27 Şubat 2008 Çarşamba

Anuradhapura

Sabahın erken saatlerinde ayrıldığımız Colombo’nun dışına çıkabilmek, Pazartesi gününün trafiği nedeniyle oldukça zor oluyor. Bugünkü hedef ülkenin ilk başkenti Anuradhapura.

Şehirden uzaklaşır uzaklaşmaz, ada gerçek kimliği ile yani, yeşilin binbir tonu ile karşımıza çıkıyor. İstanbul’da yaşadığım beton ormanından sonra, daha ilk andan itibaren insanın ruhunu yenileyen,hafifleten görüntüler her yerde. Kıyı bölgelerde yoğun olan hindistan cevizi ağaçları, iç bölgelere doğru yol aldıkça yerini tik ağaçlarına bırakıyor. Etrafımda akıp gitmekte olan binlerce tür farklı tür bitki ve ağacın arasından favorim daha ilk günden belli oluyor: Hindistan cevizi ağaçları. Sri Lanka’lılar bu ağaçtan tam 101 şekilde yararlanıyorlarmış, ama ben en çok gökyüzüne doğru uzanıp giden hallerinden hoşlanıyorum.



Ülkede yollar ve ulaşım ağaçları oldukça eski, dolayısıyla bizim ülkemizde oldukça kısa sürede alınabilecek kilometreleri, aşabilmek burada bazen saatler sürüyor. Sallana sallana giden otobüsün arkasında, hem sıcaktan hemde yorgunluktan kısa kısa şekerlemeler yapıp giderken, atıl kalan beynimi ise bir Zihni Sinir projesi ile oyalıyorum. Burada bir hindistan cevizi çiftliği, ya da daha şık bir kelime ile bir hindistan cevizi plantasyonu satın alıp, İstanbul yerine burada mı yaşamalı.??? İşin ekonomik fizibilite raporu herhalde berbat olmalı ama şu anda o kimin umurunda.... Estetik fizibilite ise bir harika... Hindistan cevizi ağaçlarımın derinliklerindeki tik ağacından yapılma evimi beyaza boyuyorum, ve ben yazılarımı yazarken, evin verandasındaki müzik setinden gelen klasik müzik her tarafa yayılıyor. Akşama yakın saatlerde çalan Shostokovich ile geride bıraktığım ülkemi özlüyorum. Her daim siyah giymekten hoşlanan ben, bu estetik harika uğruna her daim beyaz keten kıyafetler içindeyim...Ama şimdi bunları yazarken itiraf etmeliyim ki, bu estetik görüntülerin büyük bir kısmı, bana değil Andy Garcia’ya ait. Hem oynayıp hem yönettiği The Lost City filminde, Küba’daki bir tütün plantasyonunda geçen böylesi görüntüler vardı, beni alıp götüren.

Tekrar başlık konumuza dönecek olursak, Anuradhapura kenti, ülkenin ilk başkenti. MÖ 380 yılında temeli atılan kent, MÖ 247-207 yılları arasında en parlak dönemini yaşamış. Bu eski antik kentin girişinde bizi ilk karşılayan maymunlar oluyor. Binlerce yılın tozunu toprağını yutup gelmiş, eski tapınaklar, saraylar kimsenin umurunda değil, varsa yoksa maymunlar. Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş, çocukluğunda kedi, köpekten başka pek de bir hayvanla haşır neşir olmamış bir ülkenin evlatları olarak, bir anda paparazzi ruhuna bürünerek deli gibi maymun fotoğrafı çekmeye başlıyoruz. Her gördüğüm maymunu fotoğraflama saplantım ancak 2-3 gün sonra, bu ülkede maymunların bizim tekir kedi statüsünde hayvanlar olduğunu anladıktan sonra bir hayli azalıyor...

Oldukça geniş bir alana yayılmış kentteki en önemli tapınak Sri Mahabodi, aynı zamanda Budizm’inde en önemli merkezlerinden biri. Buda, dünyada milyonlarca kişinin peşinden koştuğu aydınlanmaya Hindistan’ın Sanrat kentinde bir Bodi ağacının altında ulaşır. İşte zamanında o orijinal ağaçtan alınmış bir fide Sri Lanka’ya getirilerek buraya ekilir. Daha sonraki yıllarda Hindistan’daki ağaç kuruyunca, bu kez de Sri Lanka’daki ağaçtan giden bir fide yeniden Sanrat’daki yerine dikilir. 10 yıldan fazla bir zaman önce, Sanrat’da gördüğüm ve yapraklarından birini kopararak, sonrasında kurutup salonumun en güzel yerine astığım bu ağacın bu kez de annesini görmek benim için çok hoştu. Ama anne oldukça yaşlanmıştı. Belki artık ağaç bile demek doğru değil, çünkü alttan direklerle desteklenmiş iri bir dal parçasından başka bir şey kalmamış gibi.Etrafı duvarlarla çevrilmiş ve diğer bodi ağaçlarının arasında kalmış bu dal parçasına ancak uzaktan ve alttan bakabiliyorsunuz.




Anuradhapura oldukça geniş bir alana yayılmış durumda ve Tayland’daki Si Sat Çanalay tarih parkını andırıyor ancak burada daha kazılması gereken daha pek çok yer var. Kimi dagobaları halen üzerlerini bürümüş ottan kurtarmaya çalışıyorlar. Bu şehirde bulunan Cetavanarama manastırının dagobası inşa edildiği MÖ 3.Yüzyılda, Mısırda bulunan Keops ve Kefren piramitlerinden sonra dünyadaki en yüksek yapıymış. O zamanlar 130 metre’ye kadar ulaşan dagoba, şimdilerde de 70 metreye inmiş boyu ile dünyanın en büyük tuğla yapısı.

Gece burada kaldığımız Palm Garden Village, orman içine yapılmış ufak ve şık villalardan oluşuyor. Akşam hava karardıktan sonra, elimde koca bir bardak buzlu viski ile verandadaki şezlonga oturup, uzunca bir süre ormanın kokularını içime çekip, gecenin içinden gelen çeşit çeşit kuş ve böcek seslerini dinledim. Huzurlu ve keyifli bir andı, ama kendimi oldukça yalnızda hissettim, kalbim İstanbul’daydı... Bu arada ben böyle aygın ve de baygın oturup, efkar yaparken, ormanın bütün sivrisineklerinin de beni yiyip bitirdiğini öğrenmem, ertesi günün ilk ışıklarına denk düştü. Kalbim İstanbul’daysa, kanım da Sri Lanka’da kaldı..

Son üç resim sırasıyla; Abayagiriya, Ruvanveliseya ve Cetavanarama

21 Şubat 2008 Perşembe

Colombo

Dubai’den kalkan uçağımız Colombo için inişe hazırlandığı sıralarda, uçağın ufacık penceresinden Hint Okyanusunun lacivert rengini seyrediyordum. Kafamı bir an için yana çevirip, tekrar cama döndüğümde, lacivert yerini yeşile bırakmıştı bile. Uçak alçalmaya başladığı anda, yeşilin yüzlerce tonu arasından ilk seçmeye başladığım Hindistan cevizi ağaçları oldu. İstanbul’un ıslak ve gri havasından sonra, yemyeşil bir bitki örtüsü, lacivert okyanus, hindistan cevizi ağaçları ve güneş.... Marco Polo haklıydı galiba, dünyanın en güzel adasına gelmiştim.

Yeni bir ülkeye geldiğinizde çoğunlukla başkentteki havaalanına inersiniz. Başkentler de aslında yine çoğu kez oldukça sevimsizdir, çoğu kez bende hayal kırıklığı yaratmışlardır. Colombo’da biraz öyle oldu. Yıllardır bildiğimin aksine ilk önce oranın aslında ülkenin başkenti olmadığını öğrendim. Ülkenin resmi başkenti 1978’den beri Sri Jayawardenepura Kotte. Böylesi zor bir ismi kimse kolay kolay ezberleyemeyeceği için, galiba Colombo demek herkese daha kolay geliyor.

Havaalanı, şehir merkezi arası yaklaşık 30 km. Yol boyu sıralanmış evler, büyüklü küçüklü iş yerleri ve etrafta koşturan insanları, sari’li kadınları, enerjisi ve kokuları ile burası adeta Hindistan’dan bir köşe.. Günün erken saatlerinde en yoğun olan dükkanlar, küçük manav dükkanları ve belliki sabah erken saatte kesilen etlerin, açıkta satıldığı kasap tezgahları. Küçük kafeslerde getirdiği tavukları, isteğe göre hemen kesip satan portatif bir tavukçu dükkanının, hemen Kentucky Fried Chicken’ın yanına tezgah açmış olması sabah sabah beni çok eğlendiriyor. Rekabetse rekabet, hadi bakalım hodri meydan der gibi..


Şehir merkezine doğru yaklaştıkça, görüntüler büyük şehir sıradanlığına bürünmeye başlıyor. Sıkışık trafik, ve yüksek yüksek binalar. Colombo doğal bir liman olarak, ikibin yıldır Arap, Romalı ve Çinli gözüpek gemiciler ve tüccarlar tarafından bilinse de, ilk şehirleşmenin tohumları Kolonyal dönemde atılıyor. Sri Lanka’nın zengin bir kolonyal geçmişi var. Önce Portekizliler, daha sonra Hollandalılar ve en son olarak ta İngilizler bu bereketli ülkeyi bir dönem topraklarına katmışlar. O dönemlerde bu şehrin tarçın bahçeleri ile dolu olduğunu, şimdi hayal etmek, benim gibi hayal gücü çok geniş biri için bile oldukça zor. Ama etrafta bolca görebileceğiniz kimi onarılmış, kimi zamana bırakılmış kolonyal yapıların bolluğu, bambaşka bir zamana ait bir dekorda dolaştırıyor sizi.


Günün büyük bir kısmını, bir turistin yapması gereken ziyaret ve uğraşlarla geçirdikten sonra, akşam üzeri kendimi, sıcak ve nemli havanın etkisinden biraz da kurtulurum belki umuduyla, Galle Face Yeşilliğine atıyorum. Burası okyanus kıyısında uzun bir yürüyüş yeri ve günlerden de Pazar olduğu için tıklım tıklım dolu. Dolaşanlar beni inceliyor, bense ufak tezgahlarda sattıkları atıştırmalık yiyecekleri. Parlak turuncu renk bir hamurun üzerine yapıştırılmış karidesleri ile, kurabiyeye benzettiğim bir parça, renginden dolayı ilgimi çok çekse de, hijyen koşullarını yeterli bulmayarak, kendimi sağ duyuya davet ediyor ve yemekten vaz geçiyorum.


Bir süre sonra üstlerindeki kıyafetlere aldırmadan kendilerini Hint Okyanusunun büyük dalgalarına atan çocuklara özenip bende, sahile iniyorum. Belkide koskoca Okyanus olduğu için suyun soğuk olmasını bekliyordum ama su bizim tabirle hamam suyu ayarında. Yakıştıramıyorum bu kıvam bir suyu Hint Okyanusuna, ama gelen dalgalar ve de tabiki sürekli onlardan kaçma oyunu oynamak çok keyifli. Fotoğraf çekmeye çalıştığım sırada bir tanesi beni kötü avlıyor, şortum sırılsıklam...Madem ıslandım daha kalıp uzun uzun yürümek var sahilde ama kendime verilmiş bir sözüm var. Sri Lanka’da ki bu ilk günümde güneşi Galle Face Otelin’de elimde bir bardak cin tonik ile uğurlayacağım.

Islak şortuma ve ayaklarıma bulaşmış kumlara aldırmadan kendimi 1864 yılında yapılmış bu şık ve eski kolonyal otele atıyorum. Bahçesi çok güzel ama bir sürü turist dolu, en sonunda verandasınada sakin bir masa bulup hemen siparişimi veriyorum. İçkimin gelmesi güneşin son ışıklarının yok olmasından sonraya denk gelse de, ne gam.. İşte sonunda Sri Lanka’dayım, ve şimdi bambaşka zamanları ve hayatları hayal etmenin zamanı...

19 Şubat 2008 Salı

Döndüm...

Dün dağil, sadece bir önceki gündü..Hava sıcaklığı 37 derece, elimde bir kitap okyanusa karşı yayılmışım şezlonga...Tembellik katsayısının tavana vurduğu o muhteşem anlardan birindeyim, tek derdim güneşte kalıp fazlaca yanmamak, derken telefonum çalıyor... Arayan sevgilim.


'İstanbul'da her yer kar, elektrikler kesik, yollar kapalı, donuyoruz' diyor. Ne diyeyim, 'Hay Allah, kendine dikkat et, sakın üşütme' diyorum. Yapacak bir şey yok, İstanbul'da kış kıyamet ama ben Sri Lanka'dayım. Kalkıp kendimi Hint Okyanusunun sularına atıyorum, uzun uzun dalgaların üzerinden atlıyorum, oynuyorum. Yukarıda da yazdığım gibi tüm bunlar dün değil sadece bir önceki gündü ve ben de şimdi karlı İstanbul'dayım.. Bana 1-2 gün müsade, notlarımı toparlayıp, fotoğraflarımı ayıklıyayım, sonra hep beraber bu harika adada dolaşacağız...

Fotoğraflar: Benteto Beach

9 Şubat 2008 Cumartesi

Gidiyorum...

Ah! Yollara çıkmak lazım şimdi
Geride tükenmez krizler, rafine rutinler, virane ilişkiler bırakarak yelkenleri şişirmek lazım...Doldurup bavula ertelenmiş çoşkuları,rüzgarları sırtlama, martıların peşine düşüp asfalt bilmez topraklarda koşmak lazım...
Serseri bir şişede imzasız bir mektup olup, meçhul kıyılara vurmak lazım...
Kış bastırdıkça baharın izini sürmek lazım...
Unutulmuş paslı bir hançer gibi çekilmek kınından
Ve yollara süründükçe yeniden bilenip ışınmak lazım...
Ah! Gökten yıldız yağıyordur oralarda;
Dallar hazdan kırılıyordur
Şimdi uzaklarda olmak lazım...
Can Dündar



Evet, artık yine yollara düşmenin zamanı gelmişti... Bir süre Sinhalilerin ve Tamillerin ülkesinde olacağım. İstikamet SRİ LANKA...Yakında görüşmek üzere...


Fotoğraf annemden- Tayland

5 Şubat 2008 Salı

Çarşı Pazar, Myanmar...

Seyahate çıkılırda, çarşı pazar dolanmadan birazda alışveriş yapmadan geri gelinir mi? İşte Myanmar dönüşü bavulumdan çıkanlar...Lakeler muhteşem, ve sudan ucuz (lafın gelişi değil hakikaten çoğu bir şişe sudan ucuz) Rom'un tadı harika, kırmızı bir yün parçasına dizilmiş kolye çok şık, dokumaların renkleri göz alıcı, kuklaların kıyafetleri özenle süslenmiş..







Bu fotoğraflarla şimdilik Myanmar hakkında yazacaklarımda burada bitiyor. Bir sonraki yazıda bambaşka bir ülkede, başka renkler, kokular ve görüntüler arasında buluşmak üzere...

4 Şubat 2008 Pazartesi

Myanmar'da Kadın Olmak..

Ocak ayı başlarında annemin Myanmar’da çektiği fotoğrafları yayınlarken, yaşlı bir kadına ait.bir fotoğraf varki, hikayesi de olması gerekenlerden biri o diye yazmıştım. Annemin fotoğraflarına bakarken, adeta bir tanıdığın resmine rastlamışcasına sevinmiştim. İki yıl önce ben Myanmar’dayken, başkent Yangon’daki Şvedagon tapınağında onun oturduğu basamakların hemen karşısına oturup, uzun uzun onun sabırlı bekleyişini seyrettiğimi hatırlıyorum. Küçücük sepetinde getirdiği gülleri, tapınağa gelenlere satmaya çalışıyordu. Çalışıyordu belki iddalı bir söz oldu, aslında hiç kıpırdamadan, konuşmadan oturup, elinde güller tutan bir kadın dı o. Belki de sabır’ı fotoğraflamıştım o zaman.. Karşısında oturduğum 10-15 dakika içinde hiç bir şey satamamış ve de satmak içinde en ufak bir hamle de bulunmamıştı. Bari ben bir şeyler alayım diye düşünürken, başka bir şeyin peşine takılıp oradan uzaklaşmış ve onu unutmuştum..

Ama aradan 2 yıl geçtikten sonra bir fotoğrafta da olsa yine karşımdaydı. Elbiseleri, ve belli ki sürekli kullandığı şalı zaman içinde solmuş, sattığı güllerin yerini plastik çiçekler almıştı ama onun dışında yine aynı yerde, aynı sakin duruşu ile karşımdaydı. Sonraki günlerde onun hakkında onlarca hikaye uydurdum. Kimi hikayede ailesi vardı, kimisinde ise yanlız. Yangon’un fakir mahallelerinden aklımda kalanlara dayanarak ona elektriği olmayan, ahşaptan üflesen yıkılacakmış gibi duran bir kulübe inşa ettim, önündeki küçücük bahçesinde ise tapınakta sattığı gülleri yetiştiriyordu. Sonrasında plastik çiçeklere geçtiğine göre ya gülleri ölmüş, ya da başka bir yere taşınmak zorunda kalmıştı. Ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım ona bir türlü mutlu bir hikaye yazamadım, çünkü Myanmar’da kadın olmak zordu. Tüm zorlu geçen yaşamına karşın, zamanın ona sabretmeyi öğrettiğini ve sabır’ın en derin yerlerinde gizli olan huzuru bulduğunu düşünmek ise beni mutlu eden tek şeydi.



Myanmar hükümetinin web sayfasında kadınlar hakkında ayırdığı bölüm sadece üç kısa paragraf. Kadınlar için sağlık, ekonomik durum, ve kültür konularında iyileştirmeler yapılması için komiteler kurduklarını, kız çocuklarının gelişimine önem verdiklerini ve kadınlara uygulanan şiddetin sonlandırılması için çalıştıklarını yazıyor.

Batılı NGO ve kimi üniversite araştırma raporları ise oldukça vahim bir tablo çiziyor. O raporlardan aklımda kalan cümlelerden biri, ülkedeki askeri rejimin, varolan kültürü erkeksileştirdiği ve bunun sonucu olarak, kadınların hayatının kalitesinin düştüğü. Hükümette ve parlementoda kadının yeri yok, ve ülkedeki tek güç asker saflarına ise katılamıyorlar. Hükümetin kurduğu kadın ile ilgili komisyonlarda görev alan kadınların ise, yüksek rütbeli askerlerin eşleri olduğu söyleniyor. Tüm bu erkek egemenliğine karşın, yıllardır onların karşısında duran ise bir kadın: Aung San Suu Kyi

Yine aynı raporlarda, şiddet, tecavüz ve zorunlu çalışma kamplarında ikamet etmenin kadınların en önemli sorunları olduğu yazıyor. Bir diğer önemli sorun ise sağlık. Gelişme bozuklukları, riskli hamilelikler, aile planlamasının olmaması ve AIDS bu sorunların en önde gelenleri. İnsanın içini acıtan bir rakam ise şu anda, ülke dışına kaçmış yada kaçırılmış 40.000’den fazla Myanmarlı kadının, Tayland genelevlerinde çalıştığı.

Tüm bunlardan sonra siz nasıl bir hikaye yazardınız???

İlk fotoğraf benim (2005), ikincisi annemin (2007) kamerasından

1 Şubat 2008 Cuma

Burma'da bir İngiliz

Benim için bir ülkeyi anlamaya giden yollardan biride onu, orayı yaşamış ve de şanslıysak sonrasında yazmış birinin satırları arasında dolaşmaktır. Özellikle geçmiş zamanların hayatlarıdır beni çeken, hayaller arasında dolaştıran, hayaletlerle tanıştıran. Doğru yada yanlış kurduğum hayallerdir çoğu kez bir coğrafyayı beynimin bir köşesine kazıyan. Yazılarımı okuyan sevgili dostlarım bilirler, o hayallerde ben şekilden şekile girerim...

Şimdiye kadar hep Myanmar adını kullandım ama Eric Arthur Blair’in yaşadığı zamanlarda, o ülkenin adı Burma idi. Pek çok İngiliz ailesinin geçmişinde, bir zamanların üzerinden güneş batmayan imparatorluğunun, uzak köşelerinde yeni bir yaşam kurmaya çalışan bireyler vardır. Blair ailesinin macerasıda Hindistan’da başlamıştı. Orada doğan Eric Blair, İngiltere’de ünlü Eton’ı bitirdikten sonra, ailesi üniversite masraflarını karşılayamadığı için, Hindistan Emperyal Polis örgütüne katılarak beş yıl, Burma’da hizmet etmişti. 1927 yılında Londra’ya, Burma’da yazılmış bir roman ve herşeyi bırakıp sadece yazma isteği ile döndü.

Sonrasında yazdığı kitaplarla İngiliz Edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Eric Blair’in Burma Günleri isimli kitabının yayımlanması ise 1934 yılında oldu. Unutulmaz kitapları Hayvan Çiftliği ve 1984’ü yazmaya ise çok zor şartlarda geçireceği on yıldan fazla bir zaman vardı. Bu ünlü yazarın kitaplarını yayımlarken kullanamayı seçtiği isim ise, George Orwell.

Orwell’in hayali şehri Kyauktada’da geçen olaylar, İngiliz kolonyol dönemi yöneticilerine ve yönetilenlere çok yakından bakabilmiş bir yazarın kaleminden. Karakterlerinin pek çoğunun gerçek kişilere dayandığı biliniyor. Bu harika ülkenin geçmişine bir İngiliz’in gözlerinden bakmak isteyenlere, kesinlikle tavsiye edilir...
George Orwell'in resmi Wikipedia'dan