30 Mart 2013 Cumartesi

Tanca - Fas


Doğrusunu söylemek gerekirse Fas gezimizin en kötü planlaşmış kısmı Tanca oldu…Hem yeteri kadar zaman ayırmamışız, hemde o gün hiç pes etmeden bardaktan boşanırcasına yağan yağmur işimizi hiç kolaylaştırmadı..

Sabah erken saatlerde Fez’den ayrıldıktan sonra ilk durağımız muhteşem mavi kent Şeyşaven’i burada anlatmıştım..Orjinal planımızda akşamüzeri saatlerinde Tanca’ya ulaşmadan evvel yol üzerinde durmak istediğimiz bir şehir daha var. Tetouan..Kuvvetli bir Endülüs mirası olan bu şehirde biraz dolaşmak, İspanyol kolonyal mimari biçimli düzenlenmiş plazasının görmek istiyoruz ama kapkara gökyüzü, deli gibi yağan yağmur bizi bu plandan vaz geçmek zorunda bırakıyor..Burası olmayacak bari bir an önce Tanca’ya ulaşıp oraya bakınalım kararına varıyoruz…

Tanca’ya giden yol çift şeritli rahat bir yol ama yağmur nedeni ile oluşmuş kazalar bizi biraz yavaşlatıyor…Tanca’ya varıp arabaya uygun bir park yeri bulduktan sonra, yağmur nedeni ile ( bu yazımda ne kadar çok yağmur kelimesini kullanıyorum değilmi, ama merak etmeyin daha da kullanmaya devam edeceğim J) bir süre arabada oturmak zorunda kalıyoruz, dışarı çıkmak mümkün değil, ama sonuçta çare yok hava kararmak üzere ve bir şekilde otele ulaşmamız lazım..

Ayırttığımız otel yine şehrin deniz kenarında bulunan medinasında. Daha önceden e-mail ile defalarca otelin yerini tarif etmelerini istemiştik ama her hangi bir yanıt alamadığımız için yağan yağmurun altında elimizde çekçek valizler, medinanın tıngır mıngır sokaklarında bir hayli zorlanıyoruz, sabrımız tükeniyor. Ama sonunda biraz GPS’in yardımı biraz da sağa sola sorma sonucu oteli buluyoruz ama sorunlar bitmiyor..




Otelde Fransız sahibi de dahil hiç kimse İngilizce bilmiyor ve geleceğimizden haberleri yok..Hemen aylar önce booking.com’dan yaptırdığımız rezervazyonu dayıyoruz suratlarına, yüz ifadelerinden anladığımız kadarıyla verdikleri fiyata kendileri de şaşırsa da mecburen bize bir oda açıyorlar..Üst katın verandasında Cebelitarık boğazına karşı birer naneli çay içince biraz kendimize geliyoruz..

Tanca aslında gezimizin kayıp noktası. Hem buraya bir gece çok az zaman ayırmışız, hem de yağmur şehri görmemizi neredeyse imkansız kılıyor. İlkbahar’da, havaların güzel olduğu zamanda Tanca ve çevresinde çok rahat 2-3 gün geçirilebilir sanırım.





Akşam yemeği için kordon boyunda bir yerde yemek için yeniden dışarı çıkıyoruz. Çoğu yer kapalı, hava berbat ve Fas’a geldiğimizden beri ilk kez gece dışarıda tedirgin oluyoruz. Okuduğumuz yazılar burada uyuşturucu bulmanın kolay olduğunu anlatıyordu. Özellikle Afrika kökenli satıcılar ve para dilenen evsiz barksız görünümlü müptelalar hava nedeni ile boş olan sokaklarda bizi bir hayli huzursuz ediyor..

Sonuçta bir İtalyan lokantasında ben güzel bir deniz mahsüllü spagetti yiyorum..Ancak dışarıda bol miktarda uyuşturucu satıcısı olsa da, lokantada alkol yok. Deniz mahsüllü spagetti ve yanında cola biraz yavan bir ikili oluyor ama çare yok..Yemekten sonra koşar adımlarla otele dönüyoruz..

Kaldığımız Le Balcon de Tanger medina’da çok güzel restore edilmiş, hoş bir otel. Dekor Akdeniz ve Fas karışımı, odalarda çok hoş detaylar ve terasından harika bir deniz manzarası var, ama işin beğendiğimiz kısmı orada kalıyor.

Gecemiz biraz kötü geçiyor. Oda oldukça rutubetli ve dışarıdan çok fazla ses alıyor. Birde gecenin bir vakti otel sahibinin gürültücü misafirleri gelince durum iyice berbat bir hal alıyor. Tepemizde kahkahalar atıp topuklu ayakkabıları ile sürekli oradan oraya takır tukur yürüyen kadına söylene söylene biraz uyku uyumaya çalışıyorum..Umudum sabah güneşin yüzünü bize göstermesi…
.
Akşam yattığımız hava, aynı ıslaklığı ve griliği ile sabah’da bizi karşılayor…Sürekli takip ettiğimiz hava raporları da gün içinde düzelme vaat etmediği için çaresiz çok merak ettiğimiz, bu kozmopolit kente veda edip sabah kahvaltısından sonra Marakeş’e doğru yola çıkıyoruz..

Bu arada eğer bizden daha iyi bir planla bir gün yolunuz Tanca'ya düşerse, şehrin 40 km güneyinde bulunan küçük balıkçı kenti Asilah'a uğramayı unutmayın..Bu civarda en güzel balıklar, beyaz surlarla çevrili bu güzel kasabada yenebiliyormuş.. 

Yazı: Ayşegül Erzincanoğlu
Fotoğraflar: Ayşegül & Behçet Erzincanoğlu

7 Mart 2013 Perşembe

Chefchaouen - Şeyşaven : Fas'ın mavi kenti



Fez’den Tanca’ya  gideceğimiz gün saat 6:30’da otelden ayrılıyoruz..Tanca’dan önce gezimizin en hit noktalarından biri olan Şeyşaven’e uğrayacağız..Gezimizden aylar önce, internetten toplayıp, evin orasına burasına resimlerini astığımız bu mavi şehir uzun süre hayallerimizi süsledi, bugün gerçeğe dönüşecek.. Yarı uykulu, çekçek valizlerimizi sürüye sürüye ayrılıyoruz otelden. Valizlerimizin tekerleklerinin parke taşlarda çıkarttığı sesler hem bizi uyandırıyor, hem de geçtiğimiz sokaklardaki insanları…

Fez’de sabahın o saatinde çöpler toplanıyordu. Tıpkı Mardin’de olduğu gibi, Fez’in daracık sokaklarının çöp arabaları eşekler. Burada eşekler zaten ayrı bir güzel, pek çok yerde kullanılıyorlar ama her gelişmemiş ülkede olduğu gibi iyi bakılmayıp, çok fazla çalıştırılıyorlar. Kimilerinin durumuna çok üzüldüm, o sürmeli gözleri ile insana öyle de güzel bakıyorlar ki..

Bugün bütün gün boyunca yağmur bulutları bizimle birlikte..Allah’tan Şeyşaven’e ulaştığımızda biraz mola veriyor, hızını azaltıyor.. Bir tepe üzerine kurulmuş mavi evleri ile kent uzaktan da güzel ama asıl sürpriz şehrin ara sokaklarına dalınca başlıyor..Arabayı bir otoparka bıraktıktan sonra, eski şehrin girişini fazla zaman kaybetmemek için iki turiste soruyorum, hemen tarif ediyorlar..

Şansımıza şehrin girişine Rif dağlarından gelen kadınlar Pazar kurmuşlar. Bellerine bağladıkları kırmızı-beyaz çizgili kalın peştamal benzeri kumaşlardan hemen ayrılıyorlar. Ama fotoğraf çekmek her yerde olduğu gibi burada da zor.  Rif kadınlarının bir başka aksesuarı da renk renk ponponlarla süsledikleri hasır şapkaları..







Şehir İspanya’nın Hristiyanlar tarafından fethi sonrası, oradan kaçan Yahudilere ve Müslümanlara sığınak olmuş. Uzak ve dağlık bir bölgede olmasının da etkisiyle uzun süre Avrupa’ya kapalı, özerk bir bölge olarak kalmış. 1920’ye kadar tüm yabancılara, özellikle de Hristiyanlara kapalı bir şehirmiş.
Şehrin alameti farikası mavi duvarları ise Yahudi geleneğinden geliyor. Tevrad’da  İsrailoğullarına, dua şallarının bir ilmeğini mavi renk dokumaları emredilir. Bu maviye bakınca, mavi gökyüzünü ve onun üzerindeki Tanrı’yı ve cenneti düşüneceklerdir.







Şehrin duvarlarının maviye boyanması ise 1930’lu yıllarda başlıyor ve belki de çok uzak olduğu için pek çok kişinin  uğramayacağı bir dağ kasabasını Fas turizminin yıldızlarından biri yapıyor.
Eski şehrin mavi sokakları dolaş dolaş bitmiyor, fotoğraf üstüne fotoğraf çekiyoruz. Yağmur çiseledikçe gökyüzüne bakıp endişeleniyoruz ama yine de bize bu muhteşem kenti dolaşma şansını veriyor. Şeyşaven’in dokumacıları ünlü. Pek çok alınacak şey var ama iki adet mavili kalın peştemallerden alıyoruz..












Öğle yemeği meydanda yeni açılmış bir cafe’de leziz bir peynirli tost ve cola oluyor..Zor bir havada dağ yollarını tırmanıp buraya gelmek bizi yordu ama değdi mi, kesinlikle değdi….