25 Nisan 2008 Cuma

Nuvara Eliya



Şu ana kadar İngilizlerle de İngiltere ile de çok bir işim olduğu söylenemez. Yıllar önce bir seminer için Londra yakınlarına gitmiştim, gitmişkende Londra’da bir kaç gün geçirmiştim o kadar. Ama uzaktan uzağa hayran olduğum bir, iki özellikleri vardır. Öncelikle eskiyi korumalarına bayılırım. Özellikle ülkenin kırsalında 200- 300 yıldır aynen korumayı başardıkları kasabalarda, evlerde oturanları kıskanırım. Sonra kolonyal dönem İngiltere’sinin maceracı insanlarının hiç bilmedikleri uzak uzak ülkelere gidip, sonrasında da oralarda kendi küçük İngiltere’lerini kurmaları ve sanki ülkelerinden hiç ayrılmamışcasına geleneklerini sürdürmeleri beni hem eğlendirir, hem de çok şaşırtır.

Hele o beş çayı adetleri. Televizyondaki dizilerde ya da filmlerde görmüşsünüzdür. İster Ortadoğu’nun çöllerinde olsun, ister Burma’nın balta girmemiş ormanlarında, ya da ateş altında saklanmak zorunda kaldıkları barınaklarda, siperlerde, o beş çayı hep içilir.

19. yüzyılda Sri Lanka’ya gelen İngilizler de bu adetleri sürdürmüşler tabiki. İlk karşılaştıkları sorun tahmin edebileceğiniz gibi, soğuk ve kapalı İngiltere havasından sonra, Sri Lanka’nın tropik sıcağı ve güneşi olmuş olmalı. Ama zaman içinde bu soruna da bir çözüm bulunmuş ve Nuvara Eliya kasabası kurulmuş. Ülkenin dağlık bölgesinde bulunan bu bölgeyi, serin iklimi ve çay ekimine elverişli toprağı nedeniyle çok seven İngilizler, burayı adeta ihya etmişler.

Nuvara Eliya kasabasını kuran Samuel Baker ise tam bir kolonyal dönem İngiliz. Hayat hikayesini çok sevdim. Neredeyse tüm kolonilerde yaşamış, bol bol avlanmış. Dünyanın her yerinde adeta kendi evinde gibi yaşamış. Bu arada bir dönem İstanbul’da da bulunmuş. İşte bu İstanbul döneminde esir pazarından satın aldığı ve bir Bulgar prensesi olduğu iddia edilen bir kadınla evlenmiş. Dedikodulara göre sonrasında karısının geçmişi nedeniyle Kraliyet ailesindeki dostları ile çok da fazla görüşemez olmuş.

Sri Lanka’nın dünyaca ünlü Seylan çaylarının yetiştiği bu bölgede önceleri kahve yetiştiriliyormuş. Ancak tüm kahve ağaçlarını kırıp geçiren bir hastalık sonrası çay ekimine başlanmış ve bence çok da iyi edilmiş. Kolonyal dönemde mülkiyetinde bulundukları ailenin adı ile anılan çay plantastonları, bugün büyük Sri Lanka’lı şirketlerin elinde olsa da, adlarını korumayı sürdürüyorlar. Kolonyal dönemden kalma binaların dışında, korunan bir başka şey ise çay fabrikaları. Büyük teneke kutu biçiminde inşa edilmiş bu fabrikalar halen yemyeşil çay tepeleri arasındaki yerlerinde gururla kurularak çay üretimine devam ediyorlar.

Nuvara Eliya’da bizimde kalacağımız otel, işte bu fabrikalardan birinin otele dönüşmüş haliydi. Sunday Times gazetesi tarafından dünyanın en iyi 100 otelinden biri seçilen The Tea Factory’e ulaşmamız ise hiç de kolay olmadı. Kandi şehrinden yola çıktığımızda hava tipik Sri Lanka havasıydı. Sıcaktı, nemliydi ve bunaltıyordu. Sonrasında yavaş yavaş dağlık bölgede yükselmeye başladık. İlk çay bahçelerini görmeye başladığımızda, otobüsün içine tatlı bir serinlik çökmüştü bile.

Hayran hayran etrafı seyredip giderken, doğa şunlara bir sürpriz daha yapayım dedi. Önce hafiften yağmaya başlayan yağmur, sonrasında bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayınca, etraftaki yeşilin tüm tonları bütün parlaklığı ile şıkırdamaya başladı. Hele o çay ağaçlarının yeşili yok mu, onlar apayrı parlıyordu. Sonrasında ise muhteşem bir gökkuşağı çıkmasın mı. Deyim yerindeyse görsel bir keyiften ölmek üzereydim...

Bu arada hava çaktırmadan derece derece soğumaya devam ediyordu. Yolda gördüğüm Sri Lankalıların kıyafetlerine bereler ve montlar eklenmeye başlayınca durumun daha da vahime gideceğini geç te olsa anlamaya başladım. Nuvara Eliya kasabasına ulaştığımızda üst üste giydiğim t-shirt lerim ve kafama boynuma sardığım eşarplarımla garip bir görüntü verdiğimin farkındaydım. Ancak yol orada da bitmiyordu. Tepelerde bulunan otelin minibüsü bizi alıp tekrar daracık yollara vurduğunda ise hava artık kararmış ve iyice soğumuştu ve bende artık moda ikonu statümün en üst noktasına erişerek ayağımdaki siyah terliklerimin içine, o an yanımda olan tek çorabı ( rengi ise tahmin edebileceğiniz gibi BEYAZ!!!!) giyerek ulaştım.

Bu zarif kıyafetim, çamurlanmış çoraplı terliklerimle otelin lobisinde oda anahtarını beklerken, ağır ağır merdivenlerden inen bir çift ise tüm grubumuzu derin bir şoka uğrattı. Seyahat arkadaşlarımın şıklığı da benden pek geri kalmazken, merdivenlerden inen hanım omuzlarını açıkta bırakan ve parlak payetlerle süslenmiş siyah uzun bir tuvalet ve ince topuklu açık bir ayakkabı giymiş bulunmaktaydı. Üstelik biz soğuktan bırrrr lamaktayken, o sadece ince bir şala sarınmıştı. Şaşkın Türk bakışlarının ağırlığı altında ezilen çift bizim geldiğimiz minibüs’e binerek gecenin karanlığında kayboldu.

Günlerden 14 Şubat’tı ve sonraki tahminler, çiftin bölgede bulunun golf klübüne yemeğe gittikleri seçeneği üzerinde yoğunlaştı. Kendi kendime bunlar kesin İngiliz dir dedim. Kolonyal dönemde, her iklimde ve her şartta, o bej keten takımları, yerleri süpüren upuzun elbiseleri giymeyi başarabilen bir ulusun evlatları da böyle oluyordu işte.

19 Nisan 2008 Cumartesi

Kandi - Sri Lanka

Aylardan Temmuz yada Ağustos. Sıcak bir yaz gecesi düşleyin. Sri Dalada Maligava Tapınağına giden tüm yol kenarları hınca hınc dolu. Tüm Kandi’liler ve belki bir o kadar da başka şehirlerden gelen Sri Lankalılar sokakları doldurmuş. Keyifli, kıpır kıpır bir beklenti tüm şehire hakim.Gökyüzünde ise tüm heybeti ile kocaman bir dolunay.

Sonra uzaktan yavaş yavaş davul sesleri gelmeye başlıyor. Kalabalıkta telaşlı bir dalgalanma. Kutsal tapınağın büyük kapıları ağır ağır açılmaya başlıyor . Geleneksel giysileri içinde, bin tane davulcu ve dansçının ve yüze yakın filin katıldığı, ve 4. yüzyıldan beri yapılmakta olan, yılın en büyük bayramının geçit töreni başlıyor. Davulların ritminin ve dansçıların hareketlerinin yaydığı enerji kısa sürede tüm izleyenleri kapsıyor. Bu hareket ve eğlence bir süre devam ettikten sonra, bu kez tapınağın kapılarından festivalin en önemli kişisinin çıkması ile, etrafta devam eden gürültü saygılı bir sessizlik ile bastırılıyor. İzleyenler yavaşça kafalarını öne eğip, dualarını etmeye başlıyorlar. Festivalin en önemli kişisi, değerli taşlarla kaplı kumaşlara bürünmüş, altınlarla, ışıklarlarla, boyalarla süslenmiş püslenmiş olan devasa bir fil ise ağır ağır yürümeye devam etmektedir.


Gösterilen tüm saygı ve edilen bütün dualar tabiki bu süslü fil için değil ama onun taşıdığı yüke. Taşıdığı yük ise, tüm Budist dünyasının en önemli emanetlerinden biri. Buda’nın dişi. MÖ 4. yüzyılda bir Budist prensesin saçları arasında gizlice Sri Lanka’ya getirilen diş sonrasındaki yüzyıllar boyunca pek çok savaşa neden olur. Nedeni ise dişe sahip olan kişinin, ülkeyi yönetmek için tanrısal bir hakka sahip olduğu inancı.

Biz Kandi’ye ulaştığımızda ise aylardan Şubat’tı ve akşam olmak üzereydi. Sri Lanka’nın Vatikan’ı olarak adlandırılan bu şehire girerken daha önceden okuduğum festival geçit törenini aklımda canlandırmaya çalışıyordum. Ama bazen ne kadar sıkı çalışan bir hayal gücünüz olsa da, ortam size izin vermez ya, işte öyle bir şey oldu. Etrafta huşu içinde bir şehir bulmayı beklerken, görebildiğim neredeyse tek şey sıra sıra dizilmiş, otomobil ve yedek parça satıcılarıydı. Sonradan öğreniyorum ki, Kandi’liler bu otomobil ve teferruatı ithalatında çok hırslı çıkmışlar ve tekel olmuşlar. Ülkenin limanlarına yapılan tüm ithalat, öncelikle orta bölgelerde bulunan bu 250.000 nüfuslu şehire gelip, buradan ülkeye dağılıyormuş.


Ertesi sabah kutsal diş tapınağına gitmeden önce, bence şehrin en güzel yeri olan botanik bahçelerinde keyifli bir yürüyüş yapıyoruz. İngiliz işgali sırasında yapılan bu bahçeler öylesine geniş, ve öylesine bakımlı ki, İngiliz karşıtı sıkı bir Sri Lanka milliyetçisi olsam, sadece bıraktıkları bu güzel bahçeler için İngilizlere şükran duyardım. Sri Lanka’lılar da duyuyor olacak ki, İngilizlerin gidişinden 60 yıl sonra bile bahçeler inanılmaz bakımlı.



Kutsal diş tapınağında tabiki dişi görmüyoruz. Dişin altın bit kutu içinde saklandığı odanın, ağır gümüş kapısının önünden saygıyla geçiyoruz. Odanın kapıları günün belli bir saatinde kısa süre için açılırmış. Etrafta yerlere oturarak sabırla bekleyen hacılar ise günün o saatinin gelmesini bekliyorlarmış, ama tabi bizde o sabır yok. Kandi Krallarının 1687 yılında yapımına başladıkları bu tapınağın diğer odalarını geziyoruz.



Tapınak 1998 yılında Tamil gerillalarınca bombalandığından beri, güvenlik önlemleri çok sıkı. Neredeyse havaalanından bile daha iyi bir kontrol var. Bu arada eğer bir gün yolunuz düşerse, binanın çıkışında bulunan küçük kitapçı dükkanında ki, Budizm üzerine yazılmış İngilizce kitaplar son derece ucuz ve çeşitli.

Bu arada tam tapınaktan çıkarken, kutsal diş festivalinin en önemli şahsiyetini de günlük sivil giysileri içinde, tapınak bahçesinde turlarken görmek şansına da erişiyoruz.



Kandi’de benim gibi aval aval etrafa bakmak yerine şakır şakır fatoğraf makinesini çalıştıran, ve hatta tapınakta ikimizide Budist günahına sokarak, benim Buda heykellerine arkamı dönmüş bir resmimi bile çekmeyi başaran ( Sri Lanka’da Buda heykellerine arkanızı dönerek poz vermeniz ve resim çektirmeniz ülke geleneklerine saygısızlık kabul ediliyor ve etraftaki görevliler bu konuda çok titiz) ve sonrasında da bu fotoğrafları benimle paylaşan sevgili seyahat arkadaşım Sema Ocakcıoğluna, buradaki fotoğrafları için mavilimon’dan binlerce teşekkür....

12 Nisan 2008 Cumartesi

Bir Tavsiye: Eckhart ve Oprah

Okumayı öğrendiğim günden beri en büyük hobim kesinlikle kitaplar oldu. Bir kaç sayfa okumadan geçirdiğim her günü kesinlikle eksik kalan günlerden biri olarak tanımladım. Ama son 1,5 yıldır, eksik geçen günlerin sayısı her gün artıyor, bir yıl içinde okuduğum kitapların sayısı ise neredeyse yarıya düştü. Nedeni: Podcast'ler..
Podcast kısaca internet üzerinden yayınlanan sesli yada görüntülü dijital dosyalar. İnanılmaz bir dünya var orada. Son dönemde bu dünyanın yıldızları ise Amerikalı talk showcu Oprah Winfrey ve Eckhart Tolle.


Kendi içinize kısa ya da uzun geziler yapmaktan kendinizi alıkoyamayan biriyseniz, bir yerlerde yolunuz mutlaka Eckhart Tolle ve Türkiye'de en tanınan kitabı ' Şimdi'nin Gücü' ile kesişmiştir.


Tolle geçenlerde ' A New Earth' isimli bir kitap yayınladı. Kitap kısa süre sonra Oprah'ın ünlü kitap klübünce tanındı. Oprah kitaptan öylesine etkilenmiş olacak ki bununla da kalmadı, Eckhart'ı aldı yanına ve kitabın her bir bölümünü onunla tartışmaya başladı. Derslerin yapıldığı sınıf internet, öğrenciler ise tüm dünyadan katılanlar. Tüm program 10 derste bitecek, şu anda 5. dersteler ve her ders 1,5 saat civarında sürüyor. Ben derim ki bu yolculuklara meraklıysanız, bu program kaldırılmadan, yada ücretli hale gelmeden bir deneyin.

Bu derslere ulaşmanın en kolay yolu i tunes. www.apple.com/itunes/download adresinden itunes programını ücretsiz olarak bilgisayarınıza indirdikten sonra , itunes store 'a gidin ama merak etmeyin size alışveriş yaptırmayacağım. Dükkandaki seçeneğiniz podcast reyonu. Orada ise ne alırsanız bedava. Sesli yada görüntülü binlece seçenek var. Oprah ve Eckhart zaten bir numaradalar onları bulmanız çok kolay. Diğerlerini ise konulara ve ilgilerinize göre bir dolaşın derim.

Bu arada ben bu önerdiğim görüntülü dosyaları internetten izliyorum. Sesli dosyalar için ise seçeneğim bir i pod almak oldu. Yemek pişirip, ev işi yaparken, spor yaparken yada gece uykuya geçmeden önce kulağımda hep o var. Kimi zaman Bizans tarihini dinliyorum, kimi zaman Budist metinleri. Bazen ise heyacanlı bir kitap okuyor birileri kulağıma, kimi zaman ilişkiler ve erkekler üzerine tavsiyeler, bazende meditasyon. Dedim ya neredeyse sonsuz seçenekler sunan bir dünya var orada. Mutlaka gidip görmek ve uzun uzun da gezmek lazım. Kimbilir bir gün belki bloglar dan sonra kendi pod castlerimizi yapmaya başlarız..

10 Nisan 2008 Perşembe

Ayurveda Bahçesi

Hep tarih, hep tapınaklar, hep Buda heykelleri.... Başka bir şey yok mu bu Sri Lanka’da diyebilirsiniz. Olmaz mı, bugünde sizi biraz yeşillikler arasında dolaştırmak istiyorum.


Başından beri hep yazıyorum, ülke adeta bir yeşil cennet. Bugün batıda da alternatif tıp yöntemi olarak kullanılan Ayurveda ile de, Hindistan’a yakınlığı nedeni ile, yüzyıllardır haşır neşir. Ülkenin orta kısımlarında yer alan Matale bölgesinde ise çeşitli baharatların ve ayurvedik bitkilerin yetiştirildiği, baharat bahçeleri oldukça çok..

Bu bölgeden geçerken, Highland Spice Garden isimli bir tanesine biz de daldık. Birbirinden farklı yüzlerce çeşit bitki ve ağaç arasından fotoğrafladıklarım, bizimde mutfaklarımızda sıkça kullandıklarımız ya da bildiklerimiz. Bu arada neden, nasıl ve niye öyle düşündüğümü çok bilmiyorum ama ananas ağaçta yetişir zannederdim. Meğerse öyle değilmiş...




Kahve ve Vanilya




Tarçın ağacı ve Biber. Meyvaları toplanıp kurutulduktan sonra bizim bildiğimiz kara biber haline geliyormuş

Aloe Vera ve ağaçta yetişmediğini öğrendiğim ananas
Lemon Grass ve kökünü kullandığımız Zencefil (Ginger)
Bu kadar gezme görme, genel kültür yeter artık dedikten sonra ise alışveriş zamanı gelmişti. Bahçenin hemen içinde yer alan Ayurvedik ilaçlar satan, dükkan çalışanları önce alışverişi hızlandırmak için, isteyenlere çeşitli yağlarla masaj yaparak müşterileri istedikleri kıvama getirdikten sonra ürünleri tanıtmaya başladılar.

İlaçlar neredeyse her derde deva, fakat fiyatlar öyle sudan ucuz ayarında değil. Onu mu alsam bunu mu alsam, acaba faydası olur mu gibi muhtelif düşünceler sonrası ben de dükkandan 2 ayrı ürün ile ayrıldım. İlki turmelik ve aloe vera dan yapılan tüy dökücü bir krem. Sonuç: şu ana kadar hiç bir faydasını görmedim.

İkincisi ise Needra adı verilen yerel bir bitkiden çıkarılan bir yağ. Uykusuzluğa iyi geldiği söylendi. Sonuç: muhteşem.... Uyku ilacı yada sakinleştirici ilaç kullananlar bilirler, ilacı aldıktan bir süre sonra hafif bir sersemlik duymaya başlarsınız, sonrasında da yatıp sabaha kadar deliksiz uyursunuz ya işte bu da aynı etkiyi yapıyor. Ama fark ilacı yutarken, bunda yarım çay kaşığı kadar bir yağı, kafanızın tam tepe ortasına sürmeniz. Benim gibi kronik uykusuzluk çeken ve ilaç almak istemeyenler için harika bir çözüm. Tek eksi yönü, yastık kılıfının yağlanması ve sabah yağlı bir kafa ile kalkmanız.

6 Nisan 2008 Pazar

Dambulla Mağaraları

Sri Lanka’nın orta bölgelerinde yer alan Dambulla, buralarda tıpkı New York gibi 24 saat uyumayan şehir diye anılıyor. 70.000 nüfuslu bu şehirin New York’a benzeyen pek bir yeri yok ama ülkenin tüm meyva ve sebzesi buradaki hal’de toplanıp, buradan dört bir yöne dağıtıldığı için bu isim ile anılıyormuş. Aslında şehirden çok kabzımalları uyumuyor demek daha doğru ama insanın adı çıkacağına, canı çıksın hesabı işte...

Bizim buraya geliş nedenimiz ise, tahmin edebileceğiniz gibi, kabzımalların 24 saat uyumayan renkli hayatları değil. Dambulla,Güneydoğu Asya’daki en büyük mağara tapınak kompleksine sahip ve iyi gezginler böyle yerleri atlamazlar.



Mağaralar binlerce yıldır orada, ama Budistlerce önemli bir hac merkezi kabul edilen tapınaklar haline gelmeleri ancak bir kral’a ev sahipliği yapmalarından sonra oluyor. MÖ 100 yıllarında yaşadığı düşünülen kral Valagamba, taht kavgasını kaybettikten sonra zorunlu olarak sığındığı bu mağaraları, tahtı ele geçirdikten sonra onurlandırır ve en görkemli tapınağı haline getirir. Sonraki dönem krallar da bu geleneği devam ettirir ve sonuçta 5 adet yanyana mağaradan oluşan bu doğal oluşum, zaman içinde, içi Buda heykelleri ve freskolarla dolu etkileyici bir merkeze dönüşür.



Mağaralarda bulunan büyüklü, küçüklü heykellerin sayısı 150’yi bulurken, benim çok hoşuma giden duvarların adeta her bir santimetre karesini kaplayan freskoların çoğunluğu ise 19. yüzyıl civarlarından kalma. Buda’nın hayatından ve Sinhali halkının tarihinden önemli anların resmedildiği bu freskoların pek çoğu öylesine canlı ve parlak renklerde ki, sanki bir kaç hafta önce tamamlanmış gibiler.



Güneşin tepede parladığı sıcak ve bunaltıcı bir Sri Lanka gününde, mağaraların serin ve loş ortamı sizi uzun uzun içerde kalıp, gözlerinizi bu görsel hazine ile şenlendirmeye devam etmeye zorlasa da çare yok, dışarı çıkılacak. Mağaraların hemen önüne yapılan beyaza boyalı geniş balkonlar ve hemen önündeki avlu, adeta sıcaktan alev alev yanıyor. Bu koşulları kafalarına hiç takmayanlar ise her zaman olduğu gibi maymunlar. Etrafta koşturup duruyorlar.

Sri Lanka’lı kadınların en güzel aksesuarı olan arkadan örülmüş uzun ve simsiyah saçlı dua eden bir genç kızı seyrederken Eflatun’un Devlet kitabındaki ünlü mağara alegorisini hatırlamaya çalışıyorum. Bir mağara’da yaşayan ve duvarlarındaki gölgelerle eğlenen esirler diye tanımlamıştı toplumun büyük bir kısmını yanlış hatırlamıyorsam. Filozoflar ise ne kadar zor ve acı olsa da, kendilerini bu karanlık mağaralardan kurtarıp ışığa ulaşan ve hayatın anlamını kavrayan kimselerdi.

İşte tam o anda,Eflatun’un alegorisine inat, kendi hayatımda alegorik bir şerit gibi geçti gözlerimin önünden. Karanlık mağaranın serin kuytularındaki resimlere bakarken mutluydum, ama dışarıdaki ışığa da çıkmak gerekiyordu, çünkü onun orada olduğunu biliyordum. Gerçek hayatta içerden dışarıya yapılan yolculuk çok uzun zaman alıyordu, çoğu kez acı veriyordu ama durmak donup kalmak, paralize olmak demekti. Hayatın anlamı mı? Ne olduğunu daha tam bilmiyorum ama bir şeyde yada birisinde değil de, bende saklı olduğunu öğreneli daha bir kaç yıl oldu.