7 Temmuz 2011 Perşembe

Kırım'a Dair...

Kırım’dan döneli neredeyse bir haftayı geçiyor. Seyahate gidişti, dönüştü, İstanbul’da valizleri açıp boşaltıp, tekrar doldurup Datça’ya gelişti derken yazılarımı bir hayli aksattım. Şimdi de Datça’nın her daim esen rüzgarının getirdiği o tatlı tembellik tüm ruhumu sarmaya hazırlanıyor ama yazmak lazım. Sonuçta yazmak da spora gitmek gibi disiplin gerektiren bir iş benim için. İnsan bir aksattı mı, hiç zorlanmadan yüzlerce bahane bulabiliyor.



Ukrayna’da özerk bir bölge olan Kırım’a seyahat edenler hem bizim ülkemizden, hem de dünyadan oldukça az. Bu seyahat edenler arasında kültür turizmi yapanlar daha da az. Yollarımız pek kesişmedi ama yüzdesi büyük olan kısım sanki sadece deniz ve güzel Ukraynalı hanımlar için yollarını buraya düşürenler.

Önümüzdeki günlerde notlarımı derleyip toparlayıp, size gittiğimiz yerleri ayrı ayrı anlatmayı planlıyorum ama ola ki bu sıralar Kırım’a gitmeyi düşler durursunuz, işte size birkaç önemli hatırlatma:





Eğer bir Kırım’lı ile evli ve bu ülkeye defalarca gitmiş bir kuzeniniz varsa ve size gitmeden mutlaka basit birkaç kelime Rusça öğrenin yoksa çok zorlanırsınız diyorsa, ona inanın. Benim gibi ’’ne olacak ya, biraz İngilizce, biraz Türkçe biraz da Tatarca nasıl olsa idare ederim’’ derseniz çok yanılırsınız ve bu önemli yanılgı nedeniyle aşağıdaki gibi olayları istisnasız her gün yaşayabilirsiniz:

Mesela İngilizce bildiğini iddia eden bir dükkan sahibinden “City Center” tarifi alırsınız -ki tarif sadece “Sağa doğru dümdüz gidin” demekten ibarettir- ve yaklaşık 1,5 saat boyunca ha geldik ha geldik diye öğle güneşi altında yürüyüp sonrasında dehşet içinde şehrin sınırından çıkmak üzere olduğunuzu fark edebilirsiniz. Bunda tabiî ki kaybolduğunuzu net bir şekilde ret eden inatçı eşinizin de payı olmuş olabilir.



Yukarıdakine benzer bir durumda, Allah size acıyıp bir anda karşınıza Tatarca bilen bir taksi şoförü çıkartabilir ve siz de benim gibi büyürken sürekli dinlediğiniz bu dilde birkaç kelime edip, “Ne olur bizi bir şeyler yiyip, içebileceğimiz güzel bir kafeye götürün” dedikten ve rahatça (ya da oldukça rahatsızca…) nostaljik Volga marka arabanın koltuğuna kurulup, kendinizi onun ellerine emanet ettiğinizde, kendinizi bir anda şehrin varoşlarında derme çatma tentelerin altına atılmış birkaç masa ve bir mangalın yanında bulabilirsiniz…

Sonrasında diyelim ki tüm bu badireleri atlatıp, deniz kenarında güzel bir kafeye oturdunuz ve güneşi batırırken, Kırım’ın o güzel şaraplarından içmek istiyorsunuz. Üstelik size yan kafeden İngilizce bilen bir garson bile bulup getirmişler. Hedef buz gibi iki kadeh beyaz şarap. Üstelik şarabın artık Rusça “vino” olduğu bile öğrenilmiş durumda. Geriye kalan üç kelimede sessiz film taktikleri ile anlatılıyor. İki, parmakla gösteriliyor. Beyaz için garson kızın üstündeki beyaz gömlek işaret ediliyor, soğuk için ise “Bırrrr üşüyorum” hareketi. O vakte kadar sessizce olanları izleyen yan kafenin İngilizce bilen garsonu ise havalı bir “OK” çekip gidiveriyor. Sonuç: 10 dakika kadar sonra masaya iki kadeh sıcak vermut geliyor…



Bir de tabiî ki sizi gezdirmesi için ayarlanan rehber ve şoförün (hem de ikisinin birden) ülkeyi ilk kez sizinle gezdiklerini anladığınız bir an var ki isterseniz o maceraları ileriki yazılarımda bir yerlere sıkıştırayım yoksa bu yazı hiç bitmeyen senfoni gibi uzayıp gidecek.

Sonuç: Rusça yoksa Kırım’da işiniz bayağı zor, diğer Türkî Cumhuriyetlerdeki dil kolaylığı ve Türkçeyi Türk televizyonlarını seyrede seyrede öğrenmiş insanlar burada yok.




Bu yazım 5 temmuz 2011 tarihinde WTC blog'da yayınlanmıştır. Buradan ulaşabilirsiniz

1 yorum:

İlhami Uyar dedi ki...

Bu gezinizin diğerlerine göre bayağı sıkıntılı geçtiği anlaşılıyor,aslında siz böyle duruma düşmezdiniz ama horozu çok olan yerde sabah geç olur derler galiba ona benzer olay,ileride gezilerinizde sorun yaşamamanız dileklerimle ve saygılarımla.