabak yemekten pek bir farkı yok.



Ertesi gün yolların bizi götürdüğü her yere uğraya uğraya, öğle yemeğine adanın en güzel yerlerinden biri olan Zia tepesine geliyoruz. Biraz fazla turistik ama karşıda görünen Bodrum manzarası, güzel yemekleri, ve serin havası çok güzel. Benim kesinlikle Kos’da en çok sevdiğim yer.

Aslında asıl niyetimiz Kos’dan günü birlik yakındaki diğer adalara da gitmekti ama, bu projeyi Temmuz sıcakları yerine, Eylül – Ekim aylarının serinliğine erteleyerek Bodrum’a dönüyoruz. Eğer vizeniz ya da pasaportunuz uygunsa ve Kos’a gitmek isterseniz benden kısa bir hatırlatma. Kos kentinde bir sorun yok ama diğer yerlerde pek çok yer kredi kartı kabul etmiyor. Yanımızda getirdiğimiz USD’leri Euro’ya değiştirmek için zorluklarla bulabildiğimiz bir Exchange Bürosunda ise var olan kur sadece pound. Israrımız üzerine saatlerce USD kuru almak için çalışıyorlar. Sonuç: elimizdeki dolarları sadece 1km ötedeki bir süpermerkette değiştirebileceğimiz bilgisi…

(*) Bu yazım daha kısaltımış olarak 20 Temmuz 2011 tarihinde WTC blog'da yayınlanmıştır. Buradan ulaşabilirsiniz...

7 Temmuz 2011 Perşembe

Kırım'a Dair...

Kırım’dan döneli neredeyse bir haftayı geçiyor. Seyahate gidişti, dönüştü, İstanbul’da valizleri açıp boşaltıp, tekrar doldurup Datça’ya gelişti derken yazılarımı bir hayli aksattım. Şimdi de Datça’nın her daim esen rüzgarının getirdiği o tatlı tembellik tüm ruhumu sarmaya hazırlanıyor ama yazmak lazım. Sonuçta yazmak da spora gitmek gibi disiplin gerektiren bir iş benim için. İnsan bir aksattı mı, hiç zorlanmadan yüzlerce bahane bulabiliyor.



Ukrayna’da özerk bir bölge olan Kırım’a seyahat edenler hem bizim ülkemizden, hem de dünyadan oldukça az. Bu seyahat edenler arasında kültür turizmi yapanlar daha da az. Yollarımız pek kesişmedi ama yüzdesi büyük olan kısım sanki sadece deniz ve güzel Ukraynalı hanımlar için yollarını buraya düşürenler.

Önümüzdeki günlerde notlarımı derleyip toparlayıp, size gittiğimiz yerleri ayrı ayrı anlatmayı planlıyorum ama ola ki bu sıralar Kırım’a gitmeyi düşler durursunuz, işte size birkaç önemli hatırlatma:





Eğer bir Kırım’lı ile evli ve bu ülkeye defalarca gitmiş bir kuzeniniz varsa ve size gitmeden mutlaka basit birkaç kelime Rusça öğrenin yoksa çok zorlanırsınız diyorsa, ona inanın. Benim gibi ’’ne olacak ya, biraz İngilizce, biraz Türkçe biraz da Tatarca nasıl olsa idare ederim’’ derseniz çok yanılırsınız ve bu önemli yanılgı nedeniyle aşağıdaki gibi olayları istisnasız her gün yaşayabilirsiniz:

Mesela İngilizce bildiğini iddia eden bir dükkan sahibinden “City Center” tarifi alırsınız -ki tarif sadece “Sağa doğru dümdüz gidin” demekten ibarettir- ve yaklaşık 1,5 saat boyunca ha geldik ha geldik diye öğle güneşi altında yürüyüp sonrasında dehşet içinde şehrin sınırından çıkmak üzere olduğunuzu fark edebilirsiniz. Bunda tabiî ki kaybolduğunuzu net bir şekilde ret eden inatçı eşinizin de payı olmuş olabilir.



Yukarıdakine benzer bir durumda, Allah size acıyıp bir anda karşınıza Tatarca bilen bir taksi şoförü çıkartabilir ve siz de benim gibi büyürken sürekli dinlediğiniz bu dilde birkaç kelime edip, “Ne olur bizi bir şeyler yiyip, içebileceğimiz güzel bir kafeye götürün” dedikten ve rahatça (ya da oldukça rahatsızca…) nostaljik Volga marka arabanın koltuğuna kurulup, kendinizi onun ellerine emanet ettiğinizde, kendinizi bir anda şehrin varoşlarında derme çatma tentelerin altına atılmış birkaç masa ve bir mangalın yanında bulabilirsiniz…

Sonrasında diyelim ki tüm bu badireleri atlatıp, deniz kenarında güzel bir kafeye oturdunuz ve güneşi batırırken, Kırım’ın o güzel şaraplarından içmek istiyorsunuz. Üstelik size yan kafeden İngilizce bilen bir garson bile bulup getirmişler. Hedef buz gibi iki kadeh beyaz şarap. Üstelik şarabın artık Rusça “vino” olduğu bile öğrenilmiş durumda. Geriye kalan üç kelimede sessiz film taktikleri ile anlatılıyor. İki, parmakla gösteriliyor. Beyaz için garson kızın üstündeki beyaz gömlek işaret ediliyor, soğuk için ise “Bırrrr üşüyorum” hareketi. O vakte kadar sessizce olanları izleyen yan kafenin İngilizce bilen garsonu ise havalı bir “OK” çekip gidiveriyor. Sonuç: 10 dakika kadar sonra masaya iki kadeh sıcak vermut geliyor…



Bir de tabiî ki sizi gezdirmesi için ayarlanan rehber ve şoförün (hem de ikisinin birden) ülkeyi ilk kez sizinle gezdiklerini anladığınız bir an var ki isterseniz o maceraları ileriki yazılarımda bir yerlere sıkıştırayım yoksa bu yazı hiç bitmeyen senfoni gibi uzayıp gidecek.

Sonuç: Rusça yoksa Kırım’da işiniz bayağı zor, diğer Türkî Cumhuriyetlerdeki dil kolaylığı ve Türkçeyi Türk televizyonlarını seyrede seyrede öğrenmiş insanlar burada yok.




Bu yazım 5 temmuz 2011 tarihinde WTC blog'da yayınlanmıştır. Buradan ulaşabilirsiniz