27 Temmuz 2009 Pazartesi

Nihat Akkaraca Meydanı


Eski Datça'nın girişindeki küçük meydana sevgili Nihat Abi'nin adını vermişler.. Görünce çok duygulandım ve Datça'lıların vefasını çok sevdim. Meydan'daki panoda da Nihat Abi'nin fotoğrafları. Güler yüzü ile sımsıcak. O'nu ve hikayelerini ne kadar çok özlediğimi bir kez daha fark ediyorum. Geçen Aralık ayında onunla son kez buluşmamızda bu yaz için yaptığımız planlar geliyor aklıma. Bende bir hüzün sormayın gitsin. Ama galiba sevgili Nihat Abi benim bu hüzünlenmeme dayanamıyor, ve cennetten bana o harika hikayelerinden birini anlatıverip, beni güldürüyor. Anlatıyor dedimse, lafın gelişi, resmen Turgut Dayı'yı meydana yollayıveriyor..

Ben tabiki Nihat Abi kadar güzel anlatamam lütfen kusuruma bakmayın. Her neyse, işte biz panodaki resimlere hüzünlü hüzünlü bakarken, meydana Turgut Dayı ve güzel gözlü eşeği giriyor.

Kısa bir selamlaşmadan sonra, ' Eşeğin adı ne Dayı?' diye soruyor eşim

Turgut Dayı'da 2X2 'nin 4 ettiğini bilmeyen çocuklara bakar gibi süzüyor bizi ve ' Kancığ o kancığ' diyor.

'Yani' diyen gözlerimizdeki merakın gitmediğini görüncede sabırla yeniden açıklıyor. 'Kancığ o kancığ. Kancığ'lara issim missim konmaz'

'Olur mu ya dayı' diye protesto etmemize dayanamayınca da ' Eee! Ayşe ossun o zaman.' diyiveriyor. Bu sefer de ben ' Aaa! Benim ismimde Ayşe ama' deyince bu sefer Turgut Dayı utanıyor. ' Hadi çekivirin bakim resmimi' diyerek konuyu usulca kapatıyor.

Gördüğünüz gibi Datça'da da kadının adı yok. :))

Nur içinde yat sevgili Nihat Abi..

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Lagina - Hekate Kutsal Alanı

Geçen yaz sonundan beri, buradan sizlerle paylaşmayı ihmal ettiğim bir tutkumuz var. Bir elimizde Antik Kentleri Gezme ve Anlama Rehberi, diğerinde de Müze Kart, ne zaman yollara düşsek, bıkmadan usanmadan turistik yerleri gösterir kahverengi tabelaların peşine düşüyoruz. Farklı bir ülkenin topraklarında dolaşmadan evvel, bu yaz bir süre sizleri Ege topraklarında dolaştırmama ne dersiniz? Kimbilir belki, sizlerde meraklanırda, yıllardır çoğu ziyaretçi yönünden oldukça fakir olan bu kentlere, yol üstünde kısa bir mola verip, uğrayıverirsiniz.


Lagina'ya geçen hafta Bodrum'a giderken uğradık. Yerini bulmak ise oldukça kolay. Yatağan Termik Santralının hemen yanında tabelasını bulup, içeriye doğru 10 km kadar süren bir yolculuk yapıyorsunuz. Yol rahat ve keyifli.





Lagina Tanrıça Hekate'ye adanmış bir tapınak alanı, ve Anadolu'da pagan dönemlerden kalma en önemli tapınaklardan biri olarak kabul ediliyor. Biz Türkler için ise bambaşka bir özelliği var. İlk Osmanlı arkeoloğu Osman Hamdi Bey'in ilk kazı alanı.



Hekate oldukça değişik bir Tanrıça. İyiliklerde O'nda, kötülüklerde. Girişteki tabeladan aldığım notlara göre, Hekate Apollon ve Artemis ile kardeş çocukları ve karada denizde ve gökyüzünde yetkileri olan tek Tanrıça. Bunun yanında yer altında olduğu var sayılan, ölüler dünyası Hades'in kapısının anahtarı Hekate'ye teslim edilmiş ve bu kapıyı açma yetkisi onda. Hekate, Hades'in kapısının koruyucusu olduğu gibi yeryüzündeki bütün kapıların koruyucusu olmuş. Ayrıca sihir falcılık ve öç almayı elinde tutan bir tanrıça. Ölü gömme törenlerinde hazır bulunur ve ölenlerin ruhlarını teslim alırmış. Hades'in kapısında bekleyen Kerberos köpeğinden dolayı Hekate bütün köpeklerin sahibidir ve çoğu zaman bir köpek ile dolaşır. Karabasan, hortlak ve cinlerin yöneticisi olan Hekate onları insanlara musallat eder, aynı zamanda insanları onlardan korur. Hekate geceleri aydınlatan ay Tanrıçasıdır. Karanlık gecelerde dolaşarak insanlara yol gösterir. Avcıların yardımcısıdır.




Lagina'da öncelikle bizi işini çok sevdiğini tahmin ettiğim bir görevli karşılıyor. Yakıcı güneşin altında, pek de bir Allahın kulunun uğramadığı bir yerde, bezgin bezgin oturan diğer meslektaşlarına hiç benzemiyor. Öncelikle müzekart'daki isimlerimizi özenle defterine kaydediyor, burayı nereden duyup geldiğimizi soruyor. Sonra her görevli için inşa edilmiş olan kulübesine bakıyorum. Belkide binlerce yıldır orada olan bir zeytin ağacının hemen yanında, etrafı çiçeklerle, ağaçlarla bezeli. Sevgi ne kadar fark yaratıyor diye düşünüyorum.


Ziyaretçi olarak pek bir Allahın kulu uğramasa da, içeride işçilerin ve arkeoloji öğrencilerinin kazı çalışmaları son sürat devam ediyor. Yabancı üniversitelerce yürütülen kazılara kıyasla, bizim üniversitelerimizin, öğrencilerimizin kazı çalışmaları sanki bize daha bir hevesli ve yoğun gibi geliyor. Sıcağa aldırmadan işlerine devam ediyorlar. Ortaokul çağlarında hep arkeolog olmak istediğim zamanları hatırlıyor ve onları özenle seyrediyorum.


Hekate'nin tapınağı yüzyılların depremlerinden payını sıkça almış ve duvarlarındaki kıvrımlar tüm o yıkımların tanığı, elimdeki kitap daha da ileri giderek, sanki Lagina'da depremin dumanları halen tütmekte diye yazmış.


Tapınak alanın bence en görkemli yapısı, anıtsal kapısı. Yan duvarlarında, anahtar taşıyıcı olarak görev yapmış kişilerin isimleri kazılı. Bu anahtar yılda bir kere yapılan bir festivalde ana kent Stratonikeia'ya götürülüp getirilirmiş. İyi bir fotoğraf çekmek için kapının üst taraflarına doğru çıkmaya çalışırken, sıcakta amansızca öten cırcır böceklerinin seslerinde, bir zamanlar buralarda yapılan festivallerin çoşkulu seslerini yakalamaya çalışıyorum ama nafile..

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Zanzibar Adası

Sevgili Erdem'in Tanzanya yazısı bugün Zanzibar adası ile devam ediyor. Paylaştığın için tekrar teşekkürler Erdem...



Zanzibar ismine ilk kez Istanbul Teşvikiye’deki bir kafe-restoranın tabelasında rastlamıştım. “Nedir bu Allah aşkına, bir içecek filan mı?” diye sorduğumda, “Afrika’da bir ada” demişlerdi. Aradan yıllar geçti. 2006 yazında o restoranın sahibinin ilham aldığı yere gitme mutluluğuna eriştim ve Zanzibar isminin Farsça “Zenciler sahili”nden geldiğini öğrendim...

Zanzibar’ın başkenti Stone Town sahilinden Hint Okyanusu’na has bir balıkçı teknesi...


Michamvi kumsalından bir görüntü...


Zanzibar, Afrika’nın doğusunda, Van Gölü’nün yarısı büyüklüğünde bir ada. Nüfusu bir milyon olan Tanzanya’ya bağlı özerk bir bölge. Ayrı bir meclisi var.



Stone Town’da, sokak arasında eserlerini sergileyen bir ressamın tabloları... Her biri kendi içinde uyumlu ve estetik. Ancak, bir araya gelince nasıl bir renk cümbüşü sağlıyorlar değil mi?


Geçmişte Umman’ın başkenti ve Doğu Afrika köle ticaretinin merkezi olan ada, Tanzanya’da Arap kültürünün en çok hissedildiği yer. Halkının %99’u müslüman. Ancak, çok fazla Müslüman turist görmediklerinden olsa gerek, havaalanından bindiğimiz külüstür minibüs taksinin dişleri dökülmüş sahibini Müslüman olduğumuza ikna etmek için bayağı ter dökmüştüm. Bunu başarmak için hayatımda ilk (ve inşallah son kez) üçlü çeker gibi şöförle karşılıklı Fatiha Suresini okumuştuk. :))



Stone Town sahilinde, günbatımını görüntüleyen babasının yanında balerin gibi bir kız...


Hindistan’dan göçmüş Acem kökenli bir aileden gelen, babası İngiliz hükümeti için çalışan bir muhasebeci olan Faruk Bulsara 1946’da Stone Town’da doğmuş. Biz ise onu daha çok Queen Grubu solisti Freddie Mercury olarak tanıyoruz.

Belki de Bohemian Rhapsody’nin meçhul ilham kaynağı Mercury’nin çocukluğunu geçirdiği Zanzibar’dır, kimbilir?



Zanzibar Adası’nın Matemwe kumsalında, delik deşik sarı elbisesini üzerinde bir prenses edasıyla taşırken yağmur altında poz veren Afrikalı bir kız.




Michamvi kumsalı. Geleneksel kayığıyla karşı kıyıya yolcu yaşımak üzere hazırlık yapan delikanlı uzun sopasıyla henüz gel-gitle tam derinleşmemiş sularda ilerliyor.





Kayığı bekleyen anne ve kızı.

Hayata tutunmak…”

Yolda karşılaşıp izin isteyerek fotoğrafladığımız öğrenci grubu içinden Zanzibarlı Müslüman bir kız.



Stone Town’da geceleri sahile paralel kurulan gece pazarı bir ilgi odağı. Burada Hint Okyanusu’ndan çıkarılmış envai çeşit deniz ürününü bulmak mümkün.


Zanzibar ayakkabı üreticileri için “bakir” bir pazar...


Zanzibar’da en eskisi 1694 yılından kalma 560 tane oymalı kapı bulunuyor... Araplar geometrik motifleri tercih ederken Hintliler yandaki gibi bitki desenlerini kullanmışlar…


Stone Town’da, kaldığımız otele yakın bir Kuran kursu vardı. Gelip giderken bir gün kapısı açıkken yakaladım ve kapı eşiğinden içeriyi seyretmeye başladım. Beyaz entarili çocuklar yerde bağdaş kurmuşlar, okuyorlar, başlarında ise sakallı bir hoca. Ancak, hoca disiplin kurma işini bir “ağabey”e havale etmiş. Sınıftakilere göre birkaç yaş daha büyük olan “ağabey” ise, işi fazla ciddiye almış olmalı ki, elinde iki metrelik bir sopa, konuşanın kafasına indiriyor ! Ben gözlerim büyüyerek olanları seyredalmışken aklıma fotoğraf çekmek geldi. Makineme uzandığım anda, hoca beni gördü, hışımla yanıma geldi. Bir-iki gün önce taksi şöförü ile kurduğum yakınlığa güveniyordum ama, bu sefer din kardeşliği sökmedi, ben Müslüman olduğumu gevelerken, hoca kızgın bir ifade ile kapıyı yüzüme çarpıverdi.


Çıplak Ayaklı Prenses yağmur altında...




Yolda fotoğrafını çekme teklifimi gülümseyerek kabul eden bir kız.



Stone Town'un dar sokaklarından biri. Sabah saat yediyi biraz geçmiş. Ufaklık, yanıbaşındaki annesi ve kardeşinin varlığına rağmen, sokak kapısı eşiğinden, dilini anlamadığı yabancının objektifine ürkek ürkek bakıyor.



Zanzibar Adası'nın kuzeyindeki Matemwe kasabasında, derme çatma evler arasında, çakmak bakışlı bir genç kız... Kızın gözlerinden yansıyan kişinin aklı ise, her ne kadar pek net görülmese de :)) Afrikalıların nasıl bu kadar fotojenik oldukları ile meşgul...

Bu aslanlar da nereden çıktı? Artık bir başka sefere, bu güzel hayvanların vatanı Masai Mara – Kenya’ya şöyle bir uzanırız...:))


http://www.fotokritik.com/kullanici/Erdemk
http://www.fotoritim.com/yazi/erdem-kutukoglu--vietnam
(*): Bu yazı, www.fotoritim.com Haziran sayısında yayınlanmış olup, aynı zamanda http://www.photondergi.com/’un dördüncü sayısında çıkan yazının genişletilmiş halidir.

5 Temmuz 2009 Pazar

Tanzanya - 1

Sevgili arkadaşım Erdem Kütükoğlu, daha önce yazıları ve fotoğrafları ile mavilimon'un konuğu olmuştu. Bu kez de bir Tanzanya gezisi sonrası burada..Önce biraz Erdem kimdir, sonrada Tanzanya yazısının ilk bölümü.. Zanzibar adası hemen arkasından gelecek...Çok teşekkürler Erdem. Ellerine,gözlerine sağlık..

Az-öz-geçmiş / Erdem Kütükoğlu

Fotoğraf sevdam üniversite yıllarında, İFSAK’ta katıldığım bir kurs ve fotoğrafçılık kulübüyle başladı, 1990’ların başında ise renkli dianın canlı dünyasına yöneldi. Uzun yıllar yakın çevreme dia gösterileri yaptım. Son 1-2 yıldır İnternet’in sunduğu imkânlardan yararlanıp Fotokritik gibi sitelerde karelerimi paylaşıyorum.

Dijital fotoğraf makinesiyle tanışmam ise görece yeni, bu sayfalarda bazı enstantanelerini göreceğiniz Afrika seyahatiyle gerçekleşti.

Aileden “tarihçi genlerine” sahip biri olarak, fotoğraflarımda çoğu kez tarihsel bir çerçeve bulabilirsiniz. Açıklamalarla ilginç gelen öğeleri öne çıkarmayı, farklı kültürler veya zamanlar arasında ilişkiler kurmayı seviyorum. Üniversite yıllarında yaptığım profesyonel rehberlik bu konuda bir nebze de olsa fayda sağlıyor.

Hobilerim arasında fotoğrafa ek bir de seyahat etmek var. Ancak, ikisi son 20 yılda birbirinin o kadar içine geçmiş durumda ki, bazen seyahat etmek için mi fotoğraf çekiyorum, yoksa fotoğraf çekmek için mi seyahat ediyorum, ben de karıştırıyorum.

http://www.fotokritik.com/kullanici/Erdemk
http://www.fotoritim.com/yazi/erdem-kutukoglu--vietnam



Afrika’nın gözleri – Tanzanya (*)
Bazı yerlerle ilgili klişe sözler vardır, tıpkı “Afrika’yı görünce hayata bakışınız değişecek, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” gibi... Bu tür yorumları hep şüpheyle karşılardım. Ta ki, adımımı attığım an itibarıyla, havasıyla, insanıyla, doğası ile Afrika beni kavrayana dek... Sıcacık, hareketli, farklı... Normalde tatile çıktığınızda şehir-iş hayatının stresinden kurtulmanız için üç-dört gün gerekir. Oysa, Afrika’da ruh haliniz birkaç saatte olumlu yönde değişiveriyor......

Tanzanya, Afrika’nın doğusunda, Kenya’nın güneyinde, Hint Okyanusu’na komşu bir ülke. Aman çok uzaklarda, Avustralya civarındaki, benzer adlı Tazmanya ile karışmasın: Afrika Kıtası’nı tombul bir “T” harfi gibi düşünürseniz, dik çubuğun en üstünde, sağda yer alıyor Tanzanya. Türkiye’den biraz daha büyük bir alana yayılmış, nüfusu bizim yarımız kadar. Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik Endeksi’ne göre 179 ülke arasında 152. imiş (karşılaştırmak açısından: Türkiye de parlak değil aslında, 76. sırada). Kısaca, Tanzanya, ünlü Kilimanjaro Dağı’nın bulunduğu, kişibaşı geliri Türkiye’dekinin yirmide biri ile fakir mi fakir, bir o kadar da güzel insanların ülkesi.

Arusha-Kilimanjaro yolunda, bir pazar yerinde otobüs bekleyen bir anne…

19. yy sonlarını Alman kolonisi, 20. yy’ın ilk yarısını ise İngiliz mandası altında geçiren iki bölge, anakaradaki Tanganyika ile Zanzibar Adası, 1960’larda bağımsızlıklarını kazanmış. Birleşmelerinden de 1964’de bir cumhuriyet olan Tan+zanya doğmuş. Nam-ı diğer “Jamhuri Ya Muno Wa Tanzaniaunga”...


1970’lerde fırlayan petrol ve düşüşe geçen emtia fiyatları Tanzanya ekonomisini felce uğratmış. Önce Çin’den medet uman ülke, 1980’lerde ise aynı Türkiye gibi IMF’nin acı reçetelerine yönelmiş.


Tanzanya nüfusunun yaklaşık üçte biri Müslüman, üçte biri Hıristiyan. Tek tanrılı dinler eski inançlarla o denli iç içe geçmiş ki, yolda rastladığınız mahşeri bir kalabalığa karıştığınızda, insanların şifa dağıtan Hıristiyan bir “peygamber”den medet umduklarına şahit olabiliyorsunuz. Ufak kağıtlara yazdıkları dileklerini, sağlı sollu oluşturulan insan koridorundan geçmekte olan aziz liderlerine ulaştırmaya çalışan yüzlerce insan...



Afrika’da pazar yeri renk cümbüşü demek… Bazen bir başlık, bazen bir örtüdeki akıllara durgunluk verecek kadar çarpıcı renkler ve desen çeşitliliği ile…

“Swahili”, Doğu Afrika’da, Kenya, Tanzanya, Uganda gibi ülkelerde konuşulan yerel bir Afrika dili. Arapların bölgedeki egemenlikleri sırasında Arapça etkisine giren Swahili, ismini de, konuşulduğu sahil bölgesine atfen Arapça “sahil” kelimesinden almış. Günlük hayatta kullanılan birçok kelime Türkçe’deki Arapça kökenli kelimelere o denli benziyor ki, pek yabancılık çekmiyorsunuz:

Merhaba = Salam (selam), habari (haber?)
Günaydın = Habari za asubuhi (sabah?)
Teşekkürler = Shukrani (şükran), ahsante sana
Erkek – Kadın = Baba - Mama

Ngorongoro’da bir tuvalet.:)

Afrika’da karayoluyla tek katlı barakaların çevrelediği köylerden geçerken gözünüz devamlı rengârenk insanlarda kalıyor. Doğal olarak bazen dayanamayıp, inip, aralarına karışıyorsunuz. Yapışkan Sultanahmet satıcılarına benzeyen birkaç genç dışında size ilişen de pek olmuyor.


Arusha-Ngorongoro yolu üzerindeki bir köy. Biraz ileride, kalabalık toplanmış, bir buldozerin yol yapımı için evleri yıkışını seyrediyordu. Ne tek bir protesto, ne ağlayanlar, ne TV yayın ekipleri, ne de tutuklanan insanlar… Sadece sakin sakin seyreden, ihtiyarı, genci, onlarca insan…

Arusha yolu üzerinde, öğretmenleri eşliğinde okuldan gelen öğrenci grubu arasında pervasızca poz veren bir kız...


“Kara kaçan” eşliğinde yürüyen Masai’ler...

Ngorongoro Krateri

Tanzanya’nın kuzeyinde yer alan Ngorongoro Krateri (telaffuz ederken baştaki “n” harfi okunmuyor) 260 km2’lik bir alana yayılıyor ve denizden 2.300 m yükseklikte. Bu çevresi dağlarla çevrili, 610 m derinlikteki kraterin sarı renkli otlaklarında, jeeplerle vahşi doğayı keşfederken Afrika’nın büyüsünü (ve toz-toprağını) iliklerinde hissediyor insan…

Yerel bir okul öğrencileri açık hava müzesini ziyaret ederken yavru fil ailesinin koruması altında ilerliyor...




Ngorongoro 25.000 büyük memeliye ev sahipliği yapıyor. Bu memelilerden biri de Thomson Ceylanı.

İsmini gezgin Joseph Thomson’dan alan “Tommy”, Afrika’nın yüksek platolarındaki uçsuz bucaksız çayırlarında, yani “savana”larda yaşayan bir ceylan türü. 60-90 sm yüksekliğinde, 13-16 kg ağırlığındaki Tommy’nin en ayırdedici özelliği yanlamasına siyah bir şeride sahip olması.



Zebra ve Afrika antiloplarıyla iyi anlaşan, saatte 80 km’ye ulaşabilen Thomson ceylanlarının en büyük düşmanları ise, başta çita olmak üzere büyük kediler. Kısa mesafede dünya rekortmeni çitaya karşılık, Tommy uzun takiplerdeki performansı ve ani dönüşlerdeki görece üstünlüğü ile en büyük düşmanından kaçabiliyor. Yine de, bu özellikler, yavruların yarısının ergenliğe ulaşmadan büyük kedilere yem olmasını engelleyemiyor.


Zebralar kendi aralarında yüz mimikleri ve seslerle iletişim kurar, sık sık koklaşır ve birbirlerini kaşırlar. Anne zebralar 12-14 aylık bir gebelikten sonra tek bir yavru dünyaya getirir. Yavru doğrumdan 20 dakika sonra koşmaya başlar ve annesinin yanından ayrılmaz.



Ngorongoro’nun batı yakasındaki terastan günbatımı. Bu görsel şölenin sonuna doğru ay gökyüzünde belirmeye başlamıştı...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

Tahran



Tahran 13 milyon nüfusu ile klasik bir başkent, yani sevimsiz.. Zaten buraya gelir gelmez, önce her yerde yediğimiz kıpkırmızı dometeslerin rengi ve tadı değişiyor ve etraf sanki daha bakımsız, daha pis. Bir de Tahran’ın trafiği İstanbul’unkine rahmet okutacak cinsten, üstüne üstelik şehrin birde 65 km uzunluğunda bir metro sistemi varmış, bir de olmasa ne olacakmış ki…

Tahran’ın bir yönünde karla kaplı Elbruz dağları var. O kısma doğru olan taraf şehrin zengin ve dediklerine görede kurtarılmış bölgesi. Orada insanlar daha bir rahat yaşıyorlarmış.Elbruz dağlarının görüntüsünü Azer Nefisi’nin kaleminden daha önce okumuştum. Ünlü eseri Tahran’da Lolita Okumak’ta odasının penceresinden görünen bu dağların görüntüsünden keyifle bahseder. Şehrin bu kısmından geçerken Elbruz dağlarının görüntüsüne bakarak, onun bir zamanlar kızları ile buluşup devrimin yasakladığı kitapları okudukları dairesini sanki hemen buluverecekmişim gibi geliyor.

Şehirdeki ilk durağımız Sadabat Sarayı’da bu bölgede bulunuyor. Asıl Saray, şehirdeki Gülistan Sarayı ve burası Baba Şah döneminde yazlık saray olarak inşa edilmiş ancak son Şah ve ailesi daha çok burada oturmuş. Burası tek bir bina değil, altı ayrı binadan oluşan bir kompleks. Şah ve ailesinin debdebeli yaşamına göre aslında mütevazi bir konut. Hatta saray bile demek yanlış olabilir, belki daha doğru bir kelime, büyük bir konak. İçerideki bir odada hala Şah ve Farah Diba’nın giysileri sergileniyor. Salonlardaki halıların büyüklüğü ve ihtişamı ise kayda değer. Ama Şah’ın megaloman kişiliğini gösteren ise bu mütevazi sarayın tam önüne diktirdiği dev heykeli. Ancak devrimden sonra bu heykeli tam çizmelerin üzerinden kesmişler. Bugün ise iki tane kocaman bronz çizme, turistlere bol bol poz vermek için fon imkanı sağlıyor.

Tahran’daki tek günümüz tam bir müzeler turu oluyor. Tarihi kalıntıların ve buluntuların sergilendiği Rıza Abbasi Müzesi ve Arkeoloji Müzesi. Bir zamanlar Mısır Konsolosluğu olarakta kullanılmış zarif bir binada hizmet vermekte olan Cam Eserler Müzesi. Küçük ve kesinlikle çok hoş bir müze.

Ama tüm müzelerin içinde bir tanesi var ki, başka herhangi bir yerde görebilmek mümkün değil. İran Merkez Bankasının büyük bir kasa dairesinde bulunan Mücevher Müzesi. Günde sadece iki saat açık olduğu ve tüm turistlerde orada olduğu için , içeri girebilmek için yağan yağmurun altında bayağı bir süre kuyrukta bekliyoruz. İçerideki mücevherlerin bolluğu, taşların iriliği ise inanılır gibi değil. Buradaki parçalar Sasani imparatorluğu zamanından beri toplanmaya başlamış ve devlet hazinesi olarak kabul ediliyor. Önce dünyanın dört bir tarafından değerli taşlar toplanır, sonrada ustalar çağrılarak mücevherler yaptırılırmış.

İlk envanter Kaçarlar döneminde yapılmış ve devrimden sonra yapılan sayımlara göre Şah ve ailesinin ülke dışına herhangi bir şey çıkarmadığı söyleniyor. İçerideki elmasların, yakutların, incilerin, zümrütlerin, turkuazların bolluğunu anlatmaya sanırım kelimelerim yetmez. Bir gün eğer yolunuz Tahran’a düşerse gitmeniz, ve yüzyıllar içinde İran halkının parasının nerelere harcandığı görmeniz gerek.İçeride fotoğraf çekmek yasak olduğu için buraya koyduğum resimler, müzede satılan katalog’dan. Yaşı Şah dönemini hatırlayacak kadar büyük olanlar, bu parçaların kimini eminim ki hatırlıcaktır…

Böylelikle İran yolculuğunun da sonuna geldik. Yollar tabi ki tükenmedi, buradan yaz sıcağına yakışır bir ülkeye Tanzanya’ya doğru yola çıkacağız..