28 Kasım 2008 Cuma

Türk Turistler


Başka coğrafyalara yol almadan önce bu haftada biraz dedikodu yapalım mı??? Geçen yazımda Ürdün’lü hanımların İstanbul macerasından bahsetmiştim. Bu sefer ise Türk hanımların ve beylerin Uzakdoğu macerası olsun konumuz.

Farzedinki uzun yıllardır Uzakdoğu’da yaşayan bir Türk’sünüz. Memleket buram buram burnunuzda tütüyor. Ah şöyle Türkiye’den bir iki kişiyi bulsamda Türkçe konuşsam, dilimin kulağımın pası biraz azalsa, memleket haberleri alsam diye düşününce ne yaparsınız?? Etrafta turist grupları varsa , tipini benzettiklerinize gidip tek tek Türk’müsünüz diye soracak haliniz yok ya....

İşte bu durumda mavilimon yine değerli bir hizmet sunarak size yardımcı olur.

İlk iş olarak turistlerce sık ziyaret edilen bir tapınağın giriş kapısına yakın bir yere rahatça konuşlanıp, ısrarla gelen gidenlerin ayaklarına bakmaya başlayın. Uzakdoğu’da tapınaklara girerken mutlaka ayakkabı çıkartılır, hatta pek çok ülkede çorapta istemezler yalın ayak girmeniz zorunludur. Bu nedenden dolayı kimileri ısrarlı bakışlarınızı ayak fetişizmine yorabilir ama boşverin gitsin.

İşte tüm giren çıkan ayak kalabalığı içinde birdenbire gözünüze mavi galoşlar ilişirse, hiç çekinmeden rahatça gidin ayakların sahibi ile ‘ Ooooo selamünaleyküm, hoşgelmişsiniz..’ diye muhabbete başlayabilirsiniz.


101 çeşit milletin evladı, hiç çekinmeen gocunmadan, yalın ayak başı kabak tapınakları tavaf etmekte bir sorun görmezde, biz neden illaki galoş giyer, yada daha önceden bunu bilmiyorsak bu fikri en parlaklar arasına koyarız, işte yıllardır yanıtlarını bulamadığım sorulardır bunlar.

Genelde söylenen yerlerin temiz olmadığıdır ama sanki bizde sokakları, caddeleri, hatta kapı önleri bal dök yala cinsi bir ulusun evlatlarıyızdırda. Yazın sahilde, havuz kenarında rahat rahat yalın ayak dolaşırız da, iş Uzakdoğu’ya geldi mi, birden hijyen uzmanı kesiliriz. Ama ne yapalım biz işte böyleyiz.

Bu arada galoş üreticileride, ufuklarını genişletip, mavi dışında başka renkler üretirlerse, hiç olmazsa kıyafetimizin rengine uygun olanı giyer, yedi düvele her koşul altında ne kadar şık olabilmeyi başaran bir ulusun evlatları olduğumuzu gösteririz.

21 Kasım 2008 Cuma

Gümüş'lü İstanbul....


Geçtiğimiz günlerde Ürdün'den gelen üç hanım misafirimiz var. Uzun bir hafta sonu tatili için İstanbul'dalar. Dünyanın hayran kaldığı Bizans'ın, Osmanlı'nın güzelliklerini görmeleri için keyifli bir program öneriyoruz kendilerine. Ama hanımlar kendi programlarını yapmışlar; bol bol alışveriş ve haftasonunun olmazsa olmaz tek programı Abut Efendi Yalısına ziyaret.

Benim gibi bilmeyenler varsa hemen söyleyeyim. Efendim bu yalı, Arap ülkelerinde fırtınalar estiren, El Ezher Üniversitesinin çiftler arasında duygusal şizofreni zehrini yaydığı (???) gerekçesi ile yasaklanması için fetva verdiği Gümüş dizisinin çekildiği yermiş.





19.Yüzyılın ortasında Neo Klasik tarzda Abdülmecit devri ticaret ve devlet adamlarından Necip Bey tarafından mimar Karabet Amira Balyan'a inşa ettirilen yalı Kandilli Göksu caddesinde. Hani insanların şanslısı olduğu gibi hayvanlarında şanslısı vardır derler ya, bence birde yalıların şanslısı var.



Öncelikle gazete haberlerine göre diziyi çeken şirket, yalı sahiplerine bölüm başına 25.000 YTL ödüyormuş ama asıl gelir Kıvanç Tatlıtuğ hayranı Arap Hanımlardan.. İstatistiklere göre geçen yıl, sadece Suudi Arabistan'dan gelen turist sayısı 30 bin'den 100 bin'e çıkmış. Ve bu turistlerinde İstanbul'da olmazsa olmaz noktaları, bizim Ürdün'lü hanımlar gibi Abut Efendi Yalısı.. Bu yalı ziyaretinin faturası ise... sıkı durun..... kişi başı 50 dolar.


Ve işte mavilimon'da acar bir muhabiri sayesinde bu özel vede güzel hizmeti siz okuyucularına getirmekten kıvanç duyar. Ancak bütçe yetersizlikleri nedeniyle muhabirimiz içeriye giremeyip, sadece bahçeden fotoğraflar almakla yetinmek durumunda kalmıştır.




Bizim Ürdün'lü hanımlara gelince, sonradan bana anlatıldığına göre Topkapı ve Ayasofya'yı rekor bir süre olan 25 dakikada gezdikten sonra, 270 m2 lik yalıda huşu içinde bir saat geçirmişler. Çıktıklarında ise çocuklar gibi şen imişler.


Bu arada bu vesile ile Sayın Unakıtan bey'in de kulaklarını çınlatırım. Bizim hanımlara bu ziyaretleri sonunda herhangi bir fiş yada fatura verilmemiş. Bu arada dizi yapımcılarına duyurulur. Bizim ev küçüktür müçüktür ama karizması vardır ve Arap ülkelerinde El Ezher hocalarını kızdırma potansiyeli olan bir diziye cüzi bir ücret karşılığında kiralanır...



2.fotoğraf http://www.denizce.com/ adreslerinden alınmıştır.

15 Kasım 2008 Cumartesi

Suzhou

Çin’deki son durağımız Şanghay’dan yaklaşık 2 saat uzaklıktaki Suzhou.

Suzhou, yapımına MÖ 586 yılında başlanan ve zaman içinde uzunluğu 1770 km’ye ulaşan Çin’in ünlü antik Büyük Kanal’ının üzerindeki en eski şehirlerden biri. Yüzyıllar boyunca ticaretin merkezi olan şehir, bugünde bu özelliğinden bir şey kaybetmemiş gibi. Şanghay – Suzhou yolu boyunca dünya ticaretinin dev isimlerinin yatırımlarını görmek olası.

Marco Polo’nun 13.yüzyılda ziyaret ettiği ve çok görkemli ve asil bir şehir diye niteleyerek, kanallarının üzerinde 1600 taş köprüsü olduğunu söylediği şehir, belliki bir zamanlar çok hoş bir şehirmiş ve kanallarından ve onların kıyısında oluşan yaşamdan dolayı Doğu’nun Venedik’i olarak adlandırılırmış. Şimdi ise Çin’deki büyük yıkımdan o da payına düşeni fazlasıyla almış.

Büyük Kanal’da çıktığımız bir tekne turunda bu yıkımı yakından görme şansımız oluyor. Kanal’ın iki yanıda tamamen bir şantiye görünümünde. Etraftaki evleri yıkıp, yerine ısmarlama çiçekler ve ağaçlar dikip, park yapmakla meşguller. Daha önceleri teknelerle, daha küçük kanallara girip, evlerin arasında gezmek mümkün oluyormuş ama bizim Suzhou’da olduğumuz günlerde izin vermiyorlardı. Bu küçük kanallar, suyun hareketsizliğinden dolayı çok kötü kokmasına rağmen, günlük hayatın yakından gözlemlenebildiği hoş yerlermiş. Çin’liler herhalde oralarada bir iyilik düşünüyor olacaklar ki tekneleri yasaklamışlar.

Suzhou tarih boyunca bahçeleri ve ipek üretimi ile ünlü olmuş. Ming Hanedanı döneminde burada 271 adet bahçe varken, bu sayı şu anda 42. Bu ülkede bu sayının korunabilmesi mucize gibi....

Çin bahçelerinin en önemli, ancak benim estetik zevkime uymayan özelliklerinden biride, değişik şekil ve biçimlerde kayaları bu bahçelerde sergilemeleri. Bana mercan kayalarını hatırlatan, denizin yada rüzgarın etkisiyle aşınmış kayalar bunlar. Burada iki bahçe gezdik. İlki oldukça küçük ama ismi – Balıkağları Ustasının Bahçesi – ve yer döşemesi mozaikleri ile çok güzel bir yer. İkincisi ise yaklaşık 3/5 i sularla kaplı, beş hektar üzerine kurulmuş Mütevazi Yöneticinin Bahçesi. Böyle görkemli bir bahçeyi ve içindeki evleri, pavyonları inşa ettirmek pek mütevaziliğe uymasada, adam kendini öyle görüyormuş işte ne yapacaksınız. Bu bahçelerin ve içinde yaşadıkları evlerin sahipleri genelde emekli olmuş yada gözden düşmüş eski imparatorluk yöneticileri olurmuş.

Bir Çin atasözü şöyle dermiş: ‘Gökte cennet vardır. Yeryüzünde Hangzhou ile Suzhou.’ Hangzhou’yu bilemem ama Suzhou eski zamanlarda parkları, bahçeleri, zarif pagodaları, ticaretin beraberinde getirdiği zengin ve refah hayat tarzı, bugünde örnekleri ipek atölyelerinde görülebilen, incecik ipeği işleyerek sanat eserleri ortaya çıkaran zarif kadınları ile görülesi bir şehirmiş. Bugün ise tüm bunları ufak ufak parçalar, kurtarılmış bölgeler halinde görebilmek mümkün, tabi beraberinde az biraz da zengin bir hayal gücü de gerekli.


Şehirdeki Kuzey Pagoda’sının üst katlarından işte bu gözlerle Suzhou’ya bakıyorum. Tek görebildiğim hızla yenilenen bir şehir oluyor. Eski’nin izlerine ise ancak ısrarlı gözler ulaşabiliyor.

Suzhou’nun bie diğer ünlü pagodasıda Yunyan yada Kaplan Tepesi Pagodası. 961 yılında inşa edilmeye başlanan yapı, aynı zamanda Çin’in Pizza Kulesi olarak adlandırılıyor. Pagoda yapıldığı günden beri yana doğru 2.32 metre yatmış durumda. Etrafındaki güzel bahçelerini süsleyen renk renk çiçek cümbüşünü görmek içinde mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer.
1. ve 5. fotoğraflar Wikipedia'dan

9 Kasım 2008 Pazar

Şanghay


20 milyonu aşan nüfusu ile Çin’in en büyük kenti olan Şanghay, kabına sığmayan, sürekli hareket eden, enerjisi kıpır kıpır bir şehir.

Ama şehrin enerjisini sindirmek için sokaklara dökülmeden önce ilk hedef Şanghay Müzesi. Ben müze ziyaretlerini severim, belki müzelerden daha da çok nedense müzelerin satış mağazalarını severim. Bütün o kitaplar, posterler, hediyelik eşyalar arasında mutlu bir şekilde uzun dakikalar geçirebilirim.

Müze, Şanghay’ın en büyük meydanlarından biri olan Renmin’de. 1996 yılında yapılan dört katlı modern müze binasında, Çin tarihinin en nadide eserleri, son derece iyi bir düzenleme ile sergileniyor. Bu tarz modern müzeleri gezdikçe, koskoca İstanbul’da böylesi bir müzemiz olmadığı için hep üzülürüm.

Müzenin satış dükkanı ise tek kelime ile muhteşem. Hiç abartısız neredeyse bir saatten fazla zaman geçiriyorum orada. Eğer bir gün yolunuz Şanghay’a düşerse, benden tavsiye, sokaklarda çer çöpe bir dolu para vermektense, hediyelik eşya ve kitap alışverişinizi buradan yapın. Satılanlar kaliteli, farklı ve en önemlisi uygun fiyatlı.

Müzeden sonra hedef kalabalıklara karışmak...Bunun içinde en güzel yer sadece yayalara açık olan, büyük alışveriş merkezleri ve otellerin bulunduğu Nanjing caddesi. Işıltılı, büyük dükkanlarda satılan malların fiyatları, dünyanın diğer köşelerindeki hemcinslerinden hiç farklı değil. Anlayacağınız sadece bakmalık...

Nanjing caddesinin bir ucu Bund olarak adlandırılan rıhtıma çıkıyor. Şanghay 1930’larda Uzakdoğu’nun Paris’i ve aynı zamanda da finans merkezi. Bu dönemin simgeleri olan kolonyal binalar Bund’da yanyana sıralanmış. Dünyadaki en zengin art deco bina koleksiyonunun burada olduğu söyleniyor. Eski şehre sırtınızı verdiğinizde ise nehrin karşısında yeni Şanghay’ın Pudong bölgesi ve şehrin sembolü Pearl Tower’ı –inci kule- tek bir fotoğraf karesinde görebilmek olası.


Bund’un bir ucundaki Huangpu Parkının Şanghay’ın sömürge geçmişini yansıtan bir hikayesi var. Bu parkın kapısında ‘ Çin’liler ve köpekler giremez’ yazılı bir tabela konmuş bir zamanlar.


Şehrin sömürgeci geçmişinin bir başka yüzüde, küçük kızların satıldığı, sokaklarından her sabah yüzlerce ölünün süpürüldüğü bir batakhane olması. Bu dönemin kuvvetli mafya aileleri komünizmin gelmesi ile Tayvan ve Hong Kong’a kaçmışlar.

Şanghay 1992’de Deng Ziao Ping’in kararı ile yabancı yatırımcılara açılır. Bu açılma ile Şanghay büyük bir şantiye alanına dönmüş ve bu durum halen devam ediyor. Söylendiğine göre Hong Kong’da 30-35 yıl içinde yapılan bina m2 tutarına burada sadece üç yıl içinde ulaşılmış. Sonuçlar düşünüldüğünde hiçte hoş bir rekor olmamış.

Çin’de tarihi dokuyu koruyamama, ya da yok etme sosyalist dönemde başlıyor. Yeni bir halk yaratma uğrunda, eskinin izleri silinmeye çalışılıyor. Bu dönemde sivil mimari yok edilmeye başlanıyor. Dolayısıyla, yukarı doğru kıvrılmış o güzelim uçan çatılarada artık çok az rastlanıyor.

Birde tabi bu hızlı şehirleşmenin, onun hızına uyamayan insan yönü var. Çin’de bunu simgeleyen en çarpıcı şey ise sanırım dışarıya çamaşır asmak. İnsanların yaşaması için, son derece modern ve lüks görünümlü gökdelenler inşa etmişler ama 30. katta yaşayan adam bile balkonuna yada penceresine bir aparat ekleyip, donlarını dışarıda kurutmayı başarıyor. Çin sanırım benim aklımda her köşeden yükselen gökdelenleri ve onların balkonlarından, camlarından asılan çamaşırlarıyla kalacak.

Şanghay’da eski Çin adına ise küçücük bir mahalle bırakılmış. Tamamen turistik amaçlarla korunmuş bu mahalle, hediyelik eşya satan dükkanlar ve lokantalarla dolu. Gelen yerli yabancı bu kadar turist içinde o kadar küçük ve dar sokaklardan oluşan bir alan ki, bırakın keyif alıp eskiyi yaşamayı, kimi yerlerde kalabalıktan yürümek bile mümkün değil.

Eski şehrin turist dolu sokaklarında nefes alabileceğiniz tek yer ise Yuyuan bahçeleri. 1559 yılında Ming tarzında düzenlenen bahçeler içindeki gölü, taş elderha heykelleri, köprüleri, çay evleri, havuzları ve yemyeşil bitki örtüsü ile bu 21.yüzyılın şehrine çok uzak zamanların soluklarını getirir gibi.

Şanghay’da ziyeret ettiğim yerlerden biride Yeşim Buda Tapınağı. 1890 yılında Burma’dan getirilen iki Buda heykelinin bulunduğu tapınakta benim için ilginç olan yine Çin’lilerin ticaret genlerinin ulaşabileceği son noktaları incelemekti. Şimdi bir camide olduğunuzu hayal edin, mihraba doğru dönmüş namazınızı kılıyorsunuz, bu arada siz ibadetinize devam ederken mihrabın sağ ve sol tarafında kalan duvar kenarlarına kurulmuş tezgahlarda ise alışveriş tüm hızı ile devam etmekte. İşte tapınaktaki durumda tamı tamamına böyleydi. Çin’liler inanılmaz değil mi???
Fotoğraflar: 1-2 ve 8 Wikipedia'dan. 4. fotoğraf Topkapı Sarayı Fotoğraf Arşivleri Sergisinden - 1880-1890 yıllarında Şanghay

4 Kasım 2008 Salı

Guangzhou _ Kanton


Çin’in güneyinde Pearl (inci) Nehrinin kıyısında yer alan Guangzhou, yada bizim için söylenmesi daha kolay olan şekliyle Kanton’da sabahın erken saatlerinde uyanır uyanmaz aklımda tek bir hedef vardı. Otelin karşı taraflarında yer aldığını duyduğum egzotik yiyecekler satan pazar.

Pazar manzaralarına leğenlerde canlı akrepleri, yemek çubukları ile boylarına göre ayıran kadınlarla başlıyorum. Sonrada bizdeki tavukçu yada kasap dükkanları misali yanyana dizili canlı kamlumbağa satan dükkanların önünde turluyorum. Burada canlı kedi, köpek ve yılanda satılıyormuş ama ben sadece kurutulmuş yılan desteleri gördüm. Tıpkı uzun çubukları deste yaparmış gibi iple bağlayıp bir köşeye dizmişlerdi hepsini. Tezgahlarda ne olduğunu anlamadığım bir dolu şey var, anladıklarım ise kurutulmuş deniz yıldızları, çeşitli hayvan kemikleri, ama o kadar. Kanton mutfağı, Çin’in bölgesel mutfakları arasında en önemlilerden ve lezzetlilerinden biri kabul ediliyor, ama burada gördüklerimden sonra akşam yemeğine makarnaya talim etmek çok daha mantıklı geliyor. Yeni deneyimlere açığımdır ama herkesinde bir takım kırmızı çizgileri vardır değil mi???


Özellikle Kanton mutfağı için değil ama Çin mutfağının gelişimi ve biçimlenmesinde, tarih boyunca halkın geçirdiği büyük kıtlık dönemlerinin etkilerinin büyük olduğunu duymuştum. İnsanların aç kalmamak için, yiyebileceklerinin sınırlarının zorlandığı bir deneyim olduğu kesin. Kanton’un pazar yeri ise bu teorinin capcanlı bir kanıtı gibi...

Pazarın bulunduğu bölgedeki eski sokaklar daracık. İnsanlar ortak mutfağı ve banyosu olan 20-30 m2 lik evlerde oturuyorlarmış. Ama genede küçüçük balkonlarını, ve daracık sokaklarını büyüklü küçüklü saksılara ektikleri çeşitli bitkilerle çeşitlendirmişler.

Şehrin bu bölgesi ile otelimizin bulunduğu bölgeyi, kalabalık 4-5 şeritli bir yol ayırıyor. Kolonyal dönem binaların bulunduğu karşı taraf, tamamen bambaşka bir dünya. 18.yüzyılda Çin’deki afyon savaşları başlayana kadar, Kanton dünyadaki en büyük ticaret limanlarından vede en büyük şehirlerden biriymiş. O dönem Çin’lilerin ancak izin alarak girebildikleri bu bölge, bakımlı kolonyal dönem binaları, geniş ve tertemiz yolları, yemyeşil parkları ile sizi anında bambaşka hayatlara sokuveriyor.

Tüm bu egzotik ve güzel şeylerin yanında Kanton’un çok ağır bir tarafıda var. Burası açık bir çocuk pazarı. Çin’li minik bebekleri ile dolaşan batılı anne babaların önce 1-2 tanesini görünce ne hoş diye düşünmüştüm başlarda, ama sonra burasının resmen bir pazar yeri olduğunu anlayınca içimde çok derin bir sızı ile kalakaldım. Kaldığımız White Swan Oteli, bu işin merkezi, bizden başka neredeyse kalan diğer tüm müşteriler bebeklerini alıp gitmek için bekleyen Amerika’lı çiftler. Buradaki kırsal bölgelere gidip, oralardaki yetimhanelerden çocukları seçiyorlar, sonrada işlemlerin tamamlanması için alıp Kanton’a getiriyorlarmış. Üç hafta kadar tutan bu süre zarfında da yeni bebekleri ile etrafta turistik gezilere çıkıyorlarmış.

Çin’de otonom bölgeler hariç, tek çocuk politikası, tüm sıkılığı ile devam ettiği için bırakılan çocukların %99’u kız oluyormuş. Erkeklerinse şu veya bu şekilde mutlaka doğuşten gelen bir kusurlarının olduğu söylendi. Bu işin faturasını öğrenmek için, o gün bir dolu insanla konuştum. Nedense herkes beni de evlat edinmeye gelenlerden biri zannetti ve ısrarla hiç bir şey söylemedi. Sonunda öğrendiğim rakam ise çok şaşırtıcı. Her şey dahil evlatlık işlemi 30-35 bin dolara çıkabiliyormuş, ama evlatlık sitelerinde ilan edilen resmi rakamlar bunun çok çok altında. Çin’de burası gibi başka bölgelerin olduğu düşünülürse, çocukların ihracat kalemleri arasında sayılan bir ürün olması lazım bu ülkede. Sırf ben bir günde otobüsler dolusu insan saydım. Amerikan verilerine göre 2001 yılında 4681 bebeğe vize verilirken 2005 yılında bu rakam 7906’ya ulaşmış.

Kanton’da tabiki ziyaret edilecek çeşitli turistik yerlerde mevcut. Şehir’de kaldığımız sürede, içinde 3000 kişilik bir tiyatro binası olan Sun Yat Sen anıtını, şehrin kuruluşu ile ilgili bir hikayeye konu olan Yuexiu parkındaki beş keçi heykelini, şu anda sadece 2 ağacı kalmış olan, Budistlere ait Altı Banyan Ağacı Tapınağı’nı ve içinde çok hoş sanat eserlerinin bulunduğu Chen ailesinin ataları için yaptırdığı tapınağı gezdik gezmesine ama o günden sonra Kanton benim aklımda sadece, çocukların satıldığı bir kent olarak kaldı.

Fotoğraf notları: Çin gezisi sırasında fotoğraf yerine video çekme sevdam şimdiye kadar malumunuz. Dolayısıyla kendi fotoğraflarım konusunda ciddi sıkıntılar yaşıyorum. İmdadıma koşanlarsa fotoğraflarının yayınlanmasına izin veren , Flickr sakinleri ve öncelikle Wikipedia olmak üzere çeşitli siteler. Hepsine mavilimon'dan teşekkürler

İlk 3 fotoğraf Flickr Liiva.... 4 ve 5 Flickr Bushrat Steve..... 6 mavilimon... soldaki küçük 7 Evlatlık sitelerinde, adı ise Jade...8 Altı Banyan Ağacı Tapınağı Wikipedia'dan ve son Sun Yat Sen Anıtı mavilimon..