24 Kasım 2007 Cumartesi

Trinidad

Bugün yolumuz, benim şu ana kadar gördüğüm dünyanın en güzel şehirlerinden birine. Trinidad’a....

Santiago de Cuba’dan sabahın erken saatlerinde Trinidad’a gitmek üzere hareket ettiğimizde uzun ve sıcak bir gün bekliyordu bizi. Otobüsün arkasında kah tuttuğum notları düzenleyerek, kah otobüsün camından akan, adanın pırıl pırıl yeşiline dalarak, uzaklarda olmanın keyfini çıkarıyorum.


Öğle saatlerinde mola verdiğimiz kent Cienfuegos. Fransız göçmenler tarafından 1800’lü yılların başında kurulan şehir, pastel boyalı neoklasik yapıları, ortasında bir zafer tak’ı bulunan büyük meydanı ile öylesine hoş ki, ama güneş de tam tepede... Biraz sonra aradığım huzuru 1890 yılında kapılarını açan ve halen faaliyette olan Tomas Terry Tiyatrosunun, loş ve serin atmosferinde buluyorum. Bir zamanlar Enrico Caruso, Sarah Bernhardt, Ana Pavlova gibi starların sahne aldığı tiyatro, açıldığı yıllardan kalma dekoru, duvar ve tavan süslemeleri, koltukları ve üç kata yayılmış balkonları ile kesinlikle antika bir mücevher. Zamanda yolculuk mümkün olsa, etekleri kat kat kabarık kırmızı bir tuvalet giyip, açılış gecesi bu tiyatroda Caruso’yu dinlemek isterdim.

Günün sıcak saatlerini Cienfuegos’un sahilinde keyifli bir yemek yiyerek geçirdikten sonra, Trinidad’ın sahil şeridi Playa Ancon’da ki otele geldiğimizde odaya bile uğramadan kendimi doğrudan sahile atıyorum. Bembeyaz kumlu uzun kumsalı, turkuaz renkli denizi,palmiyeleri ile işte tam o kartpostallarda ki Karayip görüntüsü. Bende hemen havaya giriyorum,tam filmlerde olduğu gibi elimdekileri, üstümdekileri, birer birer geçtiğim yollara atarak, ağır çekimde koşan, filmin starı edalarında kendimi denize atıyorum. Ama o da ne? Bu ne biçim deniz böyle. Bulanık ve daha da beteri adeta değil, kesinlikle hamam suyu sıcaklığında... Benim gibi Datça’nın denizinden başka deniz tanımayan bir fanatik için, kötü biten bir film, çare yok serinlemek için yine mojito içmeye devam...



Ertesi sabah civardaki tüm turistlerle beraber, küçük şehrin meydanını ve sokaklarını doldurduğumuzda, bir önceki günün hayal kırıklığından eser kalmıyor bende, çünkü öyle bir ortamdayım ki, benim o fazla mesai yapmayı seven hayalperest yanımın hiç çalışmasına gerek yok. Sadece etraftaki insan kalabalığını görmemeyi başararak bir anda 200-300 yıl geriye gitmek mümkün.

1988’den beri Unesco’nun Dünya Mirası listesine dahil olan şehir, 1514 yılında kurulmuş. Üzerlerinde İspanyol sakinlerinin, taa Endülüs’ün Müslüman geçmişinden kalan Moor tarzı dokunuşlarını ekledikleri, Neoklasik ve Barok tarzı evlerinin arasında dolanırken ben yine bambaşka hayatlara dalıyorum.



İlkinde 1518 yıllında şehrin merkezinde,Holly Trinity Kilisesi önündeyim. İleride Meksika’yı yazarken kimi zaman İspanyolların kahramanı, kimi zamanda Meksikalıların kabusu olarak anacağım Hernando Cortes’i, Meksika seferine yollayan kalabalığın arasındayım.Biraz evvel kilisenin kuytularında yaşlı gözlerle gidenlerin sağ salim geri dönmesi için mumlar yakmış, adaklar adamış, dualar etmişim. Gidenlerin arasında belki sevdiğim, belki kocam, belki de kardeşim var. Adım da belki İsabella...Kadınların genlerinden gelen bir bilgiyle donatılmış olarak, atına binmiş giden sevdiğimin ardından, içimdeki hüznü ve acıyı en derinlere saklayarak, kocaman bir gülücükle el sallıyorum, beni merak etme diye bağırıyorum, sesimin ona ulaşıp ulaşmadığını bilmeden.....



İsabella, yaşlı gözlerle cumbalı evlerden birine girerken, uzun ve yorucu bir günün ardından, bir an için oturduğu taş parçasının üzerinden, batmakta olan güneşi seyreden bir kadına dönüşüyorum. Adım belkide Yoruba dilinde Tanrı’nın koruduğu anlamına gelen Adebanke.... Afrika’dan, Trinidad’daki şeker kamışı plantasyonlarında çalışmak için getirilen 12.000 köle den biriyim. Öylesine yorgunum ki, çok uzaklarda kalan o güzelim ülkemin kokularını, seslerini, görüntülerini hatırlamakta zorlanıyorum..Bir zamanlar kahkahalar içinde koşan o çocuk sanki ben değilim. Annem Titilayo, babam Kolapo, sanki dinlediğim bir masaldan aklımda kalan isimler gibi bana uzak.. Ya 14’üme gelince ailelerimizin evlenmemize karar verdiği, her gördüğümde midemde bir şeylerin düğümlenmesine yol açan Banga...Ona bir sürü oğullar doğurmayı hayal ettiğim zamanlar şimdi bana öylesine yabancı ki...Ne garip bunca yıldan sonra bile onu bir başkasının kocası olarak, düşünmek hala içimi acıtıyor, acaba hala beni düşünüyor mudur? Ama şimdi tüm bu hatıraları bırakmalı, bunca yıldır günde 12 saat hiç durmadan tarlalarda çalışmama rağmen, hala ağrıyan kaslarıma, sızlayan kemiklerime aldırmadan akşam yemeğini hazırlamaya gitmem lazım..Bir gün daha bitiyor, ve ben Adebanke bir gün daha yaşadım...bir gün daha yaşamalıyım...

Gündüzün hayallerinden sonra, gece şehre tekrar dönüyorum. Şehrin soluk ışıkları yanmış, kilisenin hemen yanındaki müzik okulunun geniş basamaklı meydanından ise müziğin kışkırtan sesi geliyor. Turistlerin büyük bir kısmı ortalıktan çekilmiş durumda...Bir köşede, belli ki okuldan getirilmiş bir masanın üzerinde mojitoları hazırlıyor, güleç yüzlü bir mestizo..Bardağı bir dolar..

Bir İngiliz gezginin kitabında yazdıklarını hatırlıyorum.. Yok efendim, burada mojitoları plastik bardaklarda veriyorlarmış, yok profesyonel Kübalı dansçılar dans edip, turistler sadece kenardan el çırpıyormuş... Yahu adam diyorum, Küba’da herkesin neredeyse anasının karnından profesyonel gibi dans ederek çıktığını bilmiyorsan, kenardan el çırpmak senin için yeterliyse, plastik bardakta içilen mojito’nun tadını çıkarmaktan acizsen, ne diye buralara gelirsin, bir de üstüne üstelik üşenmeden bir de kitap yazarsın...


Bir zamanlar Isabella’nın Cortes’in Meksika’ya giden askerlerinin ardından gizli gizli gözyaşı döktüğü o meydanda, o gece Ayşegül, sayısını hatırlamadığı kadar plastik bardaktan mojito içti. Adebanke’nin ülkesinin tınılarını taşıyan müziklerle dans etti ve sonra bir de baktı ki gece yarısını çoktan geçmiş. Sindrella’nın arabasının gece 12’den sonra balkabağına dönüşmesi misali etrafta taksi falan kalmamış.

Ben kısa süreli bir panik anı yaşarken, Küba’lı arkadaşım hemen çaresini buluyor. ‘Beğen bir araba’ diyor, ‘nasıl yani?’ diyorum. Kısaca bana durumu anlattıktan sonra 1950’li yıllardan kalma,üstü açık kocaman beyaz bir Chevrolet beğeniyorum. Sahibiyle kısa bir konuşma, beni beş dolara otelime kadar götürecek harika bir fırsata dönüşüyor. Arabanın arkasına kuruluyorum, gecenin sıcağı, saçlarımda rüzgar olup esiyor. Eh, Küba’dayım, bayağı bir de sarhoşum. Resim tam olsun diye bir de puro yakıyorum.... Isabella’da, Adebanke’de çok uzaklarda kaldı. Şimdi sadece Ayşegül var, ‘bakalım sen daha neler yaşayacaksın Ayşegül?’ diye düşünüyorum. Karanlık gecede, gökyüzünde parlayan yıldızlara bakıyorum, gelecekten bir ipucu bulabilmek adına..Sürpriz olsun yaşayacakların diye hepsi sözleşmişcesine göz kırpıyor...

Yukarıda ki resimlerin bir kısmı sevgili arkadaşım Semiha'dan ama artık hangileri, karıştırmış durumdayım.

20 Kasım 2007 Salı

Che


Boğaziçi Üniversitesi’nde girdiğim ilk ders rahmetli Prof. Demir Demirgil’in Ekonomi 101 dersiydi. Yıl 1983. Her zamanki güleç ve keyifli anlatımıyla bize hoşgeldiniz derken, ‘ Sizleri farklı bir dönem bekliyor, siz Özal’ın çocuklarısınız, hayatlarınız daha farklı olacak.’ diye bir kehanette bulunmuştu.

Hayatlarımız ne kadar farklı oldu bilemem ama bizden bir öncekilere göre son derece apolitik bir kuşak olduk. Böyle bir dönemde üniversite’de Siyeset Bilimi okudum, dolayısıyla -izm’leri, onları yaratanları, takip ve uygulayıcılarını son derece iyi bilmeme rağmen hepsi benim için birer ders konusu olmaktan öteye gidemedi. Artılarını ve eksilerini öğrendim, sınavlarda iyi not aldım o kadar..Sonrasında ise, Demir Hoca’nın kehanetindeki gibi bankacı olup, finans öğrendim...


İşte tüm bu nedenlerden dolayı, Küba’da Che’nin mezarını ziyarete giderken, grupta benden daha yaşlı kişilerin son derece heyecanlanması, kimilerinin yollardaki çiçek satıcılarını, mezara koymak için adeta yağmalamaları, Che’nin mozolesi önünde nemli gözlerle uzun uzun dikilmeleri, beni aslında son derece şaşırtan bir olay olmuştu. İşte tam orada yıllar sonra Demir Hoca’nın laflarını hatırlamıştım.Herkes hayalinde ki Che’ye selam durdu bende benimkine...

Ben Motosiklet Günlükleri’ndeki Che’yi çok sevdim. Onun maceracı ruhu, yaşama bakışı çok hoşuma gitti. Onunla beraber Latin Amerika’yı baştan başa gezdim, gezerken gezerken ne hoş, ne yakışıklı bir adam bu diye düşündüm. Özellikle Alberto Korda’nın çektiği fotoğraflara bakınca ne kadar güzel güldüğünü farkettim. 1959 yılında Fidel ve arkadaşları ile çıktıkları bir tekne gezisinde, yine Korda’nın gözlerinden, o yakışıklı ve daha da önemlisi bu özelliğinin farkında olan Che’yi gördüm. Çok yakışıklı ama son derece ulaşılabilir görünen, yani en tehlikeli erkek grubundan. :)

Kadınlı erkekli bir grubun arasında, üstündeki gömleği çıkartıp, balık tutan, kitap okuyan, belki de Korda’nın makinelerinden biriyle fotoğraf çeken hep o. Diğerleri resmi bir davetteymişcesine giyimli ve uslu uslu kendilerine düşen köşelerde. Böylesine güzel, böylesine sıcak bakabilen, gülebilen bir adamı, yargısız infazları ile ünlü bir adamla aynı bedene koyamadım. Sonuçta Che benim hep kafamı karıştırdı...

Bugün Küba’da Castro’nun resimleri fazla gözükmese de Che her yerde. Devrim sonrası Che’nin Küba’dan ayrılmasında Castro ile uyuşmazlığa düşmeleri pek çoklarınca kabul edilmesine rağmen, bugün Castro bir zamanlar ki arkadaşının halen geçerli popülaritesini son sürat kullanmakta.

Fidel Castro ise benim gözümde hep çok hırslı, başarılı,ve daha önce de yazdığım gibi çok şanslı bir adam oldu. Rakiplerinin gerek şans eseri, gerekse kendi tarafından ortadan kalkmasında çok şaşırtıcı bir şey olmasa da, devrim sonrası, en yakın silah arkadaşlarının şaibeli şekillerde ortadan kalkmaları onun tek adam olma tutkusunu benim gözümde netleştiren olaylar. Sierra Maestra’daki yoldaşlarından pek çoğu sonraki yıllarda devrime ihanetten yargılandı, kimi ölü, kimi yurt dışına kaçtı. Devrimin komutanlarından olan Che kısa bir veda mektubu ile Küba’yı terk etti, diğer önemli bir komutan, kırsal kesimin en sevdiği lider Camilo Cienfuegos ise şaibeli bir uçak kazasında öldü. Sonuçta devrimin çekirdek kadrosundan Fidel’in yanında sadece kardeşi Raul kaldı.

Bugün pek çok kişinin aklında ki soru Fidel’den sonra Küba’nın ne olacağı. Bence burada doğru soru Raul’den sonra (tabi ki Fidel’den daha uzun yaşayacağını varsayarak) ne olacağı olmalı. Castro halen ülkenin lideri, özellikle kırsal kesimlerde devrime ve Fidel’e bağlılık halen çok yüksek.Ancak şu anda Fidel’in sürekli dalgalanan sağlık durumu nedeniyle, ülkede ipler Fidel kadar karizmatik olmayan ama son derece başarılı bir yönetici olduğu bilinen Raul’un elinde. Raul ayrıca ordu’nun tam desteğini almış durumda. Küba ordusunun bir özelliği ise, ülkenin en önemli gelir kaynağı olan turizm sektöründe pek çok önemli yatırımının olması. Anlayacağınız hem silah onlarda, hem de para...Raul ile birlikte çalışan çok deneyimli ve başarılı bakanlar olmasına rağmen, bunlardan hangisinin Raul sonrası ordu’nun desteğini alacağı ise şu anda meçhul...

Che'nin fotoğrafları Alberto Korda'dan.

16 Kasım 2007 Cuma

Che ve Marilyn

20 yüzyılda ikon haline gelmiş iki fotoğrafı bulmaya çalışsak, %90’ımız her halde iki tanesi üzerinde hemen uzlaşır. Alberto Korda’nın Che’si ve Sam Shaw’ın Marilyn Monroe’su. Her iki adamın da bir anlık yakaladığı görüntüler nesillerin beynine kazınmış durumda.

Küba’ya gitmeden önce fotoğrafları tabi ki biliyordum, ama her iki fotoğrafçının adını dahi duymamıştım. Rehberimiz Jorge’nin bana anlattığı küçük bir anektot sayesinde bu fotoğrafların gerisindeki adamları öğrendim.

Sam Shaw 90’lı yıllarda Küba’ya gelir. Rehberi ise Jorge. Programındaki en önemli maddelerden biri de Alberto Korda ile tanışmaktır. İki adam buluşurlar, hatta Korda’nın pişirdiği yemeği yerler. ‘Neler konuştuklarını duydun mu’ diye sordum Jorge’ye, onları yalnız bıraktığını söyledi. Ayrılırlarken Shaw, Marilyn fotoğrafını, Korda’da Che’nin fotoğrafını imzalamış ve birbirlerine vermişler.

Che’nin fotoğrafına gelecek olursak; Tarih: 5 Mart 1960. Sabotaj’a uğrayan La Coubra gemisinde hayatını kaybedenler için cenaze töreni düzenlenmektedir. Fidel Castro kürsüden, sabotajın detaylarını anlatmaktadır. O gün Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’da oradadır. Korda platform’un 8-10 metre uzağındadır ve kamerasında yarım telefoto lens takılıdır. Fidel’in ve ünlü misafirlerinin düzinelerce fotoğrafını çeker. O ana kadar kalabalıkların arasında duran Che bir an için öne çıkar, sadece iki poz çekebilir Korda, çünkü yaklaşık 30 saniye sonra Che tekrar kalabalığın arasına karışır ve görünmez olur. Ve bir adamın gözleriyle yakaladığı o saniyelerden bize unutulmaz bir görüntü kalır.

Ertesi gün fotoğraf gazetelerde basılmaz. Bol bol Fidel ve ünlü misafirlerinin fotoğrafı vardır. Fotoğraf yedi yıl boyunca Korda’nın arşivlerinde kalır. 1967 yılında Che hala hayattayken ve Bolivya’da savaşırken, İtalyan yayıncı Giangiacomo Feltrinelli, Korda’nın stüdyosuna gelerek Che’nin bir kaç fotoğrafını almak ister, ancak Korda ona arşivindekileri göstermeye fırsat kalmadan, Feltrinelli, Korda’nın duvarında asılı olan bu fotoğrafın iki kopyasını ister. Fiyatını sorduğunda ise ‘Benden sana hediye olsun’ der, Korda.

Fotoğraf İtalya’ya gider ancak yayınlanması bir kaç ay sonra Che’nin Bolivya’da ölmesinden sonra olacaktır. Dünya’daki en ünlü, kitlelerce en çok bilinen ve kesinlikle en çok kopyalanan bu fotoğraf’dan Korda hiç para kazanmamış ve sonrasında da haklarını almak için uğraşmamıştır. Sadece Che’nin fotoğrafını şişelerinde kullanan bir alkol şirketi için bir dava açar, dava sonucunda kazandığı 50.000 doları da Küba sağlık sistemine bağışlar.

Telif hakları hakkında soru soran bir gazeteciye ise şunları söyleyecektir. ‘ Che’nin uğrunda öldüğü fikirlerin destekcisi olarak, fotoğrafın onun hatırasını anlatmak ve dünyada sosyal adaleti desteklemek istiyenlerce kopyalanmasına karşı değilim.’

Shaw 1999, Korda ise 2001 yılında ölür, daha önce başkaları anlattı mı bilemem ama bana’da Küba'dan kalan bir anı olarak, 2007 yılında bu iki adamın buluşmasını anlatmak düşer.

Che fotoğrafının hikayesini Küba’dan aldığım bir Alberto Korda fotoğraf albümünden çevirdim. Bir gün karşınıza çıkarsa mutlaka uzun uzun inceleyin. Küba devriminin, Che’nin, Fidel’in en güzel siyah-beyaz fotoğraflarını Korda çekmiş sanırım.


Che'nin fotoğrafı için Korda sağolsun yayın haklarını vermiş, ama zamanında oğullarına fotoğraflarının telif hakları için 100 milyon dolarlık dava açan Shaw'ın varisleri umarım beni bağışlar, bu yazıyı fotoğraflar olmadan yazamadım... ve mavilimon yayın haklarına saygılı politikasını sürdürür :)

13 Kasım 2007 Salı

Bağdat - Samarra


Seyahat etme arzum çoğu kez bir fotoğrafla başlar. Gördüğüm fotoğrafa öylesine hayran olurum ki, orayı kalbimde ki dilek listesine kaydederim. Bazen orayı gidip görmem yıllar yıllar sonrasını bulur ama ben o bir anlık görüntüyü hiç unutmam ve hayallerimde oraya belkide yüzlerce kez seyahat ederim. Son dönemin meşhur çekim yasası, belki de işe yarıyordur, çünkü genelde de o aklımdaki resmi bir şekilde hep gider kendim de çekerim.

Ama bu seferki biraz zor olacak gibi. Bu sabah erkenden yollara düştüm. İstanbul’da soğuk ve ıslak bir hava var, evde oturmak öylesine cazip ki ama Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’nda Dr. Deniz Esemenli’nin İslam Sanatı semineri var. Bugün Abbasi dönemi sanatını anlatıyor. Irak’ın Samarra kentine geliyor. Ne güzel bir isim diye düşünüyorum, beni hep çağıran o egzotik yer isimlerinden biri. Sonra dersteki dialarda gökyüzüne doğru uzanan o minareyi görüyorum ve işte o minare tam o anda kalbimdeki dilek listesine kaydoluyor. Ben o minareye mutlaka tırmanmalıyım derken bir tane daha. Bağdat’ın hemen yakınlarında bulunan Sitti Zübeyde Türbesi.

Malviya da denilen ve Babil kulelerini andıran Samarra Ulu Cami’nin minaresi, dünya mimari tarihinin en ilginç yapılarından biri. Kaba olduğu söylenebilir ama kesinlikle çok etkileyici. 848-852 yılları arasında Abbasi halifesi Mütevekkil tarafından yaptırılan açık planlı cami ve yaklaşık 25 metre dışında bulunan minaresinde, içinden çıktığı coğrafya’nın doğal etkisi olarak Mezopotamya ziguratlarının izlerini görmek olası.

Bağdat’ın hemen yakınlarındaki Sitti Zübeyde türbesi ise, dışardan mukarnaslı sivri kubbesi ile yine Abbasi döneminin bir harikası.

Ders bitip, sonrasında İstiklal caddesinin kalabalıkları arasında yürürken ben bambaşka bir alemdeydim. Bağdat’dan bir jip ile çöl yoluna çıktığımı hayal ettim. İstanbul’un soğuğuna ve yağmuruna inat hava çok sıcak, güneş tepede yakıyor. Cadde’nin kalabalığı etrafımda ama zihnimde çölün ıssızlığı. Bağdat Samarra arası 125 km. imiş, 1,5 saat sonra ordayım. Minarenin spiral merdivenini etraftaki sessizliği ve boşluğu sindire sindire çıkıyorum. Tam tepeye ulaşınca hayallere dalma zamanı. Binbir gece masallarının kahramanı Halife Harun Reşit in sarayına mı gitmeli acaba? Harem'e gizlenerek belki de Şehrazat'ın Şehriyar'a anlattığı masallardan birini dinleyebilirim....Hayalinde, hayale dalmakta böyle bir şey oluyor işte.

Günün en sıcak zamanı Bağdat’a geri dönüş yolunda, Sitti Zübeyde türbesinin yanındaki palmiye ağaçlarının gölgesinde dinleniyorum. Türbenin muhteşem kubbesi ve yanındaki mezarlar bana çok uzaklardan bir fısıltı getiriyor. Hayatını yeterince uzun yaşamak elinde olmasa da her anını dolu dolu yaşamak için elinden geleni yap diyor eski zamanların bilgeleri. Ya da içimdeki o küçük ses mi yoksa o?

Güneşin yüzümü yaktığını hayal ederken bir bakıyorum İnci pastanesinin önüne gelmişim. Amaaan, madem dolu dolu yaşayacağız, boşver şimdi rejimi diyorum. Gelsin koca bir porsiyon profiterol. Böyle giderse bu Bağdat gezisinden kilo almış olarak döneceğim.....



Gidip görmediğim, sokaklarında dolaşmadığım, kokularını, seslerini zihnime kazıyamadığım yerleri yazmak hiç aklımda yoktu ama sizde takdir edersiniz ki Bağdat, Samarra yolların uzunca bir süre düşmeyeceği bir yer. Realite’ye dönersek güzelim minarenin tepesi de bir bombalama sonucu ciddi bir biçimde zarar görmüş. Dolayısıyla şimdilik tek çare hayal etmekte.

Küba yazıları tabiki bitmedi. Araya bir hayal girdi o kadar..

Minarenin fotoğrafı global security, Türbeninkiler ise world architecture images sitelerinden.

11 Kasım 2007 Pazar

Santiago de Cuba

Küba’nın Havana’ya göre diğer ucunda kalan şehir Santiago de Cuba’ya uçmak üzere sabah erken saatte havaalanına geldiğimizde, harika bir sürpriz beklemekteydi. Bizimle beraber bekleme salonuna giren 4-5 kişilik bir grup bizim şaşkın ve mutlu bakışlarımız arasında müzik çalmaya başladılar. İlk şaşkınlık anından sonra bekleme salonundaki tüm yolcular hem uçağı beklemeye hem de dans etmeye başlıyoruz. Dünyanın en sıkıcı işlerinden biri olan uçak beklemek Küba’da böyle oluyor işte. Yolcular mutlu, müzisyenler aldıkları bahşişten dolayı daha da mutlu. Dans yorgunluğundan sonra Semiha ile bu bekleme salonunda bir hatıra fotoğrafı çektirip uçağa biniyoruz.

Uçağımız Santiago de Cuba’ya indiğinde bizi güneşli, pırıl pırıl bir hava karşılıyor. Şehir, renkli kolonyal dönem mimarisi ile Havana’ya benziyor. Sokaklarında dolanmak çok keyifli. Şehrin kalesini, Küba’nın ulusal kahramanı Jose Marti’nin anıt mezarını, Antonia Maceo Meydanını, Rom müzesini ve de tabiki Moncado kışlasını ziyaret ediyoruz. Moncado kışlasına Fidel’in 26 Temmuz 1953 de yaptığı baskın, Küba devriminin başlangıcı kabul ediliyor. Bugün okul olarak kullanılan bina, güzelce restore edilmiş, ancak o günün anısına giriş kapısındaki kurşun delikleri yerlerinde bırakılmış. Görevliler başta resmini çekmemize karşı çıksalarda, sonra görev bilinciyle sanırım, uzun uzun devrimi anlatıyorlar. Şimdi düşünüyorum da aslında bayağı iyide anlatmışlar, verdikleri bilgilerin bir kısmı hala aklımda.



Bir turist olarak görevlerimizi tamamlamak üzereyken, sabah ki güneşli hava yerini sağnak yağmura bırakıyor. Mecburen otele dönüyoruz. Bir şehirde geçirilecek sınırlı saatleriniz varken, yağmur nedeni ile otele kapanmak, son derece can sıkıcı olabilir, ama burası Küba.... Dar bir ara sokağa bakan odamızın karşısındaki eski bir kolonyal bina müzik okulu çıkıyor. Camları açıyoruz, müzik bizim odamızda. Balkonda dans edenler bize el sallıyor, biz habire fotoğraf çekiyoruz. İki kadının pencereden kendisini seyrettiğini anlayan yaşlı bir Kübalı adam, bize dakikalarca sürecek bir dans şovu yapmaya başlıyor. Her yaştaki Küba’lıların bu kadar güzel dans edebilmesi inanılmaz. Bu kadar damardan verilen motivasyon üzerine Semiha, kararını veriyor. ‘Bu gece’ diyor ‘salsa yapmayı kesin olarak öğreneceğim.’


Akşam yemeğinden sonra otelin önündeki meydana iniyoruz. Yapılan bir kutlama nedeni ile neredeyse bütün şehir orada, ama ilgiçtir gençlerin teyplerden çaldıkları müzikler ya rock ya da rap tarzı. Ama sevgili arkadaşım Semiha kararlı ve yılmıyor. 2-3 gencin yanına gidip bana salsa yapmayı öğretirmisiniz diyor. Bir anda bir dolu öğretmen etrafını sarıyor. Çalınan müzikler işe yaramasa da, salsa dersi son sürat başlıyor. Bense bir duvarın üstüne oturup rom içmeye başlıyorum. Ama bardak bulamadığımız için şişeden. Yanınızda bir şişe rom olduktan sonra arkadaş bulmak hiç de zor değil. Ben İspanyolca bilmiyorum, onlar İngilizce ama bayağı bir anlaşıyoruz işte..


Semiha ve dans hocaları bir süre sonra, dans edebilecekleri daha iyi bir yere gitmek üzere beni almaya geri geliyorlar. Gecenin bir vakti, tanımadığımız insanlarla şehrin karanlık sokaklarına girmek beni biraz ürkütüyor. Allah’tan Kübalı rehberimiz Jorge etraflarda. Hemen Semiha’nın dans hocalarını sorgudan geçiriyor, hepsi üniversite de okuyan iyi çocuklar çıkıyor. Jorge’de bizimle gelmeye gönüllü olunca ben daha rahatlıyorum. Sonra şehrin içlerine doğru yürümeye başlıyoruz. Kimi yerde ortalık kapkara çünkü elektrik yok. Yol bir türlü bitmek bilmeyince Jorge bile huzursuzlanmaya başlıyor. Ama sonunda harika bir bahçeye ulaşıyoruz. Beyaz ferforje sandalyeli masalar, dans pisti tıklım tıklım dolu ve de tabi ki harika müzik yapan bir grup.

Sahnedeki müzisyenler Küba’nın Santiago asıllı ünlü gruplarından Septeto Santiaguero. 1995 yılında kurulan grup, mambo tarzı yerine daha geleneksel septet tarzı müzik yapıyormuş. Yedili anlamına gelen müziğin yedi müzik aleti ile yapıldığını sonradan öğreniyorum. Ben bol rom içip, yanında yağda kızarmış muz cipsleri ile kolestrol seviyemi arttırmaya devam ederken Semiha derslerine devam ediyor. Çok başarılı bir öğrenci olduğu kesin...


Küba müziğinin kökenleri ilginç. Kuzey Afrika’dan Küba’ya getirilen kölelerle başlıyor herşey. Amerika’ya giden kölelere geleneksel müzik aletleri davul ile ayinlerini yapma izni verilmezken, Kübalı köle sahipleri bu konuda daha hoş görülü. Bir süre sonra kölelerin davulu ile İspanyolların gitarı harmanlanmaya başlıyor ve zaman içinde ortaya dünyanın en güzel ve enerjik müziklerinden biri çıkıyor.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, kanımdaki rom oranının artmasıyla da ilgisi olsa gerek, müzik benide baştan çıkarıyor.Dans pistinde, artık yarı profesyonel düzeye ulaşmış olan Semiha’nın yanında buluyorum kendimi. Gönüllü dans hocaları her daim mevcut. Ben hiç ritim duygusu olmayan, bedenini kuklavari hareketlerle hareket ettirebilen son derece kötü bir danscıyımdır ve dans etmeyi de hiç sevmem ama burası Küba... Hiç bir şey umurumda olmadan Santiago de Cuba gecesinin yıldızları altında saatlerce dans ediyorum...

8 Kasım 2007 Perşembe

Küba'lı Seksi Kadınlar

Blog yazmak benim için oldukça ilginç bir deneyim. Hayatım boyunca uzun kısa hep bir şeyler karaladım ama yazdıklarımı neredeyse hiç bir zaman beğenmedim ve de en yakınımda ki insanlara bile bunları okutmaktan fellik fellik kaçtım. Yazdıklarımı da bir iki günlük defteri hariç bir süre sonra hep yok ettim.

İnternetteki blogları okumaya başlayınca, bunu bende yapabilirim diye düşünmeye başladım ve ilgilendiğim konular içinde en çok yazabileceğim, en kolay paylaşabileceğim de yaptığım seyahatler gibi geldi bana. Ve yazmaya başladım. Bir zamanlar en yakınımdakilerle paylaşamadığım yazıları bir anlamda bütün dünya ile paylaşmaya başladım. Düşününce hala ürkütücü bir adım gibi geliyor.



Bu konu nasıl Kübalı seksi kadınlara bağlanacak diyorsunuz biliyorum ama bağlanacak merak etmeyin. Yazdıklarımı paylaşamaya başlayınca doğal olarak beni kimler okuyor diye merak etmeye başladım. İlk okuyacaklarını düşündüğüm, arkadaşlarımın beni bu konuda çok destekleseler de, bir iki tanesi hariç düzenli olarak beni okumadıklarını farkettim. En düzenli okuyanlar tabi ki sevgili blog komşularım. Bir de google arama motoru ile mavilimon’u ziyaret edenler var. Mavilimon’a google yoluyla gelenlerin en büyük bölümü uzun boyunlu Padong kadınlarını yazdığım bir yazıya geliyorlar. Boyunlarına halka takanları arayanları önce kültürel bir merak olarak görsemde bir süre sonra bunlar Tayland’lı seksi kadınlar, ya da halkalı köle kadınlar gibi aramalarla birleşince, ilk düşüncemin oldukça naif kaldığını anladım. Umarım beni fazla fesat bulmuyorsunuzdur.

İkinci aranan konu ise ilginç bir biçimde Şafilik. Yemen hakkında yazarken kısa bir cümlede kullandığım kelime, mavilimon’a yol düşüren en önemli aramalardan biri oldu. Bu konuda ne kadar zorlarsam zorlayayım fesat bir neden bulamadığım için, bunu Şafilik ile ilgili bilgilerin internette az olmasına bağlıyorum.

İşte bu yazımın konusu ve başlığı da manipulatif amaçlarla Kübalı seksi kadınlar oldu. Bakalım bundan sonra Padong kadınları mı daha çok aranacak yoksa Kübalı kadınlar mı?

Ana konumuza dönecek olursak, öncelikle Kübalı kadınlar yaşadıkları Tropikal iklimin bir sonucu olarak, üzerlerindeki giysileri oldukça az tutuyorlar. Dekolteler açık, etekler kısa, çoğu kez göbekler meydanda. Bu özellikler belki erkekleri etkileyecektir ama bir kadın olarak beni en çok kendilerine olan güvenleri etkiledi. Her kadın için açık giyinmek, beraberinde cesareti de beraberinde getiren bir şey. Ama dikkat edin, ne kadar güzel ya da muhteşem bir bedene sahip olursa olsun, açık giyinmeye cesaret etmiş her kadında az ya da çok bir parça tedirginlik mutlaka görürsünüz. Ya orasını burasını çekiştirir, ya da etrafa acaba bir falso veriyormuyum diye kaçamak bakışlar atar. İşte Kübalı kadınlar da bu tedirginlikten eser yok. Poposu kocamanmış, göbeği varmış umurlarında değil, daracık ya da kısacık giysiler içinde biçimli ya da biçimsiz bedenlerini sokaklarda öylesine büyük bir güvenle ve pervasızlıkla taşıyorlar ki, hayran kalmamak elde değil.




Seks ticareti ne yazık ki ülkede oldukça yaygın. Gece vakti şehrin sokaklarında dolaşırken, barlarda yaşlı Avrupalı adamların yanında iğreti bir vaziyette oturan Kübalı kızların bolluğunu görünce, aslında Küba’nın bir başka yüzünü de görüyorsunuz. Küba’da, Küba parası ile alabileceğiniz şeyler oldukça kısıtlı, halkın alışveriş ettiği dükkanlarda acınacak bir kaç parça eşya var o kadar. Ama eğer dolarınız varsa, neredeyse her türlü tüketim malına rahatça ulaşabilirsiniz ( Ben şu anda dolar diye yazıyorum ama Küba 2005 yılında ülkede dolar kullanımını yasakladı, sanırım şu anda her derde deva olan şey euro’dur) Bu durumda seks ticareti dolara ulaşmanın en kısa yolu olmuş, hatta devletin de bu işe bir anlamda gözünü kapadığı söyleniyor.

Hayatımdaki ilginç ilklerden birini de Küba’da yaşadım ben. Havana’da bir akşam, pazarlamacı bir şahıs diyelim, bana da bir erkek arkadaş önerdi. Erkekler böyle tekliflere alışıktırlar ama ben acıkcası ne diyeceğimi bilemedim, nedense bir şey söylemek zorunda da hissetim, ve kendimi adama sadece ‘ne diyorsun yaa sen’ diye acemice kızarken buldum. Benim yaşadığım bu küçük olay bile ülkede ki ticaretin boyutlarını anlatmaya yeter sanırım.

Bunlar demek değil ki Küba’daki tüm kadınlar fahişe. Kesinlikle değil, bir kısım zorunluluktan bunu yapıyor ama yapanlarda da o profesyonel imaj hiç yok. Sanırım bu profesyonelliğin olmaması da erkekleri çeken bir şey. Bana Küba maceralarını anlatan bir kaç erkek arkadaşım, Kübalı kadınlarla olan ilişkilerinde işin fahişelik boyutu olmadığına yeminler ettiler. Peki para verdiniz mi diye sorduğumda da durumlarına üzüldükleri için kendileri verdiklerini söylediler.




Kübalı kadınlar konusunda erkek gezginlerimiz ne demiş diye ufak bir araştırma da yaptım. Anladığım pek çoğu yanlarında eşleri olduğu için pek bir şey diyememiş. Sadece, 8.5 ay süren dünya turunu büyük bir keyifle okuduğum Cüneyt Güven, sitesinde ‘büyüleyici kızlarıyla unutulmaz duraklarımdan biriydi’ diye son derece ketum bir yorumda bulunmuş o kadar.

Evet Cüneyt haklı, Kübalı kadınların gerçekten büyüleyici bir yönleri var. Ben yukarıda yazdığım gibi bu büyüleci yönü kendilerine olan güvenlerinde, kendilerini gururla taşımalarında buldum. Peki güzeller mi? Evet, aralarında, özellikle de melezlerde harika güzellere rastlamak olası.

Son olarak biraz Güzin Ablalık yapmak gerekirse.... Sevgili Hanımlar eğer bir gün sevgili ya da koca konumunda ki adam, ben illa ki Küba’ya gideceğim diye tutturursa, bırakınız gitsin. Oradan dönecektir, döndüğünde onu siz istermisiniz bilemem, orası size kalmış. Ama aynı adam günün birinde durduk yerde ben Vietnam’a gideceğim derse, sakın ola, aman ne olacak gitsin deme gafletine düşmeyin. İşte oradan dönmeyebilir..... Ben dünya’nın en güzel, en zarif, kelebek gibi kadınlarını Vietnam’da gördüm. Son derece kadınca bir duyguyla, işte ben bunlarla asla rekabet edemem diye kendi kendime itiraflar da bulundum, ama bu işin detayları ilerde Vietnam’ı anlatacağım yazılarda...

Harika fotoğraflar, sizlerinde artık Ağrı Dağı yazısından ve fotoğraflarından tanıdığınız Erdem Kütükoğlu’na ait. Sevgili Erdem de Küba’ya kız arkadaşı Sema ile gittiği için, kendisinden konu ile ilgili yorum alamadım :) , ama bari hiç olmazsa bu yazının fotoğrafları bir erkek gözü ile olsun istedim. Teşekkürler Erdem’cim..

Erdem’in diğer fotoğrafları için..

http://www.fotokritik.com/kullanici/portfolyo.php?id=23476

4 Kasım 2007 Pazar

Havana Günleri

En sık rastlanan klişelerden biridir, şehirleri kadınlara benzetmek. Ne kadar başka bir şey bulmak istesem de, bir türlü yaşlı bir kadına benzeyen Havana imajını kafamdan silip atamadım, dolayısıyla en iyisi yazmak. Evet Havana’yı ben çok yaşlı bir kadına benzettim, ama elini eteğini dünyadan çekmiş bir kadın değil bu. Hala, bir zamanlar ki tarifsiz güzelliğinin, baştan çıkarıcılığının, erotiziminin izlerini taşıyan, gençliğinde önüne tüm zenginliklerin serildiği, erkeklerin onu ele geçirmek için her şeylerini ortaya koydukları, birbirlerini öldürdükleri, kiminin karısı, kiminin orospusu olmuş bir kadın. En iffetli göründüğü anlarda bile her türlü günahın tadına bakmış, her gününü dibine kadar yaşamış bir kadın.



Bu kadın belki şimdi çok yaşlı, yıpranmış ve eskimiş görünüyor, eski pırıltılı günlerinin çok uzağında gibi ama şehrin sokaklarında, caddelerinde dolaşırken, insanlarıyla konuşurken, havasını solurken anlıyorsunuz ki, yaşlanmak, kırışmak aslında o kadının hiç de umurunda olmamış. Enerjisi hala yirmili yaşlarının en delikanlı günlerindeki gibi, müziği, dansı, kahkahası hiç bitmiyor. İşte bu şehrin/kadının sokaklarında dolaşırken,kimi zaman beni çok hüzünlendiren manzaralarla karşılaşsam da, ben de kendimi inanılmaz iyi hissettim. Bir gece vakti elimde puro ile Havana sokaklarında dolaşırken, tüm dünya ile başa çıkabilirmişim duygusunu, bir gece kulübünde dans ettiğim yakışıklı Kübalı adamın gözlerinde, dünyadaki en güzel kadın olduğum hissini ben bu şehirde tattım. Tüm bunlar belki de o yaşlı kadının ruhuna dokunabildiğim anlardı.

Havana’da başka neler yaptım...

Hayatında hiç sigara içmemiş olan ben, akşam yemeğinden sonra içilen iyi bir puro’nun ne kadar keyif verici bir ritüel olduğunu öğrendim. Kesmesi, yakması, sönünce bir daha yakması, gene sönmesi......

Tüm turistler gibi eski şehrin sokaklarında dolaştım. Bahane arayana, bahane bol misali Bodeguita del Media barında, Hemingway’in ruhu şad olsun diye öğleye yakın bir saatte günün ilk mojitosunu içtim.

Sağanak yağmurun yağdığı bir akşam üzeri, Malecon’da kolonyal dönemden kalma neo klasik binaların eskimiş yüzlerinde,balkonlarında geçmişin güzelliğini seyrettim. Selofon bantlarla tutturulmaya çalışılmış kırık vitray camların güzelliği aklımda kaldı.

Latin Amerika’da halen kullanılmakta olan en eski tiyatro binasında, duvarlardan yankılanan müziğin eşliğinde pratik yapmakta olan balerinlere, dansçılara kapıdan bir göz attım. Erkekler çok yakışıklı, kadınlar çok güzeldi.

Bir akşam yemeğine gittiğimiz gösterişli ve pahalı eski Havana yat kulübünde, aylık ortalama gelirin 14 Amerikan doları olduğu ülkede,yemek yemekte olan Kübalıların bolluğunu görünce, her devrimin beraberinde kendi evlatlarını da (!) yarattığını düşündüm. Burada Che Guevera’nın kemiklerini Bolivya’dan bulup getiren arkeoloğu da gördüm.

Temel ihtiyaç maddelerinin pek çoğunun zorlukla bulunabildiği ülkede, okula giden çocukların üniformalarının temizliğine ve ütüsüne hayran kaldım. İstisnasız hepsinin üstü başı tertemiz ve pırıl pırıldı.



Las Vegas’daki kumarın ve eğlencenin şablonunu oluşturmuş olan, 1939 yılında açılan ve 50’li yıllarda Havana’nın en ‘in’ yeri olan,Tropicana kabare ve gece kulübünde, tüm turistlerle beraber bir şov seyrettim. Tamam, gösteriyi biraz ‘kitsch’ buldum ama sonuçta burası tropik seksüalitenin sunağı olarak bilinen ve üzerine koca bir kitap yazılmış bir gece kulübü.

Bu yılın Haziran ayında ölen, Küba’nın first lady’si Raul Castro’nun karısı Vilma Espin Guillois ile bir öğle yemeğinde karşılaştım. Bizi zarifçe selamlayan first lady, Kuzey Kore elçisi ve hanımı ile yemekteydi. Lokantanın bahçesinde dolanırken, çalışanların bizim tabaklarımızdan artan etleri, kendi aralarında bölüşüp,evlerine götürmek üzere temiz torbalara koymaları, Küba’dan canımı en çok acıtan manzara olarak kaldı. Dışarı çıkınca first lady’nin kocaman, kurşun geçirmez siyah Mercedes’ine bir tekme atmak istedim ama yapamadım.

Havana Devrim Müzesinde, Küba devriminin simgelerinden biri olan ve normalde 12 kişiyi taşımak üzere tasarlanmış Granma yatını gördüm ve bu yata 82 kişi nasıl bindiklerini hayalimde canlandırmaya çalıştım, olmadı. Gezi sonrası Tad Szulc’un yazdığı Fidel biyografisinden okuduklarım, Fidel’in bana ne kadar şanslı bir insan olduğunu gösterdi. Şans perisi gerektiğinde yanında olmadığı için tarihin sayfalarında yok olup giden ne kadar çok devrimci vardır mutlaka ama Fidel sanki kendi şans perisiyle adeta yapışık yaşamış ve hala yaşıyor. 82 kişi o yata sığıp sonrada salimen karaya çıkmalarında 83. yolcu Fidel’in perisinin de payı var diye düşünüyorum.

Havana’dan imgeler çok ama hepsini buraya koymak zor, bir kısmıda bana kalsın zaten... Bir sonraki yazının konusu Kübalı kadınlar.....

İlk ve son fotoğraf benim, diğerleri seyahat arkadaşım Semiha Görgülü'den

1 Kasım 2007 Perşembe

Havana - Hotel Nacional

Pek çok kişi gibi Küba’ya ben de, ‘aman Castro ölmeden gidip göreyim’ diye gittim. Yıl Ekim 2003’tü. Komünizm’in Karayipleşmiş halini görmekti birazda istediğim. İdeolojiyi ithal ettikleri gri, donuk, ruhsuz ülkelerin aksine renkli, yaşayan, nefes alan, müzik yapan, dans eden, yaşadıkları tüm zorluklara karşın gülümseyen son derece sıcak insanları olan bir ülke buldum, ve o ülke bir daha da aklımdan da, kalbimden de hiç çıkmadı.

İstanbul – Havana arası insanı bezdirecek kadar uzun bir yol. Akşam saatlerinde Havana’da kalacağımız Hotel Nacional’e ulaştığımızda uçakta ve havaalanlarında geçen saatlerden fenalık gelmişti. Benim sevgili seyahat arkadaşım Semiha ile hızla odaya yerleştikten sonra, otelin palmiyeler altındaki harika bahçesindeki hasır koltuklara oturup, hemen yanı başımızda çalmakta olan müzik grubunun fıkır fıkır Latin melodilerini dinlerken, sonrasında düzinelercesini içeceğimiz ilk mojitoların tadına bakmaya başladık. Limonata gibi kolay içilen ve nane yapraklarının, şekerle ezilip, üzerine rom, limon suyu ve soda eklenmesi ile yapılan bu içki, yol yorgunluğunun önemli bir kısmını alıp, bizi Karayip havasına soktu hemen.


Bu noktada mavilimon gezginlere önemli bir ipucu vermek ister: Şu ana kadar gittiğim ülkeler arasında iki tanesi var ki, mutlaka seyahat bütçenizde içilecek içkiler diye de bir kalem ayırmalısınız. İçkilerin pahalı olmasından değil bu durum, sadece çok içecek olmanızdan. Biri tahmin ettiğiniz gibi Küba’da mojito bütçesi, diğeri ise Meksika’da margarita bütçesi.

Havana’da kaldığımız Hotel Nacional pek çok turistin mutlaka ziyeret edilmesi gereken yerler listesinde yer alıyor. Bugün de Havana'nın en görkemli binalarından biri olan otel, Küba Hükümeti ve Amerikan bankalarının ortak konsorsiyumu sonucu yapılmış ve otel kapılarını ilk kez 30 Aralık 1930’da açmış. Devrim öncesinde General Batista ile ilişkilerini ilerleten ve Amerika’da daha çok ünlü gangster Bugsy Siegel’ın akıl hocası olarak ünlenen Meyer Lansky burayı o dönemin en ünlü kumar merkezlerinden biri haline getirmiş. O yılların mafya ve Hollywood ilişkileri malum, dolayısıyla Frank Sinatra, Erol Flynn, Clark Cable gibileri yanlarında dönemin en güzel kadınları ile burada boy gösterirken, Hotel Nacional kısa süre içinde bu çevrelerin ‘mutlaka görünülmesi gereken yerler’ arasındaki yerini almış. Otelin salonlarında, barında, harika bahçelerinde o zamanlar hangi ilişkilerin kurulduğunu, hangi aşkların yaşandığını, Frank Sinatra’nın doğum gününü kutladığı zamanları yada Ava Gardner’in gecenin geç vakitleri etekleri ucuşan bembeyaz bir tuvalet içinde bahçede dolandığını hayal etmek, gecenin serinliğinde elinizde bir bardak mojito ile öylesine kolay ki.


Ancak gece otelin abartısız ancak konforlu odasındaki yatağıma yattığımda, aklımda ne Frank Sinatra vardı, ne de beyaz tuvaleti ile Ava Gardner. Çok yorgundum. Uzunca bir süre Havana’nın sahili yada belki daha net anlatabileceğim bir ifade ile Kordon boyu diyebileceğimiz, Malecon’da neredeyse sabaha kadar oturan insanların seslerine ve ordan gelen müziğe kulak kesilerek, derin bir uykuya daldım. Sabah kalktığımda muhteşem manzarası ile Malecon ve keşfedilmeyi bekleyen yepyeni bir şehir beni beklemekteydi.

Fotoğraflar ben doğru dürüstünü çekemediğim için Hotel Nacional’in web sayfasından ve fotoğraf konusunda her daim güvenilir Wikipedia’dan