10 Ekim 2009 Cumartesi

Tibet'e Doğru

Biliyorum mavilimon’u uzunca bir süredir ihmal ettim. Önce yaz rehaveti, sonrada evde yeni bir yavru köpek derken haftalar geçti.

Ama şimdi yeniden Asya’ya gidiyoruz, hemde bu sefer Tibet’e…Yıllar boyu hayallerimi süsleyen ülkeye. Tarihleri hatırlama konusunda belleğim inanılmaz zayıftır ama kendi doğum tarihim gibi, Tibet’e gitmem gereken tarihi ne zaman sorsanız, size hiç düşünmeden cevap verebilirim. 10.Ekim.2000, yani 10.10.2000, yani bundan tam dokuz yıl önce. Sayıların dizilişinde bir gizem var mı bilmiyorum ama 10.10.2000’de ilk kez bir uçak kazasına inanılmaz derecede çok yaklaştım ve o tarihten sonra hep ikinci bir hayata başladığımı hissettim.

Katmandu’da keyifli bir gün ve gece geçirdikten sonra 10 Ekim’de sabah uçağı ile Lhasa’ya hareket etmek üzere uçağa bindik. Kısa bir süre sonra havalanmayı beklerken, nedeni açıklanmadan neredeyse 1-1,5 saate yakın uçağın içinde beklediğimizi hatırlıyorum. Sonunda uçak yavaş yavaş pistte hareketlenmeye başlayınca, tüm yolcular derin bir sıkıntıdan kurtulmuştu.’İşte geliyorum Tibet’ diye düşünmüş olmalıyım. Ama gidemedim.

Hani uçağın yerden hemen havalanmadan önce pistte maksimum hıza eriştiği birkaç saniye vardır ya, işte tam o saniyelerin birinde uçağımız patlamalar eşliğinde fren yapmaya başladı. Dışarıda dumanlar ve içeride çığlıklar eşliğinde bir süre sürüklendik En sonunda uçak durmayı başardığında ise hostesler bizi hemen dışarı çıkartmaya başladılar. Hala öyle mi bilmiyorum ama o zamanlar Katmandu’nun çöplerinin toplandığı yer hemen havaalanının yanında bir arazi idi. Çöplüğün çevresinde uçan kuşların motora girmesinden korkulduğu içinmiş ilk beklememiz. Sonrasında uçuşa izin verilmiş ancak anlaşılan kuşların planları başkaymış. Etraftaki dumanlar ve patlamalar, hem uçağın patlayan lastiklerinden, hemde motora giren kuşlardan gelmiş. Uçaktan dışarı çıktığımızda ise bizi bekleyen asıl facianın farkına vardık. Uçak ve havaalanının hemen dışına yapılmış evler arasında birkaç metre ya vardı ya yoktu. O gün havaalanı tüm uçuşlara kapatıldı, biz ise ancak Tibet’e ertesi gün hareket edebildik.

Tibet’in coğrafyası inanılmaz büyüleyici. Bunu daha uçakta iken anlamaya başlıyorsunuz. Pencereden himalayaların karlı tepelerine bakıp giderken, birden onların sanki hemen dibinden kahverengi bir toprak parçası uzamaya başladı. Yüksek bir düzlüğe yani Tibet platosuna ulaşmıştık. Son derece sevimsiz bir havaalanından giriş yaptıktan sonra bu büyüleyici coğrafya içinde yol almaya başladık.Lhasa’nın havaalanı Gangor, şehre iki saat uzaklıkta. Bu kadar düz yer varken, havaalanını bu kadar uzağa yapmaları sanırım sadece stratejik. Burada renkler çok parlak, gökyüzü masmavi, sular ve göller parlak mavi, toprak ve etraftaki çıplak dağlarda kahverenginin net tonları. Güneş hemen insanı yakmaya başlıyor ve güneş gözlüksüz gezebilmek çok zor. Lhasa 3600 metrede, çok hızlı hareket etmedikçe yükseklik beni çok fazla rahatsız etmiyor.

İlk anda görebildiğim kadarıyla, Lhasa’nın yeni kısımlarının Çin’den çok bir farkı yok. Yollar, büyük marketlet ve dışı fayans kaplı binalar. Gerçek Tibet’ten kalanları görebilmek için biraz daha beklememiz gerekecek. Bir sonraki yazıda Lhasa’da uzun uzun dolaşacağız…
ilk foto: www.britannica.com dan

29 Ağustos 2009 Cumartesi

Bafa Gölü

Bu yaz boş durmadık. Bu civarlarda kısa kısa yolculuklara çıktık. Buralarda yıllardır önünden defalarca geçipte fark etmediğim ya da görüpte bakmadığım ne kadar çok yer olduğuna şaşırmadım dersem yalan olur. Ancak bu yazın benim açımdan en büyük keşfi ve sürprizi kesinlikle Bafa gölü oldu.



Bir zamanlar Ege denizinin güzel bir körfezi olan bölge, 2000 yıl önce Büyük Menderes Nehirinin taşıdığı alüvyonlar nedeniyle yavaş yavaş kapanarak bir göl haline dönüşmüş. Antik zamanlarda körfezin sonrada gölün adı Latmos olarak anılırmış. Anayoldan antik Heraklia kenti tabelasını görüp saptığınızda , göl üzerindeki minik adacıklardaki yıkıntılar hemen dikkatinizi çekmeye başlıyor. Manzara harika, fotoğraf makineleri hemen çalışmaya başlıyor.


Sabah Bodrum'dan erken çıkıp, gölün hemen yakınındaki Kapıkırı köyüne ulaştığımızda, köylüler işlerine koyulmuşlardı bile.. Bodrum, Marmaris, Kuşadası gibi turizm merkezlerine yakın olupta, buradaki sakin ve huzurlu hava kesinlikle çok farklı ve güzeldi. Turizm tanrıları daha buraya uğramamış diye düşündüm. Burada yaşayanlar için belki şanssızlıktı ama bizim gibi turistleri çokta fazla sevmeyen turistler için çok büyük bir avantajdı..
Göle tepeden bakan küçük bir pansiyonun bahçesinde çay ve poğaçalardan oluşan bir kahvaltı yaptıktan sonra, bir kayık kiralayarak Bafa gölünü keşfe başladık. Antik şehir Heraklia'nın parçaları her yerdeydi. Gölün üstünde, gölün altında, kıyısındaki tepelerin üzerinde. Göl kıyısında suyun hemen altında kalan Latmos limanının parçalarını ve bazı lahitleri görmek mümkünken, daha derinlerde suyun altında kalan kısımları görmek için, gölün sularının bulanık olmadığı serin havalarda buralarda olmak lazımmış...
Güneş tepeye ulaşıp, biz sıcaktan oflayıp puflamaya başlayınca, kaptanımız ' durun ben sizi bir yere götüreyimde göle girip serinleyin' dedi., ve kayığının izin verdiği hızda süratli bir şekilde gölün karşı taraflarına doğru gitmeye başladık.. Bir süre sonra önümüzde belirmeye başlayan kumsal, sanki Maldiv'lerden buralara gelmiş gibiydi... Gölün bir zamanlar deniz olduğunu hatırlatan, hafif tuzlu suları, oldukça ılıktı.. Biz suya girip çıkıp oyalanırken, kaptanımızda şnorkel ve zıpkınla gölün ünlü yılan balığının peşine düştü ama pek şansı yoktu..


Kumsalda biraz dinlendikten sonra son bir gayret, Kaptanımızın oğlunun göstermeye söz verdiği mağara resimlerini görmek için arkamızdaki tepelere doğru ufak bir yürüyüş ve tırmanışa başladık. Sıcakta parmak arası terliklerle kaya tırmanışı yapmak biraz zor oldu. Buralarda mağara resimleri olabileceğini daha önce hiç düşünmediğimden ve nedense doğru dürüst bir şey göremeyeceğimizden emin olduğum içinde bir süre sonra çizilen ayaklarım yüzümden sızlanmaya başlamıştım, ama sonrasında gördüğüm tek bir resim tüm bunlara fazlasıyla değdi. O anda fark ettim ki, aslında ilk defa bu kadar eski bir sanat eserine bakıyordum. Adeta bir mağara adamı ile göz göze gelmek gibi bir şeydi. Tarifi imkansız ,harikaydı.Sonradan öğrendim ki arkeolog Annelise Peschlow bu civarda buna benzer 100'den fazla prehistorik resim bulmuş. Sizin varmıydı bilmem ama benim böylesine bir hazinenin burnumun adeta dibinde durduğundan hiç haberim yoktu..


Bafa gölü civarı, yürüyüş yapmak için çok uygun. Her bir farklı rotada insan bambaşka tarihi eserlerle karşılaşabilecek gibi. Bu seferki gezintimiz zaman açısından biraz kısıtlı oldu, ama sevgili ile karar verdik en kısa sürede burada bir kaç gün kalmak üzere geleceğiz. Hem Heraklia'nın dört bir yöndeki kalıntılarına doğru yürüyüşler yapacağız, hemde buranın büyülü havasında, sessizliğinde kafa dinleyeceğiz..

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Euromos


Euromos yada MÖ 5. yüzyıldaki adı ile Kyramos yada Hyramos Milas - Söke karayolunun neredeyse hemen üzerinde yer alan bir antik kent. Yine defalarca önünden geçipte, kafamı biraz kaldırmadığım için ağaçların üstünden sütun başlarını göremediğim muhteşem bir tapınak. Halk arasındaki adı ise ayakta duran sütunlarından dolayı 'Ayaklı'


Kyramos yada Hellenleştirme politikası sonucu aldığı 'Güçlü' anlamına gelen adı ile Euromos tarihte çok da fazla iz, anı bırakmamış bir kent. Sanki sessiz sedasız, tarihin sayfalarından geçip gitmiş, silinmiş gibi. En azından elimdeki kısıtlı kaynaklar bunu söylüyor. Ama geride bıraktıkları ve zamanında Zeus'a adadıkları bir tapınak var ki, şu anda Asya'daki en iyi korunmuş yarım düzine tapınaktan biri..


Sıcak bir yaz günü bu muhteşem ve son derece fotojenik tapınağın her yönden sayısız fotoğrafını çektim ve küçük bir dilekle ayrıldım bu yüzlerce yıldır ayakta olan yapıdan.. Bir gün aynı resimleri karlar altında, bambaşka bir ışıkta yeniden çekmek..

Yeniden tarif etmek gerekirse Milas'dan Bafa Gölü yönüne doğru giderken 11. km'de ve anayoldan sadece 500 metre kadar içeride. Bir beğeni ve tercih meselesi olarak tüm bu antik kentleri kırık dökük taşlardan ibaret olarak görüp, hiç işim olmaz diyebilirsiniz ama beni dinleyin ve hiç olmazsa Euromos'a uğrayıp bir zamanlar Tanrıların en güçlüsü Zeus'a adanmış bu tapınağın önünde bir kaç dakika geçirin. Pişman olmayacaksınız..


8 Ağustos 2009 Cumartesi

STRATONİKEİA


Sizi bilmem ama işte benim önünden defalarca geçipte farkında olmadığım bir antik kent daha. Yatağan’dan Milas’a giden yolun 7.km sinde. Üstelik öyle sapaktan içeriye doğru fazlaca gitmenize gerekte yok. Binlerce yıllık şehir adeta yolun üzerinde sizi bekliyor. Üstelik yanında bir de bonus var.

Stratonikeia, MÖ 3.yüzyılda kurulmuş. Sonrasında burada Helenler, Romalılar, Rodoslular, Bizanslılar, Menteşeliler ve Osmanlılar yaşamış. En son yaşayanlar ise Eskihisar köylüleri. Eskihisar’lılar köylerini ilk kez 1957 yılındaki büyük depremden sonra terk ederler. 1980 yılında bölgedeki kömür rezervinin keşfedilmesi ve maden çalışmaları, köyün biraz ilerisindeki deprem konutlarının çökmesine neden olunca, köylüler yavaş yavaş eski konutlarına dönmeye başlamışlar. Ancak bir süre sonra bölgedeki yaşamın, arkeolojik çalışmalara ve eserlerin korunmasına engel olacağı düşüncesi ile köy yeniden boşaltılmış.

Ve işte ortaya da gezginler için inanılmaz güzellikte bir bonus çıkmış. MÖ 3.yüzyıldan kalma bir Helen şehrini görmeye gittiğinizi zannederken, zaman içinde onunla içi içe geçmiş eski bir Anadolu köyüne de yolunuz düşüveriyor. Bir tapınak binasının anıtsal kapılarından birini bir zamanlar Ali amcanın arka bahçesinde, sebzeler yetiştirdiği yerde bulmak, yada köyün bakkal dükkanının basamak olarak kullandığı, üzeri harçla sıvanmış, artık adı kaybolmuş Helen bir taş ustasının özene bezene süslediği, oymalı taşa oturup kısa bir mola vermek burada sıradan olaylar.

Anayolda giderken şehri bulmanız ise oldukça kolay, çünkü sapağa kocaman, renkli ve üzerinde aslında sizi bir miktar merakta bırakan bir hoşgeldiniz mesajı ekli bir tabela koymuşlar. ‘ Ölümüne aşkın ve gladyatörlerin kenti Stratonikea’ya hoşgeldiniz.’ Doğrudur yanlıştır bilinmez ama ben kentin broşüründe yazan bu aşk hikayesini, sizi biraz merakta bırakmak pahasına da olsa es geçiyor ve kentin ve köyün sokaklarında dolaşmaya çıkıyorum. Aşk hikayesini merak ediyorsanız bir daha ki Bodrum seyahatinizde buraya biraz zaman ayırıverirsiniz..

Kentin girişinde sizi ilk karşılayan binalardan biri Şaban Camisi. Dıştan kısmen restore edilmiş ve aslının Menteşoğulları zamanından kaldığı düşünülüyor. Hemen karşısında yer alan köyün kahvesi ise bizim ziyaretimizde, ziyaretçileri karşılamak için son hazırlıklarını tamamlamak üzereydi. Önce, artık terk edilmiş evlerin arasından Gymnasion’a ulaşıyoruz. Buradaki arkeologlardan biri bizi kenelere karşı uyardığı için son derece dikkali yürümeye çalışıyoruz. Gymnasion, Anadolu’nun en sağlam kalmış ve en görkemli Gymnasion’u. Bir zamanlar buradaki derslerin ve spor müsabakalarının zamanda silinmiş seslerinin yerini inatçı cırcır böcekleri almış. Bağırıyor da bağırıyorlar..

Adeta zamanda farklı iki yolculuk yaparmışcasına, Stratonikeia ve Eskihisar’ın binaları arasında keyifle ve şaşkınlıkla dolaşıyoruz. Agoranın, tapınakların direncini zaman çoktan kırmış. Bir zamanların görkemli sütunları, sütun başları her yerde. Kısmen ayakta kalmış Abdullah Ağa ve Halil Ağa konaklarında Stratonikeia’dan kalıntıları ve esinlenmeleri görmek olası.
Ağır ağır bir tur atarak en son köyün hemen yakınında kalmış tiyatroya ulaşıyoruz. Antik kentlerin olmazsa olmazı burada da 10.000 kişilik. Anadolu’da güncel tiyatro binalarından çok, antik tiyatroların olması ise ne yazık ki bizim ayıbımız.Bodrum’a doğru yola çıkmadan evvel, antik tiyatro’nun sıralarında oturup, yüzyıllar öncesinin oyunlarındansa Eskihisar’lı çocukların bir zamanlar burada bağıra çağıra oynadıkları oyunları hayal etmek hoşuma gidiyor. Ben çocukken kendi kendime ne oyunlar sahneye koyardım. Eskihisar’lı çocuklarında koyduğuna eminim, ama onların şansına kocaman bir tiyatroları vardı. Geçen ay yazdığım ve aslında Stratonikeia’ya bağlı Hekate Kutsal Alanı- Lagina’nın hemen yanında büyüyen bir mavilimon okuru yazdığı yorumda kendisini bir prenses olarak hayal ettiği nice oyundan bahsetmiş. Her halde bir zamanlar her Eskihisarlı kız çocuğu alımlı bir prenses, her oğlan çocuğu ise şanlı bir gladyatör olduğunu hayal ederdi buralarda…

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Nihat Akkaraca Meydanı


Eski Datça'nın girişindeki küçük meydana sevgili Nihat Abi'nin adını vermişler.. Görünce çok duygulandım ve Datça'lıların vefasını çok sevdim. Meydan'daki panoda da Nihat Abi'nin fotoğrafları. Güler yüzü ile sımsıcak. O'nu ve hikayelerini ne kadar çok özlediğimi bir kez daha fark ediyorum. Geçen Aralık ayında onunla son kez buluşmamızda bu yaz için yaptığımız planlar geliyor aklıma. Bende bir hüzün sormayın gitsin. Ama galiba sevgili Nihat Abi benim bu hüzünlenmeme dayanamıyor, ve cennetten bana o harika hikayelerinden birini anlatıverip, beni güldürüyor. Anlatıyor dedimse, lafın gelişi, resmen Turgut Dayı'yı meydana yollayıveriyor..

Ben tabiki Nihat Abi kadar güzel anlatamam lütfen kusuruma bakmayın. Her neyse, işte biz panodaki resimlere hüzünlü hüzünlü bakarken, meydana Turgut Dayı ve güzel gözlü eşeği giriyor.

Kısa bir selamlaşmadan sonra, ' Eşeğin adı ne Dayı?' diye soruyor eşim

Turgut Dayı'da 2X2 'nin 4 ettiğini bilmeyen çocuklara bakar gibi süzüyor bizi ve ' Kancığ o kancığ' diyor.

'Yani' diyen gözlerimizdeki merakın gitmediğini görüncede sabırla yeniden açıklıyor. 'Kancığ o kancığ. Kancığ'lara issim missim konmaz'

'Olur mu ya dayı' diye protesto etmemize dayanamayınca da ' Eee! Ayşe ossun o zaman.' diyiveriyor. Bu sefer de ben ' Aaa! Benim ismimde Ayşe ama' deyince bu sefer Turgut Dayı utanıyor. ' Hadi çekivirin bakim resmimi' diyerek konuyu usulca kapatıyor.

Gördüğünüz gibi Datça'da da kadının adı yok. :))

Nur içinde yat sevgili Nihat Abi..

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Lagina - Hekate Kutsal Alanı

Geçen yaz sonundan beri, buradan sizlerle paylaşmayı ihmal ettiğim bir tutkumuz var. Bir elimizde Antik Kentleri Gezme ve Anlama Rehberi, diğerinde de Müze Kart, ne zaman yollara düşsek, bıkmadan usanmadan turistik yerleri gösterir kahverengi tabelaların peşine düşüyoruz. Farklı bir ülkenin topraklarında dolaşmadan evvel, bu yaz bir süre sizleri Ege topraklarında dolaştırmama ne dersiniz? Kimbilir belki, sizlerde meraklanırda, yıllardır çoğu ziyaretçi yönünden oldukça fakir olan bu kentlere, yol üstünde kısa bir mola verip, uğrayıverirsiniz.


Lagina'ya geçen hafta Bodrum'a giderken uğradık. Yerini bulmak ise oldukça kolay. Yatağan Termik Santralının hemen yanında tabelasını bulup, içeriye doğru 10 km kadar süren bir yolculuk yapıyorsunuz. Yol rahat ve keyifli.





Lagina Tanrıça Hekate'ye adanmış bir tapınak alanı, ve Anadolu'da pagan dönemlerden kalma en önemli tapınaklardan biri olarak kabul ediliyor. Biz Türkler için ise bambaşka bir özelliği var. İlk Osmanlı arkeoloğu Osman Hamdi Bey'in ilk kazı alanı.



Hekate oldukça değişik bir Tanrıça. İyiliklerde O'nda, kötülüklerde. Girişteki tabeladan aldığım notlara göre, Hekate Apollon ve Artemis ile kardeş çocukları ve karada denizde ve gökyüzünde yetkileri olan tek Tanrıça. Bunun yanında yer altında olduğu var sayılan, ölüler dünyası Hades'in kapısının anahtarı Hekate'ye teslim edilmiş ve bu kapıyı açma yetkisi onda. Hekate, Hades'in kapısının koruyucusu olduğu gibi yeryüzündeki bütün kapıların koruyucusu olmuş. Ayrıca sihir falcılık ve öç almayı elinde tutan bir tanrıça. Ölü gömme törenlerinde hazır bulunur ve ölenlerin ruhlarını teslim alırmış. Hades'in kapısında bekleyen Kerberos köpeğinden dolayı Hekate bütün köpeklerin sahibidir ve çoğu zaman bir köpek ile dolaşır. Karabasan, hortlak ve cinlerin yöneticisi olan Hekate onları insanlara musallat eder, aynı zamanda insanları onlardan korur. Hekate geceleri aydınlatan ay Tanrıçasıdır. Karanlık gecelerde dolaşarak insanlara yol gösterir. Avcıların yardımcısıdır.




Lagina'da öncelikle bizi işini çok sevdiğini tahmin ettiğim bir görevli karşılıyor. Yakıcı güneşin altında, pek de bir Allahın kulunun uğramadığı bir yerde, bezgin bezgin oturan diğer meslektaşlarına hiç benzemiyor. Öncelikle müzekart'daki isimlerimizi özenle defterine kaydediyor, burayı nereden duyup geldiğimizi soruyor. Sonra her görevli için inşa edilmiş olan kulübesine bakıyorum. Belkide binlerce yıldır orada olan bir zeytin ağacının hemen yanında, etrafı çiçeklerle, ağaçlarla bezeli. Sevgi ne kadar fark yaratıyor diye düşünüyorum.


Ziyaretçi olarak pek bir Allahın kulu uğramasa da, içeride işçilerin ve arkeoloji öğrencilerinin kazı çalışmaları son sürat devam ediyor. Yabancı üniversitelerce yürütülen kazılara kıyasla, bizim üniversitelerimizin, öğrencilerimizin kazı çalışmaları sanki bize daha bir hevesli ve yoğun gibi geliyor. Sıcağa aldırmadan işlerine devam ediyorlar. Ortaokul çağlarında hep arkeolog olmak istediğim zamanları hatırlıyor ve onları özenle seyrediyorum.


Hekate'nin tapınağı yüzyılların depremlerinden payını sıkça almış ve duvarlarındaki kıvrımlar tüm o yıkımların tanığı, elimdeki kitap daha da ileri giderek, sanki Lagina'da depremin dumanları halen tütmekte diye yazmış.


Tapınak alanın bence en görkemli yapısı, anıtsal kapısı. Yan duvarlarında, anahtar taşıyıcı olarak görev yapmış kişilerin isimleri kazılı. Bu anahtar yılda bir kere yapılan bir festivalde ana kent Stratonikeia'ya götürülüp getirilirmiş. İyi bir fotoğraf çekmek için kapının üst taraflarına doğru çıkmaya çalışırken, sıcakta amansızca öten cırcır böceklerinin seslerinde, bir zamanlar buralarda yapılan festivallerin çoşkulu seslerini yakalamaya çalışıyorum ama nafile..

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Zanzibar Adası

Sevgili Erdem'in Tanzanya yazısı bugün Zanzibar adası ile devam ediyor. Paylaştığın için tekrar teşekkürler Erdem...



Zanzibar ismine ilk kez Istanbul Teşvikiye’deki bir kafe-restoranın tabelasında rastlamıştım. “Nedir bu Allah aşkına, bir içecek filan mı?” diye sorduğumda, “Afrika’da bir ada” demişlerdi. Aradan yıllar geçti. 2006 yazında o restoranın sahibinin ilham aldığı yere gitme mutluluğuna eriştim ve Zanzibar isminin Farsça “Zenciler sahili”nden geldiğini öğrendim...

Zanzibar’ın başkenti Stone Town sahilinden Hint Okyanusu’na has bir balıkçı teknesi...


Michamvi kumsalından bir görüntü...


Zanzibar, Afrika’nın doğusunda, Van Gölü’nün yarısı büyüklüğünde bir ada. Nüfusu bir milyon olan Tanzanya’ya bağlı özerk bir bölge. Ayrı bir meclisi var.



Stone Town’da, sokak arasında eserlerini sergileyen bir ressamın tabloları... Her biri kendi içinde uyumlu ve estetik. Ancak, bir araya gelince nasıl bir renk cümbüşü sağlıyorlar değil mi?


Geçmişte Umman’ın başkenti ve Doğu Afrika köle ticaretinin merkezi olan ada, Tanzanya’da Arap kültürünün en çok hissedildiği yer. Halkının %99’u müslüman. Ancak, çok fazla Müslüman turist görmediklerinden olsa gerek, havaalanından bindiğimiz külüstür minibüs taksinin dişleri dökülmüş sahibini Müslüman olduğumuza ikna etmek için bayağı ter dökmüştüm. Bunu başarmak için hayatımda ilk (ve inşallah son kez) üçlü çeker gibi şöförle karşılıklı Fatiha Suresini okumuştuk. :))



Stone Town sahilinde, günbatımını görüntüleyen babasının yanında balerin gibi bir kız...


Hindistan’dan göçmüş Acem kökenli bir aileden gelen, babası İngiliz hükümeti için çalışan bir muhasebeci olan Faruk Bulsara 1946’da Stone Town’da doğmuş. Biz ise onu daha çok Queen Grubu solisti Freddie Mercury olarak tanıyoruz.

Belki de Bohemian Rhapsody’nin meçhul ilham kaynağı Mercury’nin çocukluğunu geçirdiği Zanzibar’dır, kimbilir?



Zanzibar Adası’nın Matemwe kumsalında, delik deşik sarı elbisesini üzerinde bir prenses edasıyla taşırken yağmur altında poz veren Afrikalı bir kız.




Michamvi kumsalı. Geleneksel kayığıyla karşı kıyıya yolcu yaşımak üzere hazırlık yapan delikanlı uzun sopasıyla henüz gel-gitle tam derinleşmemiş sularda ilerliyor.





Kayığı bekleyen anne ve kızı.

Hayata tutunmak…”

Yolda karşılaşıp izin isteyerek fotoğrafladığımız öğrenci grubu içinden Zanzibarlı Müslüman bir kız.



Stone Town’da geceleri sahile paralel kurulan gece pazarı bir ilgi odağı. Burada Hint Okyanusu’ndan çıkarılmış envai çeşit deniz ürününü bulmak mümkün.


Zanzibar ayakkabı üreticileri için “bakir” bir pazar...


Zanzibar’da en eskisi 1694 yılından kalma 560 tane oymalı kapı bulunuyor... Araplar geometrik motifleri tercih ederken Hintliler yandaki gibi bitki desenlerini kullanmışlar…


Stone Town’da, kaldığımız otele yakın bir Kuran kursu vardı. Gelip giderken bir gün kapısı açıkken yakaladım ve kapı eşiğinden içeriyi seyretmeye başladım. Beyaz entarili çocuklar yerde bağdaş kurmuşlar, okuyorlar, başlarında ise sakallı bir hoca. Ancak, hoca disiplin kurma işini bir “ağabey”e havale etmiş. Sınıftakilere göre birkaç yaş daha büyük olan “ağabey” ise, işi fazla ciddiye almış olmalı ki, elinde iki metrelik bir sopa, konuşanın kafasına indiriyor ! Ben gözlerim büyüyerek olanları seyredalmışken aklıma fotoğraf çekmek geldi. Makineme uzandığım anda, hoca beni gördü, hışımla yanıma geldi. Bir-iki gün önce taksi şöförü ile kurduğum yakınlığa güveniyordum ama, bu sefer din kardeşliği sökmedi, ben Müslüman olduğumu gevelerken, hoca kızgın bir ifade ile kapıyı yüzüme çarpıverdi.


Çıplak Ayaklı Prenses yağmur altında...




Yolda fotoğrafını çekme teklifimi gülümseyerek kabul eden bir kız.



Stone Town'un dar sokaklarından biri. Sabah saat yediyi biraz geçmiş. Ufaklık, yanıbaşındaki annesi ve kardeşinin varlığına rağmen, sokak kapısı eşiğinden, dilini anlamadığı yabancının objektifine ürkek ürkek bakıyor.



Zanzibar Adası'nın kuzeyindeki Matemwe kasabasında, derme çatma evler arasında, çakmak bakışlı bir genç kız... Kızın gözlerinden yansıyan kişinin aklı ise, her ne kadar pek net görülmese de :)) Afrikalıların nasıl bu kadar fotojenik oldukları ile meşgul...

Bu aslanlar da nereden çıktı? Artık bir başka sefere, bu güzel hayvanların vatanı Masai Mara – Kenya’ya şöyle bir uzanırız...:))


http://www.fotokritik.com/kullanici/Erdemk
http://www.fotoritim.com/yazi/erdem-kutukoglu--vietnam
(*): Bu yazı, www.fotoritim.com Haziran sayısında yayınlanmış olup, aynı zamanda http://www.photondergi.com/’un dördüncü sayısında çıkan yazının genişletilmiş halidir.