18 Ocak 2011 Salı

Buhara

Sabahın erken saatlerinde pencerelerden içeri sızan güneş çok sıcak bir günün habercisiydi. Acele ile kalkıp giyindim. Güneş tepeye ulaşmadan, sokaklar insan kalabalıkları ile dolmadan, o’nunla beraber şehri gezmeye karar vermiştik. Dışarı çıkar çıkmaz acele ile Buhara’nın dar sokaklarına attım kendimi. Etrafta benim gibi birkaç erkencinin dışında kimseler yoktu.. Tahmin ettiğim gibi Nadir Divan beyi medresesinin yanında beni bekliyordu. Sessizce yanımda yürümeye başladı.




Bir süre sonra yolumu kaybettim gibi geldi ama çokta önemsemedim. Sora sora her yer bulunurdu.. Aslında o’nun rehberliğine güvenmiştim, ne de olsa burası o’nun doğduğu şehir, sevgili Buhara’sıydı. Ama şehrin yüzyıllar içinde geçirdiği deneyimden sonra o benden de şaşkın, benden de yabancı gibi hissediyordu kendini.. Dükkanlar tek tük açılmaya başlamıştı, yorulduğumu hissedince yüzyıllarca kervanları konuk etmiş bir kervansarayın önündeki küçük bir kahve’ye oturduk. Çayımızı içerken bir fısıltı gibi çocukluğunu anlatmaya başladı. İslam’ın altın çağında bilgiye aç bir çocuk olarak büyümüştü. Babasının evini, oraya gelen ünlü bilginleri, okuduğu kitapları anlatırken yüzü ışıl ışıldı.. Kim bilir belki de rüzgarın sesiydi bir başka yaşamın renklerini gözümde canlandıran.

Tekrar yola düştüğümüzde çaresizce aşina bir şeyler aradığını fark ettim. Bugün gezmekte olduğumuz Buhara 1500’lü yıllarda yönetimde olan Özbek hanedanı tarafından inşa edildi ve bu dokuya 1920’li yıllara kadar hiç dokunulmadı diye anlattım. Sonrasında gelen Rus’lar da buradaki yapıları yıkmak yerine, yenilerler, dönüştürürler. Aslında şehrin ruhu hiç değişmemiş, dedi. Keyiflenmişti, meraklanmıştı…




Önce 16 yüzyılda yapılmış, Timur’un torunu Uluğbey’in adını taşıyan medreseye gittik. Ona bildiğim kadarıyla Uluğbey’den bahsettim. Kendi yazdığı kitapları okuduğuna emin olduğumu söylediğimde, belli etmese de çok memnun olduğu yüzünden belliydi. Semerkant’da kurduğu rasathane’den ve orada yaptığı ölçümlerin doğruluğundan bahsettim. En sevdiğim sözünü o’na da yineledim, çok beğendi. ‘’ Dinlerin getirdiği sis gibi dağılabilir, krallıklar yok olur, ancak bilimin çalışmaları ile ortaya çıkarılan sonuçlar, sonsuzluğun hanesine kaydedilir’’

Güneşin sıcaklığından kaçmak için gölgelere sığınarak ağır ağır şehrin en etkileyici yapısı Kalan minare’ye doğru yürüken, Uluğbey’in ünlü rasathanesinin, içindeki 40 adet cini kovmak amacıyla, ölümünden kısa bir süre sonra yerle bir edildiğini anlattım. Acı acı gülümsedi, kendiside yobazlık, bağnazlık ve kıskançlıklar yüzünden hayatı boyunca oradan oraya gitmek zorunda kalmıştı. Buhara’da başlayan hayatı, Gürgenç, Rey, Kazvin, Hemedan ve İsfahan şehirlerinde sürmüştü.

- Uluğbey doğru demiş, dedi. Hayatım boyunca nice krallıkların yok olduğu siyasal ve toplumsal çalkantılara tanık oldum ama bilim hep var oldu.





1126 yılında Cengiz Han’ın buralardan geçişinden hemen önce yapılmış Kalan minare gerçekten çok etkileyici idi. 46 metrelik bu yapı hem minare ve hem de çöl feneri vazifesi görüyormuş. Yanımıza gelen bir çocuk ısrarla bildiklerini anlatmaya başladı. Bizi en çok güldüren ise, söylenceye göre kimsenin karşısında eğilmeyen yüce Cengiz Han’ın minareye bakmak için kafasını yukarı kaldırdığında kafasından takkesini düşürmesi oldu. Eğilerek takkesini yerden alan Cengiz Han böylelikle minarenin karşısında eğilmişti.

Minarenin bir tarafında Mir Arab medresesi, diğer tarafında da Ulu Cami yer alıyor. Birinden çıkınca diğerinin tam karşıda duran ihtişamlı görüntüsü insanı gerçekten çok etkiliyor.1535-36 yıllarında yapılan Mir Arab medresesi , halen şehirde kullanılan tek medrese. Öğrencilerin dini eğitimi yüzyıllardır olduğu gibi devam ediyor. Medresenin içine girişe izin verilmiyor ancak kapısından içerideki avluya bir göz atabilmek mümkün.


Ulu Cami’nin inşası ise 1534-36 yılları arasında tamamlanmış. 208 sutunla oluşturulan gölgelikleri,288 kubbesi ve 7 kapısı ile bugünde 5000 kişinin aynı anda rahatlıkla namaz kılabileceği görkemli bir yapı.




Daha sonra Buhara Han’ının sarayına gittik, gölgeliklerinde biraz soluklandık. Emir’lerin kışlık saray olarak kullandıkları bu yapı ilk olarak 4.yüzyılda kerpiçten yapılmış, 15 yüzyılda ise yeniden şimdiki halinde inşa edilmiş.



Şehrin sokaklarında dolaşa dolaşa akşamı etmiştik. Ben yıllardır hayal ettiğim bir şehri beynime kazımaya çalışırken, o eski zamanlarda, çocukluk, gençlik anılarında özlem gidermişti. Bir süre sonra gördüklerimizi birbirine karıştırmaya başlasak da, turkuaz renginin verdiği yaşam enerjisi her bir hücremize sinmişti.





Hem onun, hem de kendim için en büyük sürprizi ise en sona saklamıştım. Benim yıllar önce İslam sanatı derslerinde, kitaplarımda süslemeleri ile nefesimi kesmişti. Henüz türbelerde çininin kullanılmadığı bir dönemde, son derece zarif tuğla süslemeler ile bezenmişti. İslam sanatının ortaya çıkardığı en değerli yapılardan biriydi. O ise Buhara’da yaşadığı yıllarda neredeyse her gün önünden geçmişti.


- Aman Allahım, İsmail Samani’nin türbesi,dedi. Nasıl, ama nasıl dayanmış bu zamana kadar??

-Kitaplarda yazanlara göre Cengiz Han’ın geçişi sırasında üzeri toprakla kaplı olduğu için yıkımdan kurtulmuş, dedim.

- Biliyormusun , bu yapı çok eskiden atesgede olarak kullanılan bir yerin üzerine yapılmıştı,dedi.

-Şimdide koskoca Orta Asya’da görüp görebileceğimiz en eski mezar, dedim.

Önce dışarıdan, sonra da içeriden sindire sindire baktık tüm süslemelere.



- Bedeni olduğu gibi, ruhu da beslemek son derece önemlidir, dedi. Şu anda ise ruhumuza en güzel ziyafeti çekiyoruz.

Ben kimdim ki karşı çıkacaktım o’nun söylediklerine. Yerden göğe kadar haklıydı. Ben artık otele gidip akşam yemeğine kadar dinlenmek istediğimi söylediğimde,

-Ben biraz daha kalayım, dedi. Yıllarım geçti buralarda, hatırlanacak, anılacak öyle çok şey var ki..

Akşam yemeğinde buluşmak için sözleştik. Vedalaşırken gözlerinde hüzün olsa da, 21 yaşında Buhara’nın en ünlü hekimi olduğu dönemlerdi ki gibi gururlu ve kendinden emindi. Sabah karşısında bambaşka bir şehir bulduğunda yaşadığı şaşkınlığını üzerinden atmış, kendi çağına uzun bir yolculuk yapmaya hazırdı artık. Yalnız kalmalıydı…

Akşam yemeğini Nadir Divan beyi medresesinin avlusunda yedik. Ben bol yağlı ama bir o kadar da leziz Özbek pilavından ikinci bir tabak yemek isteyince,

-dur bakalım orada, dedi. Sağlığını korumak için yemeğine, egzersize ve uykuna çok dikkat etmelisin ve hepsi de kararında kalmalı, diye ekledi.

-Biliyorum, biliyorum diye sıkıntıyla ofladım. Şimdilerde de bir gün Mehmet Öz, bir gün Osman Müftüoğlu, kurtuluş yok, aynı şeyleri söyleyip duruyorlar.

-Ben de İbni Sina’yım ve bende aynı şeyleri söylüyorum, diyerek kahkahalarla güldü, geri göndermek zorunda kaldığım ikinci tabak pilavın arkasından.



Sonra hayatın anlamı üzerine uzun uzun konuşmaya başladı. Soru sormaya bile korkarak, yıldızların gökyüzünde pırıl pırıl parladığı bir gece de onu dinlemeye başladım. Yaşadığım, seyahat edebildiğim ve hayal kurabildiğim için şanslı olduğumu hissettim.

11 Ocak 2011 Salı

BUHARA’YA DOĞRU…. Bahauddin Nakşibendi Türbesi..

Hiva’dan Buhara’ya ulaşmak için Kızılkum çölünü aşmak gerekiyor. İpek Yolu kervanları için en zorlu ve tehlikeli bölgelerden biri olan bu geçişi, biz otobüs’le sekiz saatte yapıyoruz. Kervanlarınkiyle kıyaslanamasa da son derece yorucu bir yolculuk oluyor. Çölün tekdüzeliği de insanı yoruyor, otobüsün gürültüsü ve sarsıntısı da.. Ama bir zamanlar tarih kitaplarında okuduğum, masallarda dinlemeye doyamadığım bir coğrafyada dolaşmakta bir o kadar büyüleyici…

Çöl tamamen kumdan oluşmuyor, büyük bir kısmı yeşil, bodur, çalımsı bir bitki türü ile kaplı. Zaman zaman Amu Derya nehrinin kenarından geçsek de o bile, buralarda etrafına çok fazla yeşillik getirememiş, ama yine de öğle yemeği için mola verdiğimiz bir yerde, kocaman dut ağaçlarının gölgesinde, püfür püfür esen rüzgarda piknik yapmak ta buraların bir mucizesi olsa gerek..

Seyahat ederken uzun otobüs yolculuklarında, özellikle çöl geçişlerinde en önemli konu, uygun bir tuvalet bulabilmektir. Hem su içmek çok gereklidir, hem de içilen suyu uzunca bir süre bünyede tutabilmek, ama sonuçta öyle bir an gelirki mutlaka bir tuvalet yeri bulmak zorundasınızdır. Çölde bu iş çok daha zor olur, arkasına sineceğiniz ne bir ağaç vardır, ne de bir kaya. Hele bir de otobüsteki tüm yolcular aynı anda aynı amaçla aşağı inmişse durum neredeyse imkansızlaşır..


Kızılkum çölünü geçerken çöldeki vaha misali bir tuvalet buluyoruz..Nehrin kenarına inşa edilmiş, duvarına da gururla giriş ücreti yazılmış. Ücret kimsenin umurunda değil, yazanın 20 katını isteseniz de herkes vermeye hazır, üstelik yanında burayı inşa ettiren kişiye onlarca hayır duası ile…Ama hayat bu, her zaman mükemmel olmuyor işte….Tuvalet kilitli ve etrafta açacak kimse de yok..

Buhara’ya girmeden önce İslamiyet’in en güçlü tarikatlarından Nakşibendiliğin kurucusu, Bahauddin Nakşibendi’nin türbesini ziyaret ediyoruz. Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin de restorasyonuna katkıda bulunduğu, son derece düzenli ve büyük bir kompleks, türbe ‘de mermerden son derece zarif bir yapı..





1318-1389 yılları arasında yaşayan Bahauddin Nakşibendi’nin efsanelerle, hikayelerle süslense de son derece örnek bir yaşantısı olmuş.. Gerçek anlamıyla Nakşibendi tarikatı ise onun ölümünden sonra, müritleri tarafından kurulmuş ve sünni İslam Orta Asya’ya Nakşibendilik adı altında girmiş..



Nakşibendiliğe göre Tanrı’ya ulaşma insanın kendi içine çekilmesi, ve kendi içine yapacağı yolculuklarla olacaktır. Kendi bilincine, kişiliğine hakim olma halidir ve kendi maddi varlığından sıyrılıp, Tanrı ile bütünleşebilmektir. Bir zamanlar ünlü İpek Yolunun en canlı güzergahlarından biri olan Buhara’da, bir başka inancın, Budizm’in esintilerini , önemli bir İslam tarikatında bulmak ise hem şaşırtıcı, hemde son derece doğal. Ne de olsa dağları, tepeleri, çölleri, aşıp gelen kervanlar, mallar ve insanların dışında fikirleri de taşımış o zamanlar..




Nakşibendiliği bu topraklarda yücelten öncelikle Timur’un oğulları ve sülalesi olmuş ve o dönemde resmi devlet dini özellikleri taşımaya başlamış, ancak sonraları daha tutucu bir inanç haline dönüşmüştür. 15.yüzyıl Nakşibendiliği ile 18.19.yüzyıllardaki Nakşibendilik birbirinden çok farklıdır. Tarikat gittikçe politikanın içine çekilmiştir. Kurucusunun insanın kendi içine dönerek, Tanrı’ya ulaşılabileceğini öğrettiği bir inancın , bugün bu kadar dışa dönük ve politik güç peşinde olması ise tam bir ironi..


Yeniden Bahauddin Nakşibendi’nin türbesine dönersek, içeride otururken, dua eden insanları izlerken hissettiğim şey huzurdu..Orta Asya’da süregelen Müslümanlığın, Arabistan’da sürene göre dünyevi hayata çok daha olumlu baktığını, korkutmadığını, kutsadığını ve hayatı sevdiğini galiba en çok buradaki insanları izlerken hissettim..Umarım cebi her daim dolu yarımada’nın etkileri buralara hiçbir zaman ulaşamaz…


1 Ocak 2011 Cumartesi

Hiva - Özbekistan

Kimi ülkeler çok şanslıdır. Öyle sehirleri vardır ki, sadece adlarını söylemek bile sizi hemen bambaşka zamanlara, hayallere, maceralara sürükleyiverir. Adeta bir zaman yolcusu gibi çağlar arasında özlemle, merakla gidip gelirsiniz. Bence İstanbul böyle bir şehirdir. Bu yazımın konusu olan Özbekistan’da ise Semerkant ve Buhara böyle şehirlerdir. Sadece adlarının tınısı bile bakmasını bilene büyülü dünyaların kapılarını açıverir.


Doğruya doğru, Aslında sadece Semerkant ve Buhara’nın masallardan ve tarih sayfalarından süzülüp gelen hayaletleriydi beni yıllar boyu Orta Asya’ya çağırıp duran ama hemen onların yanı başında adeta tüm zamanları aşıp günümüze kadar ulaşan bir başka şehir olduğundan habersizdim: Hiva..





İçinde 250 eski evi ve 50’den fazla tarihi yapısı ile Unesco’nun da koruma altına aldığı pırıl pırıl bir mücevher ve benim için tam bir sürpriz. Aslında içindeki eserlerin çoğu 18. Ve 19. Yüzyıllardan kalma ama burada kesinlikle bir orta çağ şehrinde dolaştığını hissediyor insan. Şehir surlarının içinde, kerpiç binaların arasında dolaşırken, emir’in sarayını, medreseleri ziyaret ederken, çokta günümüzde geziyor gibi hissetmiyorsunuz. Eski zamanların yaşam tarzı burada 21. Yüzyıla aktarılıyor adeta. Adı unutulmuş, bedeni çoktan toprak olmuş ama yüzlerce saat el emeği vererek ince ince işlediği eseri yıllara dayanmış, bir ustanın elinden çıkma ahşap kapının ardında, 1001 gece masallarından bir sahnenin o anda oynandığına nedense emin olduğunuz bir yer burası.




Hiva, Amu Derya nehrinin canlandırdığı bir yer, ve tarihte tatlı su kaynakları nedeni ile önemli olmuş. 20. Yüzyılın başlarında 79 adet büyüklü küçüklü camisi, 65 medresesi ile canlı bir kültür merkezi olan şehir, bugünde canlı bir turist merkezi. Bir önceki durağımız Türkmenistan’da satın alacak en ufak bir eşya bulamayıp, son gün bir tuvalet molası sırasında girdiğimiz otelin ufak hatıra eşya dükkanını yağmalayan küçük grubumuz, burada nihayet cennete ulaşıyor. Komşusu Türkmenlerin tam tersine, Özbekler her yerde size ufak tefek bir şeyler satmaya çalışıyorlar. Emir’in görkemli kabul salonunun duvarları renk renk Suzenilerle bezenmiş, tarihin sayfaları arasında alın size alışveriş fırsatı. ‘’İsterseniz başka modellerimde var’’ diye sizi uyarmayı ihmal etmiyor müze görevlisi. Anlayacağınız Özbekistan’da alış veriş yapmadan kurtuluş yok, her boş alana mutlaka irili ufaklı tezgahlar oturtmuşlar ki, buna dediğim gibi müzeler ve tarihi binalar da dahil…





Hiva’nın kerpiç saraylarının, medreselerinin bir diğer özelliği ve güzelliği de kullanılan ağaç sutunlar. Çok sağlam ağaçtan oyulan bu sutunların üzerleri de dantel gibi işlenmiş. Şehirde gezdiğimiz bir caminin içindeki pek çok ahşap sutundan iki tanesinin yaşının bin yılın üzerinde olduğu söylendi. Dokunmak ve hissetmek güzeldi…