28 Aralık 2012 Cuma

Biblos ( Byblos) - Lübnan


Lübnan iç siyasetinin sakin olduğu dönemlerde çevre ülkelerden çok turist çeken bir ülke. Türkiye’den de son dönemde gitmeyen neredeyse yok gibi…Yakın, ucuz bilet bulabiliyorsunuz,kültür çok yabancı değil, alışveriş bol,vize yok. Böyle olunca hafta sonu için bile bir sürü insan Beyrut’a uçuyor ve ne yazık ki orada da kalıyor.

Bizim seyahatimizin sonlarına doğru, bir akşam yemeğinde yanımızdaki masaya genç bir Türk çift oturdu. Cuma akşamı iş çıkışı gelmişler, Pazartesi sabahı ilk uçak ile döneceklerdi. Anlattıklarına göre  Beyrut’un dışına hiç çıkmamışlar, gündüzlerini alışveriş, gecelerini de Beyrut’un ünlü gece klüplerine giderek değerlendirmişlerdi. Aslında herkesin tercihi kendine ama tüm bunlar İstanbul’da da rahat rahat, daha da alasıyla bulunabilecek aktiviteler diye düşündüm.

Zamanınız çok kısıtlı olabilir, alışveriş, clubbing çok seviyor olabilirsiniz ama tüm bunlara Beyrut’un hemen yarım saat uzağındaki Biblos’u ekleyebilirseniz, inanın hayatınız daha zenginleşir. Çünkü Biblos gerçekten Lübnan’da özel bir yer.

Biblos’a gideceğimiz gün, kahvaltı için daha önceden gözümüze kestirdiğimiz yarı pideci, yarı pastane tarzı bir yere giriyoruz. Sürekli sıcak sıcak lahmacunlar çıkarıyorlar. Lübnan’lılar sırada, lahmacunları paket paket alıp gidiyorlar. Sonradan öğreniyoruz ki, bizimkilere göre daha ince ve daha az malzemeli olarak yapılan bu lahmacunlar burada sevilen bir kahvaltı malzemesi. Dışarda yağmur şakır şakır yağıyor, bizde lahmacun ve sıcacık çaylarla pencere kenarı bir masadayız, televizyonda da Arapça olsa da bizim ‘’Arka Sokaklar’’ dizisi. Bayağı bir Türkiye havası işte….


Kahvaltıdan sonra arabanın GPS’inde kayıtlı Biblos diye bir yer bulunca, onun şu ana kadar bize yaptıklarını unutarak , gönül rahatlığı ile yola koyuluyoruz.

GPS bizi yavaş yavaş sahilden uzaklaştırıp, dağlara tepelere yönlendirse de başta pek oralı olmuyoruz.  Biblos’un sahilde olduğunu biliyoruz ama, kimbilir belki de buralarda yapılmış bir müzeye götürüyordur diye düşünüyoruz. Ama bir türlü ne yol bitiyor, ne de bir yere ulaşıyoruz Ama yüksek kesimlere yapılmış çok güzel yerleşim bölgelerinden geçiyoruz. Önce etrafın düzen ve güzelliğinden, sonra da bir köşeye kondurulmuş kiliselerden bu bölgelerde Hristiyanların yaşadığı anlaşılıyor. Lübnan’da gerçekten Hristiyan bölgeleri ve Müslüman bölgeleri arasındaki fark çok çarpıcı. Bir taraf ne kadar düzenli, temiz ve özenli ise, diğer taraf da o kadar bakımsız, pis ve derbeder.


En sonunda yol bitiyor ama GPS cihazımız ısrarla bizi ufak bir keçi yoluna yönlendirmek istiyor. Belki de kimselerin görmediği bir şey göreceğiz, ama belki de bizden önce GPS’i kullananların bir şakasına kurban gideceğiz hiç belli değil ama biz pes ederek kendi bildiğimiz yoldan Biblos’a gidiyoruz.
Biblos dünyadaki en eski şehirlerden biri ve İncil’in adı ‘’bible’’ buradan geliyor. Tarihi MÖ 7000 yılına kadar uzanıyor ve MÖ 3000’li yıllara tarihlendirilen kalıntılarda ilk şehir planlaması belirtilerine rastlanmış. Şehir ile ilgili, diğer önemli bilgiler ise şunlar:

  • ·         Dünyada insanların yaşamaya ilk başladıkları yer olarak bilinen şehir..
  • ·         Eski  Mısır mitolojisinde yer altı tanrısı Osiris’in kapatılıp denize bırakıldığı sandığın sürüklendiği ve karaya vurduğu yer,
  • ·         Bugünkü modern Latin alfebesinin temeli olan ilk lineer alfabeyi bulan yine Biblos’lular.
  • ·         Mısır piramitlerinin yapımında kullanılan sedir ağaçları da yine buradan Biblos’lu tüccarlarca satılmış.

Biblos’un insanı ilk bakışta çarpan küçük ama muhteşem bir limanı var. Roma – Ortaçağ döneminden kalan bu liman restore edilmiş ve inanılmaz bir güzelliğe sahip.



Arkeolojik kalıntılarla neredeyse iç içe geçmiş taş evler, limana demirlemiş balıkçı kayıkları, denizden anayola doğru uzanan souklarda küçük dükkanlar, güzel restaurantlar, cafeler. Biblos kesinlikle Lübnan’da en hoşuma giden yer oluyor.





Öğle yemeği için hedefimiz her kitapta, internetteki her sitede yazan , Lübnan'ın altın yıllarının sembolü Pepe’nin Lokantası. Limanın en güzel yerinde, harika manzaraya sahip bir yer. Güneşin çıkmasını fırsat bilip, dışarıda limanı gören bir masaya oturuyoruz. Ben Sur’daki jumbo karideslerin tadı damağımda, yine jumbo karides istiyorum, Behçet ise tercihini köfteden yana koyuyor ve oldukça iyi ediyor.

Beyrut’un Ortadoğu’nun Paris’i olarak anıldığı zamanlarda, Biblos’un limanı ve Pepe’nin yeri teknelerle buraya gelen pek çok jet sosyete üyesinin ve artistlerin uğrak yeriymiş. Restaurant’ın bütün duvarları, bir zamanlar burada yemek yemiş ünlülerin resimleri ile dolu. 60-70 li yıllarda ünlü olan herkes bir şekilde buraya uğramış gibi.

 foto: www.lebanoneguide.com

Okuduğum bir kitaptan öğrendiğime göre, bu bölgedeki kimi taş evlerinde sahibi olan Pepe, çoğunlukla buraları Lübnan’lı bakanların, devlet adamlarının sevgililerine kiraya verirmiş. O dönemde oldukça etkili bir kişilik olsa gerek.

Öldüğünden beride tüm buralar oğluna kalmış. Restaurant daki ortam keyifli, servis çok iyi. Koca bir şişe beyaz şarap ve şıkır şıkır bir güneş eşliğinde son derece keyifli bir yemek yerken hızla Biblos’dan ayrılmamızın nedenlerini burada anlatmıştım.








Akşam Beyrut’da ise bir gezgin’in başına ne kadar dikkatlide olsa arada sırada mutlaka gelecek berbat gecelerden birini geçiriyorum. Pepe’nin yerinde yediğim karidesler her halde bozukmuş. Uykusuzluk , karın ağrısı, ishal, kusma her şey var. Seyahat ederken geçirdiğim en ciddi mide bozukluklarından birini geçiriyorum ama sizlere de ne kadar zamanınız kısıtlı olursa olsun Biblos’a uğramadan Lübnan’dan dönmeyin diyorum…

18 Aralık 2012 Salı

Tripoli (Trablusşam) - LÜBNAN


Eğer Lübnan’a bir iki günden daha fazla zaman ayırdıysanız ülkede ziyaret edilebilecek kentlerden biride Tripoli ya da bizim eskiden bildiğimiz adıyla Trablusşam.  Osmanlı döneminde, devletin sınırları içerisinde aynı ismi taşıyan iki şehir olunca Şam ‘a yakın olan kent Trablusşam, Kuzey Afrika’daki bugün Libya sınırları içinde kalan kent de batıda olduğundan dolayı Trablusgarp adını almış.

Tripoli, Beyrut’un 85 km kuzeyinde kalan Lübnan’ın ikinci büyük ve Osmanlı döneminden kalma yapıları bol olan bir kenti. Şehir 1516 yılında Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı topraklarına katılmış. Bugün de %80’e varan Müslüman nüfusu ile, Müslüman kimliği ağır basan bir şehir.
Tripoli’deki en önemli Osmanlı eserlerinden biri  eski şehrin merkezinde bulunan 2. Abdulhamit’in tahta çıkışının  30. yılı nedeniyle dikilmiş saat kulesi.

Bizimde ilk hedefimiz saat kulesini bulup, oralara bir yerlere arabayı park etmek. Ama bulabilmek ne mümkün. Yağmur yağıyor, trafik sıkışık ve kimi yerlerde yollar kapanmış. Bu durumda arabadaki GPS aletimizin de bize hiçbir faydası olmuyor. İstanbul trafiğine rahmet okutacak cinsten bir trafikte 1-1,15 saat kadar ömür tükettikten ve ne İngilizce, ne Türkçe, ne de benim bozuk Fransızca kelimelerimi anlayan kimse bulamayıp, uzunca bir süre kolumuzdaki saati gösterip, bir de el kol hareketleri ile kule yapıp sessiz film oynadıktan sonra, saat kulesini buluyoruz.




Çok ilginçtir ülkenin karmakarışık trafik ve yollarına inat, burada da park yeri bulmak hiç sorun olmuyor. Kaldırım kenarlarındaki park metreler işi çok kolaylaştırıyor. Tripoli’ye ilk kez gelenler için saat kulesi iyi bir başlangıç noktası. Şehrin eski çarşılarına, kuyumcular çarşısına ve ünlü sabun hanına çok yakın bir mesafede.
Yalnız Lübnan’a geldiğimizden beri peşimizi bırakmayan kötü hava burada da iş başında. Sürekli yağan yağmur neredeyse bize nefes aldırmıyor. Ne resim çekebilmek mümkün, ne de biraz etrafı gözlemlemek, dükkanlara bakabilmek. Halbuki Tripoli’nin suok ları oldukça otantik ve geniş bir alanı kaplıyor. Burada ziyaret edilebilecek yerlerden biri, Memlukların son döneminde 16. Yüzyıl başlarında sabun ticareti yapanlar için kurulmuş bir kervansaray - Khan el Saboun, yani sabuncular hanı. Tripoli sabun üretiminde önemli bir merkez ve yüzyıllar boyunca Avrupa’ya buradan sabun üretip ihraç etmişler. Bugünde bu han’da sabun üreticileri, çeşit çeşit kokulu ve şekilli sabunlarını tüketicilere sunuyorlar. Biz de, bizim evin olmazsa olmazlarından kocaman küp şeklinde lavantalı sabun alıyoruz buradan.



Tripoli’de ziyaret edilebilecek pek çok Osmanlı eseri var ancak hem şehrin, hem insanların günlük hayatına daha rahat ulaşabileceğimiz, dokunabileceğimiz çarşı pazar gezmeleri  hemen hemen her yerde bizim  önceliğimiz olduğundan, hem de Osmanlı eserleri oldukça tanıdık bildik olduğundan, hiç dinmeyen yağmura karşın sokakları arşınlamaya devam ediyoruz. Çoğu yer bizim İstanbul -Mahmutpaşa havasında.
Bir de Tripoli’nin tatlıcıları çok ünlüymüş, hakikaten saat kulesine yakın olan bir tanesi tıklım tıklım dolu. Ama tatlı ile çok fazla işimiz olmadığından orayı da es geçiyoruz. İşin aslı, hiç pes etmeyen yağmur aslında bizi pes ettirmiş durumda.Bir an önce arabaya ulaşıp sahil yolundan yavaş yavaş Beyrut’a dönmek istiyoruz.
Tabii bu kararı veriyoruz ama Tripoli’den çıkabilmek ayrı bir dert. Ne yöne gideceğimizi tam kestiremeden uzunca bir süre, eski çarşıların labirent misali daracık sokaklarına takılıp kalıyoruz, sonuçta trafikte bayağı sinir bozucu bir saat geçirdikten sonra, sahil yoluna çıkmayı başarıyoruz.










Ülkenin bu kısmının sahil şeridi daha bir sayfiye yeri kıvamında ama her yerde olduğu gibi ünlü dekorasyon dergilerine poz verebilecek güzellikte ve son derece modern evler ve yıkıntı döküntü halindekiler yan yana uzanıp gidiyor.
Yollar oldukça tenha, ve sonunda yağmur’da durduğu için Biblos’da bir mola verip keyifli bir yolculuk sonrası Beyrut’a geri dönüyoruz..

4 Aralık 2012 Salı

Hayal Kurdum: Song Saa Adası - Kamboçya

Aslında  niyetim Datça'da yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bu günde dışarıda yapacak çok fazla bir şey olmadığı için, evde oturup, son Lübnan yazılarımı yazmaktı ama bilgisayarımdaki dosyalar, resimler arasında gezinirken birden kendimi Lübnan yerine Kamboçya'da buluverdim.

Son 25 yıldır dünyanın çeşitli yerlerine seyahatler yapıyorum. İlk zamanlar amacım mümkün olduğunca fazla ülke görmekti. Bir gittiğim yere bir daha gitmeyi hiç düşünmüyordum ama sonraları belki artık aradan çok uzun zaman geçtiği için, belkide ilerleyen yıllarla birlikte beklentilerim çok farklılaştığı için, gittiğim ülkeleri yeniden özler oldum. Sonuçta uzaklardan bahsedecek olursak, geçtiğimiz yıllarda ikinci Nepal gezimi yaptım, bir ay öncede ikinci Fas gezimi. Şimdilerde ise hiç görmediğim ülkelerin yanı sıra,10 yıl kadar önce gittiğim Kamboçya ve yaklaşık 20 yıl kadar önce gittiğim Hindistan ile ilgili gündüz düşleri kuruyorum.

Sonra düşündüm, hep gittiğim yerleri yazacak değilim ya, biraz da hayal ettiğim seyahatleri ''Hayla Kurdum'' başlığı altında yazayım dedim. Ve işte bu başlık altında hayali bir Kamboçya gezisi..Unutmayın her şey hayal kurmakla başlar....

Ülkenin kimi yerlerini daha önce gördüğüm için doğruca Siem  Reap'e uçup  Angkor Tapınaklarına gitmek istiyorum. Turist kalabalıklarının fazla olmadığı bir dönemde muhteşem Angkor Wat önünde oturup güneşin doğuşunu ve batışını görmek istiyorum. İkisinin arasındaki zamanda ise fotoğraf makinem ve not defterim ile tapınaklar arasında dolaşıp, yorulduğum zamanlar ağaç gölgelerine sığınıp uzun uzun dinlenmek, hayal kurmak istiyorum..


Tıpkı geçen sefer olduğu gibi Ta Prohm' da meditasyon yapan portakal rengi kıyafetleri içinde Budist bir  rahip görmek ve onu uzun uzun seyrederken kendi iç dünyama yolculuk yapmak istiyorum...

Ve mutlaka en favori yerim olan Bayon Tapınağı. Taşlara işlenmiş Kral Jayavarman mı yoksa Buddha mı olduğu hala tartışılan 216 adet heykelin yüzündeki o mistik gülümsemenin anlamını, yine bulmaya çalışmak istiyorum. Daha önceden görmediğim yeni kazılmış tapınaklarda, ormanın içinde toza toprağa bulanıp yepyeni yerler görmek istiyorum.Tüm bunlar için sanırım 3-4 gün yeter diye düşünüyorum...


Bu yorucu günlerin ardından ise tozlu yürüyüş ayakkabılarımı, pantolonlarımı, t-shirt lerimi bavulun en altına yerleştirip, üzerime ince bir keten elbise giyip ayaklarıma da sandaletlerimi taktıktan sonra doğruca Siem Reap havalimanına. Hedef Sihanoukville. 50 dakikalık bir uçuş ve sonrasında havalanından limana 15  dakikalık bir araba yolculuğu. Song Saa adasından gelen tekne limanda beklemekte. Sürat teknesi ile 35 dakikalık bir yolculuk sonrasında ise işte bu özel ada dayım. Bırakayım sonrasını fotoğraflar anlatsın...












Biraz da bu hayalin fiyat etiketini duymak ister misiniz? Angkor Tapınakları işin kolay kısmı, son derece düşük bütçelerle buraları gezen gezginleri internet'de bol bol bulabilirsiniz. Ama Song Saa adasına gelince geceliği vergiler hariç 1575 USD olan jungle manzaralı ya da geceliği 1835 USD olan okyanus manzaralı tek odalı bir villada kalmak için biraz talih kuşuna ihtiyacım var sanırım. Şimdi tam yılbaşı milli piyango biletleri piyasaya çıkmışken büyükleri istemem, orta karar bir ikramiyenin hiç zararı olmazdı.

Ama olur da büyük ikramiyelerden biri çıkarsa, belki de en ucuzu USD 600.000 olan bu villalardan birini 99 yıllığına kiralar, dileyen mavilimon okurlarının kullanımına sunardım..

Hayal etmekten asla vaz geçmeyin :))

Fotoğraflar: Benim Kamboçya fotoğraflarım dijital öncesi çağa ait ve taramadan internete koymak mümkün olmadığı için Angkor resimleri wikipedia ve wiki travel'dan

Song Saa resimleri ise kendi sitelerinden... www.songsaa.com