30 Haziran 2007 Cumartesi

Kum Fırtınası

Yemen insanlarından,şehirlerinden, mimarisinden, doğasından, tarihinden sonra havası ile de bir sürpriz hazırlamıştı. Sıcak bir öğleden sonra Marib’te otelden dışarıya çıktığımızda gökyüzünde iki renk vardı. Gri, mavi, kızıl tonları daha önceden bildiklerimdi ama kahverengi ilk kez görüyordum. Gökyüzünün yarısı masmavi ve güneşliyken, diğer yarısı kahverengi olmuştu. Kum fırtınası geliyor dediler. Rüzgar, yağmur, kar tamamdı da, kum fırtınasını sadece filmlerde görmüştüm. Bir gözüm sürekli havanın kahverengi tarafında olacakları beklemeye başladım.





Biz mavi kısımda olduğumuz sürece hiç bir sorun yoktu ama Marib’in biraz dışındaki Güneş Tapınağına gittiğimizde, peşimizden gelen kahverengi bizi de içine aldı. Acımasızca esen kum tanelerinden korunmanın yolu kaçmaktı. Yüzümü tamamen eşarpla sarıp arabaya kadar öyle gidebildim. Giysiler, kameralar, ayakkabılar, çantalar her yer bir anda ince bir kumla doldu. Kar fırtınasından pek de bir farkı olmadığını düşündüm, bir anda etrafı bir kahverengilik sardı ve herşeyin üstünü örtmeye başladı. Yolu da kapamaya başladığı için araba ile ilerlemek bile zordu.



Otelde ise durum daha faciaydı. Bir an için havalandırmayı çalıştırmak gafletine düştüğümde oda anında ince bir kum tabakası ile kaplanıvermişti. Üstüm başım, saçlarım, burnum, yüzüm, gözüm, kulaklarım her taraf kum doluydu ve otelde ince ince akmaya çalışan soğuk sudan başka su yoktu. Semiha duş almak için banyoya girmişti ama ancak saçlarını durulayabilmesi için bir şişe su bulabildik o kadar.


Kum fırtınası neredeyse bütün gece sürdü. Sabah otelden ayrılırken ki görüntü her yeri kaplamış ince bir kum tabakasıydı. Beraberinde getirdiği tüm olumsuzlıklara rağmen, farklı ve keyifli bir deneyimdi.

Not:İlk fotoğraf Semiha’dan ve fotoğraflarda filtre kullanılmamıştır.

27 Haziran 2007 Çarşamba

Çöl

Şu anda dışarıda sıcak ve ağır bir hava var. Deniz kenarında olmak bile böylesi havalara çok çare olmuyor. Suyun serinliği içinde olduğunuz süre iyi ama çıkar çıkmaz gene aynı tas aynı hamam. Daha hala küresel ısınma ciddiye alınmasın bakalım..

Günün anlam ve önemine uygun olarak bugün Yemen’de çölde geçirdiğimiz bir günü sizlerle paylaşmak istiyorum. Hadramut Vadisinden ayrılıp, Marib’e kadar olan yaklaşık yedi saatlik yolu yine ciplerle yapmıştık. Yolun yaklaşık dört saati Ramlat Asabateyn çölünde geçti.


Ana yoldan ayrılıp, çöle girdiğimiz andan itibaren dev yapılı bir Bedevi, çöl boyunca bize kılavuzluk yaptı. Ama önce her yolun bir raconu var hesabı, çöle girmeden önce arabaların lastiklerinin havası indirildi. Böylelikle daha rahat yol alınabiliyormuş. Çöle girer girmez gruptaki arabaların sağa sola dağılıp, birbiriyle yarış etmeye başlaması başlarda keyifli geldiyse de bir süre sonra çölün sıcağı, sarısı ve kumu beraberinde getirdiği tekdüzeliğin sıkıntısı ile her yeri kapladı.

Yemen’in Suudi Arabistanla olan sınırı bu çölün içinden çekilmiş. Ama sınır devriyesi ya da karakollar falan aramayın her yer kum işte... Yola çıktıktan bir iki saat sonra dağlar, tepeler gibi etraftaki referans noktaları da ortadan yok olunca, Bedevi kılavuzumuzun yol bulma becerisi ortaya çıktı. İlerimizde görülen denizlerin, göllerin serap olduğunu biliyorduk ama birde serap tepeleri, dağları çıkmaya başladı bir süre sonra ortaya. Kılavuzumuzun ya bizim göremediğimiz referans noktaları vardı, ya da gördükleri ile değilde, yıllardır evimize giden yolun bilinçaltımıza kazınması gibi, o da kendi yolunu düşünmeden bulabiliyordu. Gerçekten de bir süre sonra onun ve ailesinin yaşadığı yere ulaştık. Çadırlarında bizi misafir ettiler, deve yetiştiriyorlardı. Yeni doğmuş bir deve yavrusunun bol bol resmini çektikten sonra yeniden yola çıktık.

Bu bölge Yemen’in geneli içinde nispeten daha tehlikeli olarak kabul ediliyor. Tüm yol boyunca (çöl hariç) beş altı kontrol noktasından geçtik. Bu bölgedeki Bedeviler, hükümetle çeşitli konularda pazarlık etmek için geçtiğimiz dönemde kimi turist gruplarını kaçırmışlar. Bu kaçırma olaylarının birinde çıkan çatışmada üç dört turist ölünce hükümet işi daha sıkı tutmaya başlamış. Yerel rehberimiz Sanaa’lı Hassan’a göre Bedeviler hükümetten iş istiyorlarmış ama işin çalışma kısmı ile değil para kısmı ile ilgileniyorlarmış.

Eğer bir gezgin olarak bir gün yolunuz çöle düşerse en büyük sorununuzun tuvalet olacağını size burada belirtmek isterim. Kimi ülkelerde yol üzerindeki tuvaletleri kullanmaktansa, doğanın kucağına sığınmak diyelim, yüzde yüz daha steril bir yoldur. Ya da zaten etrafta hiç tuvalet yoktur. Bu doğa gezintileri sırasında nerede olursa olsun mutlaka arkasına gizlenebileceğiniz bir kaya, çalı çırpı, ya da duvar parçası bir şekilde bulunur. Ama bir de çölde gözlerden biraz uzak bir yer bulmaya çalışın bakalım.. Moğolistan gezisini anlatan bir yazıda çok hoşuma giden bir satır okumuştum. Burada kan kardeşliğinden sonra çiş kardeşliğini de öğrendik diyordu. Hakikaten çölde bir çiş kardeşine kesin ihtiyacınız var. Bu kardeşlik kimi zaman birbirinizin önüne genişçe bir örtüyü perde olarak kullanıp portatif bir tuvalet oluşturmayı ya da siz bir arabanın gölgesinde işinizi hallederken diğerinin gözcülük yapıp etrafa kimseleri yaklaştırmaması gibi görevleri kapsamaktadır.

24 Haziran 2007 Pazar

Misafir

Bugünlerde bir ziyaretçimiz var. Çok ısrarlı, çok konuşuyor ama bir o kadar da küçük. Nasıl bizim balkona kadar geldi, annesi var mı, bilmiyoruz. Ama verdiğimiz sütü içmediğine ve de oldukça haraketli olduğuna bakılırsa, bizim görmediğimiz saatlerde ortaya çıkan bir anne olmalı.



Balkon kapısının önündeki hiç bitmeyecekmiş gibi süren miyavlamaları, ancak biz yanına gidince sona eriyor. Etrafta başka bir kardeşi olmadığı için oyun arkadaşı arıyor kendine. Ara sırada küçük bir ninja savaşçısı gibi kapının sinekliğine tırmanmaya başlıyor. Kapının yarısına geldikten sonra gözü kesmiyor olsa gerek, serbest düşüşle kendini yere bırakıveriyor. Bu düşmeler sonucu pes edecek mi diye bekliyorum ama zirve tırmanışları hala ısrarla sürüyor.


Günün sıcak saatlerinde bahçedeki çiçeklerin altına yatıyor, susayınca ön patisi ile hortumu tutarak su içmeye çalışıyor. Biz yanında oturuken bazen şekerleme yapmaya başlıyor. Sfenks pozisyonunda otururken önce gözler yavaş yavaş kapanıyor, sonra ise sağa sola hafiften sallanmaya başlıyor. Uykusu biraz derinleşmeye yüz tutsun pat diye sırt üstü devriliyor. Hem bizim kahkahalarımızın, hemde kendi düşüşünün verdiği şok ile hemen toparlanıyor.

Bize çok bağlanmasın istiyoruz ama gitmeye hiç niyeti yok misafirimizin. Biraz gürültücü olsa da evimize bir hareket getirdiği kesin.

22 Haziran 2007 Cuma

Tarim Sarayları - Yemen


Tarim Yemen’deki saraylar şehri. Hadramut vadisindeki üç önemli şehirden biri olan Tarim ayrıca tarih boyunca yetiştirdiği İslami bilginleri ile de ünlü.

Sıcak bir öğleden sonrası gittiğimiz şehir adeta terkedilmiş gibiydi. Bu terkedilmişlik aslında Tarim’in çamurdan sarayları için doğru bir tanımlama. Columbia Üniversitesi’nin desteği ile kısmen restore edilmiş olan Kasr al İşşah’ın kapısını açması için bekçinin gelmesini beklerken, sığındığımız ufak bir ağacın altından, yolun karşı tarafındaki diğer saraylarda gözüküyordu ve terkedilmiştik oralarında hakimiydi.

19.Yüzyıl sonu , 20. Yüzyıl başında Hadramut Vadisi’nin Hint Okyanusundaki ticaret ve yurt dışındaki yatırımları ile zengin olan tüccar aileleri bu bölgede saraylar inşa ettirmeye başlarlar. Tarim’daki 30 sarayın tamamına yakınına sahip olan Al Kaf ailesi bu tüccarlar arasında en etkili olanlardandır. Ailenin pek çok üyesi, saygı duyulan hocalar olarak kabul edilirken aynı zamanda bölgedeki batılılaşmanın öncüsü olarak kabul edilen ufak elit bir topluluğun üyeleridirler. Saraylarında yoğun olarak ticaret yaptıkları İngiliz Hindistan’ı ve Güneydoğu Asya mimarisinin etkilerini görmek mümkündür.

Kasr al İşşah’ın sahibi Ömer bin Şeyh al Kaf, Singapur’daki otel, emlak yatırımları ve ticaret sonucu elde edilen serveti ile 1890 yılında bu binanın ilk kısımlarını inşa ettirir. Şimdiki terkedilmişlik hali bir zamanlar bu evin içindeki günlük koşuşturmayı hayal etmeyi biraz zorlaştırıyor ama zamanın etkisinden çok, insanların hoyratlığı sonucu paramparça olduğuna inandığım orada burada bir kısmı kalmış pencere vitraylarındaki zarif detaylar ve renkler, tavan ve duvar süslemeleri bir dönemin zenginliğini, görkemini gözler önüne seriyor.

1970-1991 yılları arasında Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti sınırları içinde kalan Tarim’ın sarayları o dönemde devletleştirilir. Şu anda pek çok üyesi Suudi Arabistan’da yaşayan al Kaf ailesi ülkeyi terk etmek zorunda kalır. Marxist dönemde devlet tarafından pek çok ailenin birarada yaşaması için yerleştirildiği saraylar, iki Yemen’in birleşmesi sonrasında al Kaf ailesinin açtığı davalar sonucu aileye iade edilmeye başlamış.

Sarayların Yemen’de ulusal servet statüsünde olması, bu statüden dolayı aile üyelerinin yeni bir devletleştirme furyasından çekinmesi, sayısı pek çok olan varisler arası anlaşmazlıklar ve restorasyon masraflarının yüksekliği Tarim saraylarının geleceğini belirsiz kılıyor. Dışarı çıkmadan önce salondaki vitray camlardan, bomboş salonun kuytuluğuna ve serinliğine sızan renkler arasında hissettiğim tek şey hüzün oldu.

Tarim şehrinin sembolu 53 metre yüksekliğindeki çok hoş minaresi ile al Mihdar Cami. Güney Arabistan’ın bu en yüksek minaresi ve tabi ki camisi de kerpiçten. Yemenli ustaların bu eseri aynı zamanda dünyanın da en uzun kerpiç minaresi. Tarim 951 yılından itibaren Şafiliğin Yemen’deki merkezi olmuş bir şehir. Şafilik inancını Irak’tan getiren Ahmet ibn İsa el Muhacir’in türbesi şehrin biraz dışında. Hut Peygamberin mezarı ve bu türbe Hadramut vadisinde ki en kutsal ziyaret yerleri. Şafilik İslamiyetin yorumlanmasına karşı olan bir inanç. Şafiler sünnete inanmaz, salt Kuran’a bağlı kalmayı savunurlar.

Tarim sarayları için daha detaylı bilgi www.learn.columbia.edu/tarim adresinde bulunabilir.


19 Haziran 2007 Salı

Koşuyorum





2007 yılına girerken çok önemli bir karar almıştım. Bu yıl artık hareket etmeye başlamalısın Ayşegül dedim. Yeni yılın başında alınan kararların pek çoğu, hemen daha ilk hafta rafa kaldırılsa da şu ana kadar bu kararıma uyduğumu belirtmeliyim. Kışın haftanın üç günü düzenli olarak spor salonunda çalıştım, yoga yaptım ve çok üşümediğim günler mutlaka yüzdüm. Datça’ya geldiğimden beri deniz henüz daha oldukça soğuk olduğu için uzun uzun yüzemiyorum ama sabahları koşmaya başladım. Ve iddia ediyorum ki dünyanın en güzel koşu parkurlarından birinde koşuyorum.

Öncelikle bir yanım hep deniz. Diğer yanımda kimi zaman tarlalar oluyor, kimi zaman sazlıklar, kimi zaman çam ağaçları ya da palmiyeler. Kimi zaman denizin kokusu geliyor burnuma, kimi zaman otların ve bol bol da kekiklerin. Her gün kendime yeni bir ağaç ya da kaya belirleyip, ertesi gün onu geçmeye çalışıyorum. Datça yürüyerek buraya bir
saatlik mesafede, bakalım yaz sonuna kadar Datça’ya ne kadar yaklaşabileceğim.

Bugünler de Datça’nın baharda açmaya başlayan çiçekleri, sıcak yaz günleri öncesinde son çiçeklerini açmaya başladılar. Onlar da ancak sabah erken saatte görülebiliyorlar. Güneşin yükselmesi ile hepsi ertesi sabaha kadar sürecek uzun bir uykuya başlıyorlar.

Bu sabah küçük kameramı da cebime koyup çıktım. Kah koştum, kah durup biraz fotoğraf çektim. Yolda bir ara yeni arkadaşım Zeyna ile de oynadım. Benim köpeğim denize girmekten çok korkardı, Zeyna ise sahibinin attığı sopayı, şimşek hızıyla alıp getiriyor denizin içinden. Ne de olsa savaşçı kraliçe Zeyna o. Benim Şiba’mda bir kraliçenin adını taşırdı ve bir kraliçe edasıyla ancak kucakta denize taşıyabilirdiniz onu.

Burada evimin bulunduğu yer koruma altındaki 6 kilometre uzunluğundaki Gebekum’ a oldukça yakın. Oluşumu 6 milyon yıl önce başlayan bu fosil kumulunun üzerindeki bitkilerin pek çoğunun benim koşu alanımda da olduğuna eminim. Ancak kum zambağı hariç başka hiçbirini tanımıyorum. Kum zambaklarının neslinin tükenmekte olduğunu bilmezdik eskiden ve yaz sonu açan bu bayıltıcı kokulu çiçek hep vazolarımızı süslerdi ama şimdilerde kimse dokunmuyor onlara. Çiçeklenmiş fotoğraflarını ancak yaz sonuna doğru çekebileceğim. Datça’nın florasını en güzel anlatan cümleye ise Akgün Akova’nın THY dergisi için yazdığı bir yazıda rastladım: ‘iki denizin eczanesi’

Keşke bu bitkilerin, otların, ağaçların ne olduğunu anlatan bir kitap olsa elimde diye düşünüyorum, internet sitelerinde araştırdım da ama pek bir şey bulamadım. Resimlerden sizin tanıyıp bildikleriniz varsa, bana yazarsanız çok sevinirim.

Terlemiş, nefes nefese eve döndüğümde kapıda annemin sabah kahvaltısı için hazırladığı tavada kızaran biber ve dometesin kokusu karşıladı beni. Yıllardır ekmeğini de kendi yapar annem. Kızarmış biber domates, yanında da pazardan aldığımız kapiçyo peyniri ve çay.. Bu sabah da durum vahim gözüküyor. Sabah koşusu ile yakılan kaloriler, iki katı olarak geri gelecek demek ki..

Yemen yazıları daha bitmedi, ne zaman biteceğini de kestiremiyorum. Ha bire aklıma yeni bir şeyler gelip duruyor.

17 Haziran 2007 Pazar

Pencereler

Shibam’dan ayrılmadan bir kez de pencerelerine bakarmısınız?


Buradaki yazılar için öncelikle kendi çektiğim fotoğrafları kullanmaya çalıştığımı daha önce söylemiştim. Ancak bazen iyi görüntü alamadığım kimi yerlerde seyahat arkadaşım Semiha’nın fotoğraflarına bakıp oradan bir şeyler aldım. Kendi çektiğim pencere fotoğraflarına baktıktan sonra, Semiha’da kimbilir neler çekmiştir diye onun CD’sine yöneldim. Ama sonuç beklediğim gibi olmadı. Ben onlarca pencere fotoğraflarken, Semiha’da onlarca kapı resmi çekmişti. Görsel tercihler dışında bunun mutlaka psikolojik bir açıklaması da olmalı. Benim röntgencilik yanım biraz daha fazla sanırım.

Başkalarının nasıl yaşadığını merak etmek farklı dozlarda olsa da, hepimizde var. Yoksa magazin programları bu kadar iş yaparmıydı? Geceleri perdelerini çekmeyi ihmal eden komşularımızın evine ben asla şöyle bir göz atmam derseniz size inanmam.

Pencereler içerde yaşayanlar hakkında az çok mutlaka bir şeyler anlatır. Öncelikle perdelerin renginden, deseninden, temizliğinden, ütüsünden evin hanımının beğenilerini, titizliğini anlarsınız. Özellikle kimi yazlık evlerin perdelerinde ki danteller adeta birer sanat eseri gibidir. Sonra pencerelere konan çiçekler vardır. Evdekilerin yaşama sevinci gösterir onlar. Bazen pencerenin kenarına oturup sokağı süzen bir kedi de olur, havalanması için kafesinin içinde getirilmiş bir kuş da. Paylaşılacak sevginin çok olduğunu anlatır bana. Tozlu, kimi zaman bir tarafı sarkmış soluk perdeli evler ise bana hep içeridekilerin yanlızlığını anlatır. Konuşacak bir çiçek bile bulamayan ruhların yaşadığını düşünürüm oralarda.


Shibam’ın pencerelerine de içeridekileri anlamak için baktım. Ahşap kafeslerin ardındaki hayatlara ulaşmak çok kolay olmadı. Kimi sımsıkı kapalıydı, kiminin pembe perdeleri hafiften kıpırdıyordu. Evler kadınların tualidir. Beğenilen renkler, biçimler, yaşananlar hep orada ifade edilir. Sosyal hayatta çok fazla ortalıkta olmayan, sokaklarda siyah çarşaflarının ardına gizlenmiş Yemen’li kadınları anlamanın bir yolu olmasını ummuştum pencerelerin, ama bu kez bana fazla sır vermediler.

Yemen’de ise bu pencerelerin ardına ancak bir kitap aracılığı ile bakabildim. Şu anda Paris’te yaşayan Yemen’in ilk kadın fim direktörü Khadija al-Salami’nin otobiyografisi ‘ The Tears of Sheba’ bir nebze de olsa bu dünyaya girebilmemi sağladı. 11 yaşında amcasının zoru ile evlendirilen ancak bir şekilde kuralları, tabuları yıkıp Amerika’ya okumaya giden bir kızın hikayesi. Yemen’i, kadınlarını ve bizim giremediğimiz evlerin içindeki hayatları ilk elden anlatan bir kitap. Bildiğiniz başka Yemen’li yazarlar, ya da Yemen’i anlatan kitaplar var mı?

15 Haziran 2007 Cuma

Shibam - Yemen

Son yazımı,bir kaya parçasının üzerine oturup, yaklaşık 2000 yıllık bir geçmişi olan Shibam’ın ardından batmakta olan güneşin son kırmızılıklarına bakıp, hayal kurarken bitirmiştim. Ama şimdi filmi geri sarıp, son derece yerinde bir adlandırma ile Çölün Manhattan’ı olarak nitelendirilen şehrin sokaklarında, evlerinde biraz dolaşalım.



Shibam yaklaşık yarım kilometrekarelik bir alanda sayıları 500’ü bulan 5-7 katlı gökdelenlerden oluşuyor. Durun hemen protesto etmeyin, biz bunlara apartman diyoruz, gökdelende ne demek oluyor şimdi diye. Bunlar tarihteki ilk gökdelenler, hepsi çamurdan yapılmış ve çoğunluğu 16. yüzyıldan kalma.

Ahşap iskeletin çamur ile sıvanması ile yapılan evler, taş temelin üzerinde yükseliyor. Bir orta direğin etrafında kat kat yükselen evlerin çamuruna, palmiye yaprağı katılıyormuş. Ama asıl önemli olan evin dışına uygulanan koruyucu sıva. Bu sıvanın içine katılan çeşitli kaya tozları ve sönmüş kireç binayı yağmura ve rüzgara karşı korumaya yarıyor. Ancak yinede bu evlerin bakımı çok zor, her yıl tekrardan elden geçirilmesi gerekiyormuş. Bu da yüklü bir maliyeti beraberinde getirdiği için, 1980’lerde Unesco Kültürel Mirası Koruma Listesi’ne giren şehir için yabancı fonlar son derece gerekli. Güney Yemen’deki sosyalist rejim sırasında devletleştirilen bu evler, iki Yemen’in birleşmesi sonrasında eski sahiplerine iade edilmiş.



Evlerin kimileri de otel olarak kullanılmak üzere yabancılara satılmaya başlamış. Hollandalı bir çiftin aldığı bir evi son rotüşları yapılırken gezme fırsatımız oldu. Merdiven boşluğu doğal olarak oldukça dar ama odalar oldukça geniş görünüyordu. Tüm evlerin en üst katı teras, ama bizim alıştıklarımızdan oldukça farklı. Terasların duvarları başkalarının görmesini engellemek amacıyla çok yüksek yapılmış. Yan binalar dan komşuların sesi gelse bile görebileceğiniz tek şey masmavi bir gökyüzü. Eğer yanlış hatırlamıyorsam iki yıl önce yaklaşık altmışbin amerikan dolarına alınabiliyordu böyle bir gökdelen, ama almaya niyetiniz olursa yıllık bakım giderlerinide hesaba katmayı unutmayın.

Sonra sokaklara iniyoruz. Daracık, kıvrıla kıvrıla bir yerden diğerine uzanıyor. Etrafta çocuk gürültüleri ve salına salına dolanan keçilerin melemeleri. Tüm Yemen’de olduğu gibi kadınlar etrafta çok az. Kara çarşaflarının içinde hızlı hızlı yürüyerek geçiyorlar sokaklarda yanımızdan. Şehrin meydanındaki açık hava kahvesinde ise erkekler nargile içerken, bir taraftan da domino oynuyorlar. Bizim grubumuzun dışında Fransız TV5 kanalı da orada, kahvedeki adamların burnuna kameraları dayasalar da kimse istifini bozmuyor, oyun her şeyden daha önemli. Kimbilir ne iddialar dönüyor etrafta.



Bende bir süre çay eşliğinde domino oynayanları seyredip, etraftakiler ile işaret dili ile hoş beş ederken, kahvede yere oturmuş kimi erkeklerin dizlerinin etrafından, belin arkasına gelecek şekilde bir eşarp sarıp oturduklarını görüyorum. Daha sonra yol kenarlarında oturanlarda da gördüğüm bu uygulama daha uzun süre, ayaklar uyuşmadan daha rahat oturmayı sağlıyormuş. Ben de denedim, sanki daha bir stabil oluyormuşum gibi geldi ama çok da rahat olduğunu söyleyemeyeceğim.


Adını Yemen tarihindeki bir kral’dan alan Shibam’ın evlerinin kimi, ve camileri beyaza boyanmış. Beyazın, çölün renklerine çok yakıştığını düşünüyorum. Elektrik telleri evlerin yukarı kısımlarını adeta bir örümcek ağı gibi örmüşse de, onların arasından Yemenli ustaların yaptığı ahşap kafeslerin ardından salınan rengarenk perdeler gözümü alıyor. Pencerelerde kimse yok, içerde yaşayanları, yaşananları hayal etmeye çalışıyorum. Yavaş yavaş sokaklarda dolanırken, Yemenli ustaların nesilden nesile aktararak getirdiği mimari birikime tekrar tekrar hayran oluyorum. Gün yavaşca kayıp giderken, tüm gördüklerimi, duyduklarımı, sesleri ve kokuları, tekrar tekrar çıkarıp bakmak üzere beynime kazıyorum.


Son fotoğraf Yemen'e de beraber gittiğimiz sevgili arkadaşım Semiha'nın objektifinden

12 Haziran 2007 Salı

Hadramut Vadisi - Yemen

Başkent Sanaa’dan sonra Yemen bize daha başka sürprizler hazırlamaya ve kimi beklentilerimizi de karşılamaya devam etti. Güney Yemen’de bulunan ve Arabistan yarımadasının en büyüğü olan Hadramut Vadisi yüzyıllar boyunca bölgede ki en önemli kervan geçiş yollarına ev sahipliği yapmış. Vadinin içinde şehirden şehire giderken, yamaçlara yapılmış çamurdan evleri, şehirlere yapılmış yine çamurdan sarayları, yolları süsleyen palmiye ağaçlarını ve tarlalarda ki yeşil bereketi görünce bu bölgenin tarih boyunca bizler tarafından çok bilinmese de, bir dönem çok ciddi bir kültür birikimini sağladığını hemen hissedebiliyorsunuz.


Ama önce biraz Hadramut’a giden yol üzerindeki gözlemlerimi sizlerle paylaşmalıyım. Sanaa’dan Güney Yemen’deki Mukalla şehrine kadar olan yolu uçakla aldıktan sonra, Hadramut Vadisinin en büyük şehri, 30.000 nüfüsu olan Seyun’a kadar olan 4-5 saatlik yolu, benim çölün mekanik develeri olarak adlandırmayı seçtiğim cip’ler ile yaptık. Bu yollarda ve çölde deve ve cip hariç başka bir aracın ilerlemesi çok zor. Havanın aniden sıcağa doğru birden değişmesi, yolu olduğundan da zor hale getirdi. Gün içinde 43 dereceyi gördüğümüzü hatırlıyorum. Yemen sonunda benim çöl ve sıcaktan oluşan beklentimi karşılamıştı.


Eski çağlarda olduğu gibi, şimdide gelip geçen kervanlara ihtiyaçlarını sağlamaları için yol üzerinde kimi kontrol noktaları kurulmuş. Benzin istasyonu, market, fırın, araç tamirhaneleri ya da dört ayaklı tezgahlara kurulmuş küçük baraka dükkanlardaki seyyar satıcılar da ihtiyaç duyulacak pek çok şeyi bulmak mümkün. Bu küçük tezgahların arasında dolaşırken nihayet Yemen’e gelmeden önce okuduğum bir haberin de doğruluğunu ait ilk izleri burada buluyorum. Yemen’in dünyanın en çok silahlanmış toplumu olduğunu yazıyordu haber. Üç beş çeşit sebzenin sergilendiği bir tezgahın yanında görüyorum onları. Çeşitli boylarda tabancalar, Kalaşnikof markalısını tanıdığım tüfekler, çeşitli boyda kurşunlar ve el bombaları satışa hazır müşteri bekliyorlar.

Sıcak ve sürekli hoplaya zıplaya giden cip’in içinde yapılan bir yolculuk sonunda Seyun’da bizi harika bir otel bekliyordu. Hawta Palace Hotel , hem içi hem dışı geleneksel mimariye sadık kalarak, kimi bölümleri kerpiçten yapılmış beş yıdızlı bir otel. Yemyeşil bahçeleri, yüzme havuzu ve güzel yemekleri ile kelimenin tek anlamı ile çöl ortasında bir vaha. Havuz’da bir kaç tur kulaç attıktan sonra, ılık bir çöl gecesinde dışarıda yediğimiz barbekü, günün tüm yorgunluğunu üzerimizden alıyor.


Seyun, İÖ 1400 lü yıllardan itibaren vadide ki en önemli şehir, uzun yıllar boyu pek çok uygarlığa başkentlik yapmış, en son olarakta 19.YY da İngilizlerin kurduğu Hadramut özerk bölgesininin başkentliğini üstleniyor. Zenginliğin elde edildiği yer olan bu bölgede pek çok saray inşa edilmiş. Güney Yemen saraylar bölgesi demek yalnış olmaz sanırım. 1920-30 yılları arasında Sultan Mansur bin Galip ve oğlu Ali tarafından yaptırılan saray, dünyadaki bilinen en büyük kerpiç saray. Şu anda müze olarak kullanılan bina hem içten hem dıştan çok iyi korunmuş durumda. Bembeyaz duvarların ardındaki serin odalara girdiğinizde, tahta oymacılığının en güzel örneklerini görebileceğiniz pencerelerdeki kafeslerden, sarayın altındaki kent pazarının içeri sızan gürültüsü ve enerjisi sizi bir an önce dışarı çağırıyor.


Sarayın orta katların dan birinde yazar ve gezgin Freya Stark’ın 1935 yılında Yemen’de çektiği ressimler sergileniyordu. Resimlere bakarken Yemen’i çok özel yapan şeyi de keşfettim. Stark’ın objektifi ile yakaladığı görüntüler ile benim şimdi etrafta gördüklerim neredeyse birbirinin aynı. Zaman burada sanki daha ağır ilerlemiş, sosyal olaylar daha az iz bırakmış.

60 yıl önce de burada olsam aynı görüntülerin içinden bu kez canlı bir devenin tepesinde geçebileceğimi hiç zorlanmadan hayal ediyorum. Sonra 60 yıl az geliyor, 100-150 yıl önce de buraları aynen şimdiki gibi olmalı. Düş gücümü çok çalıştıran bir ülke oldu Yemen benim için. Bu kez de, beyaz keten kıyafetler içinde, yanında onlarca valizi, çadırları, uşakları, porselen yemek takımları ve kristal kadehleri ile seyahat etmeyi seven 19. Yüzyıl Avrupalı aristokrat gezginlerden biri oluveriyorum. Vadinin en görkemli şehirlerinden Shibam’ın üzerinden güneş batıyor, çadırımın önündeki şezlong’a oturmuş elimdeki kadehte nasıl soğutulduğunu hiç merak etmediğim harika bir beyaz şarabı yudumluyorum. Buhur ağaçlarının kokuları burun deliklerimde, Shibam sakinlerinin evlerine çekilirken ki son sesleri kulaklarımda. Güneşin ışıkları yavaş yavaş binaların arkasından yok oluyor. Kafanızdan hiç bir düşüncenin geçmediği, sizi tamamen içine çeken o özel anlardan biri. Birden yine şimdiki ben oluyorum, bir taşın üzerine oturmuşum ama karşımdaki görüntü aynı.

8 Haziran 2007 Cuma

Datça

Ve nihayet yaz geldi ve mavilimon Datça’ya göç etti. İstanbul daki sıcaklardan kaçıp gelmiştik ama adeta yayla havası karşıladı burada bizi. Dün sabah İstanbul’dan Bandırma feribotuna yağmur eşliğinde binmiştik ve yağmur ve bulutlar bizi taa Marmaris’e kadar takip etti. Güneşi ilk kez Marmaris de gördük. Datça da ise hem güneşi gördük hem rüzgarı bulduk.

Datça benim yıllardır geldiğim ve kendimi emekliye ayırdıktan sonra da büyük bir keyifle yazlarımı geçirdiğim bir yer. Yaklaşık son dört yazdır da Taştaban ailesinin üç nesil kadını olarak tam tekmil buradayız. Yılın yarısından fazlasını burada geçiren annem, ben ve doğduğundan beri ikinci evi olarak burayı belleyen beş buçuk yaşındaki yeğenim Ayşe. Ben adeta tekrar bir çocuk olarak annemle zaman geçirmenin keyfini çıkartırken, Ayşe’de nerede ise tüm kaprislerini çekmeye hazır bir babaanne ve hala ile gününü gün ediyor.



Bana bütün bir yaz burada sıkılıp sıkılmadığımı soruyorlar. Ben ise burada zamanın İstanbul’a göre daha bir ağır ve sakin aktığını, İstanbul daki saatler ile burada yaşamaya çalışırlarsa sıkıntının hiç bekletmeden insanı gelip bulacağını anlatmaya çalışıyorum. Ben Datça’nın güneşi, denizi, havası yanında ağır akan saatlerini ve bu saatlerin insana verdiği huzuru seviyorum, bütün bir kış da bu huzurun özlemi ile yaşıyorum.

Bu yaz mavilimon’a Datça’yı da yazacağım başka yerleride ama önce daha anlatacak pek çok şeyin olduğu Yemen’i bitireceğim. Bu günkü yazı kısa oluyor, dedim ya burası Datça, öncelik başka şeylerde. Şimdide sıcak ve rüzgarlı bir öğleden sonrayı annem ve sevgilim ile kastet oynayarak geçireceğiz.

5 Haziran 2007 Salı

Vadi Dar - Yemen

Yemende ki ilk tam günümüzde Sanaa’nın 20-25 dakika uzaklığında ki Vadi Dar’a bakan yüksekçe bir tepeye gittik. Burası tatil günleri Yemenlilerin aileleri ile geldiği bir tür mesire yeri gibi. Günlerden Cuma ve ülkede hafta sonu tatili olduğu için etraf kalabalık ve seyredilecek çok şey var.

Etrafta çok daha fazla sayıda erkek var, erkeklerin kıyafeti uzun beyaz bir elbise ya da bellerine sardıkları bir peştamal, üzerlerine giydikleri bir ceket ya da gömlekten oluşuyor. Başları ise genelde yerel eşarplarla sarılmış. Ama olmazsa olmaz aksesuar ‘cenbiye’ adı verilen ve sürekli bellerinde taşıdıkları hançerler. Sünnet olup erkekliğe adım attıklarından, ölünceye kadar bellerinde taşıdıkları adeta bir erkeklik simgesi. Çok daha teknolojik olanlar cenbiyelerinin yanına cep telefonlarını da asmışlar. Söylendiğine göre bir kez kınından çıkan cenbiye, kana bulanmadan tekrar yerine konmazmış. Allahtan bizim gördüklerimizin hepsi yerli yerindeydi.


Yemenli kadınlar ise tamamen siyahlara bürünmüş, sadece ince bir çizgi halinde gözleri açıkta. Genellikle şehirdeki kadınlar kendi söyledikleri şekliyle siyah ‘şarşaf’ a bürünürken, kırsal kesimdekilerin bir kısmı, yerel bir örtünme biçimi olan ‘sitarah’ a sarınmışlar. Örtünme biçimi aynı olsa da, burada çok renkli bir masa örtüsünü andıran bir örtü var. Çarşafa göre kesinlikle çok daha hoş. Genellikle Afrika kökenli yabancı kadınların ise yüzleri açık.


Sabah saatleri ilerledikçe kalabalık daha da artıyor, ve birden davul sesleri gelmeye başlıyor. Biz de kalabalıkla o tarafa doğru koşturuyoruz. 7-8 erkek ritim tutan bir davulun eşliğinde, dönerek ve ellerindeki cembiyaları sallayarak dans etmeye başlıyorlar. Demek ki cenbiye nin kanlanmadan kınına dönebileceği yerler de varmış. Bir cümbüş bir cümbüş ama kadınlar tüm olan biten bu şamatayı biraz daha uzaktan izliyorlar.

Omuzunda atmacası ile etrafta dolanan bir adamı seyrederken, birden en yeni elbiseleri, kırmızı altın sırma süslü kuşağı ve şalı ile yakışıklı bir damat geliyor alana. Güleryüzü ile tüm sorularımıza cevap veriyor ve fotoğraf çekme taleplerimize olur diyor. Gelin Hanım arkadaşları ile beraber evde akşam ki düğüne hazırlanıyormuş. Yemenliler gerçekten de çok sıcak insanlar, bir kadın olarak bu ülkede seyahat ederken en ufak bir olumsuzluk ya da tacizle karşılaşmadım. Hele adımın ‘Ayşa’ olduğunu öğrendiklerinde ise, bütün yüzler daha bir güldü, ve adeta bütün kapılar açıldı.

Daha sonra bu kalabalıktan ayrılıp, vadinin kuzeyinde yer alan ülkenin en etkileyici binalarından biri olan Dar’ül Hacer, İmam’ın sarayını görmeye gidiyoruz. Burası çok büyük bir kaya üzerine inşa edilmiş, Yemen tarzı görkemli bir yapı. Şu anda bir müze olan binayı 1948 yılında bir suikaste kurban giden İmam Yahya, 1920 yılında inşa ettirmiş.En son olarak burada 1962 yılında oğlu İmam Ahmet oturmuş. 1919 yılında Osmanlıların ülkeyi terketmesinden sonra İmam Yahya, Sevr antlaşması ile Yemen’in yasal yöneticisi olarak kabul edilecek, ancak hem kendisi, hem de oğlu kendi dönemlerinde ülkeyi dış dünyaya kapattıkları için fazlaca sevilmeyecekler, ve dış güçlerinde desteğini alan pek çok ayaklanma sonucu 1962 yılında ülkenin kuzeyinde Yemen Arap Cumhuriyeti ilan edilecektir.

İngiltere’nin yönetimi altında kalan ülkenin güneyinde ise, İngilizlerin ülkeyi terketmelerinin ardından 1967 yılında Güney Yemen Halk Cumhuriyeti kurulacak, ancak İngiltere vermeyi taahüt ettiği tazminatı hiç bir zaman ödemeyince, yeni kurulan bu devlet sosyalist ülkelerin yörüngesine girmek zorunda kalacak ve 1969 yılında yapılan bir darbe ile ülkede Sovyet tarzı bir yapı kurmak isteyenler iş başına gelecek ve 1970 de Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti ilan edilecektir.

Sovyet bloğunun çökmesi sonucu güney’in gerekli mali desteği alamaması ve iki ülkenin sınırında bulunan Jawf bölgesinde petrol bulunması iki ülkeyi zaman içinde birbirine yaklaştıracak ve birleşme ise 1990 yılında olacaktır..

3 Haziran 2007 Pazar

Catha Edulis

Yemen’i ve Yemenliler’i daha iyi anlamak için önce yeşil bir yaprağı tanımak gerekiyor. Adı kat ( catha edulis). Yemen’de gündelik hayat, boyu genellikle 3 ile 7 metre arasında olan, az bakım ancak çok su isteyen bu ağacın yaprakları etrafında dönüyor. Bu küçük yeşil yaprakların ülkenin sosyal ve ekonomik hayatındaki önemini daha hemen ilk günde farketsenizde, anlamak biraz zaman alıyor.

Yemen’de erkeklerin, sokaklarda göremesek de evlerinde kadınların, her gün heyecanla bekledikleri saatlerden biri öğle yemeği sonrası zamanları. Yemek işi halledildikten sonra, genellikle o sabah pazardan taze taze alınmış kat yapraklarını, teker teker ağıza alıp çiğnemeye ve yaprakları yutmadan ağızın içinde, yanağın iç kısmında biriktirmeye başlıyorlar. Ağızda toplanan yapraklar bir süre sonra, yanakta gittikçe büyüyen bir top oluşturuyor ve işte o top neredeyse akşamın erken saatlerine kadar orada kalıyor. Bu çiğneme işini sakın çok kolay bir şey zannetmeyin, ben denediğimde son derece gevrek olan bu yaprak, çiğnedikçe hemen ağzımın her tarafına dağıldı, yanağımın iç tarafına toplamaya çalışırken de neredeyse hepsini yuttum. Yemenlilerin kat ağızdayken rahat rahat sigara, su ve çay içebildiklerini de eklersem bu işin ne kadar beceri istediğini anlayabilirsiniz sanırım.

Kat Dünya Sağlık örgütüne göre narkotik özellikleri olan, amfetamin benzeri etkiler gösteren bir bitki. İçki kullanımının yasak olduğu bir ülkede, böylesi bir uyarıcının, kadın,erkek, çalışan, çalışmayan, neredeyse istisnasız herkes tarafından kullanılması işin oldukça ilginç bir yönü. Eğer Yemenli birine bunun zararlı, ya da daha çarpıcı bir biçimde, haram olabileceğini anlatmaya çalışırsanız, kendinizi çok büyük bir protestoya hazırlayın. Yemenlilere göre kat dünyanın en harika nimeti ve neredeyse her derde deva ve kesinlikle helal. Yemenliler kat’ın alışkanlık yapmadığını iddia etselerde, acımtırak tadı olan bir yaprağı, koca bir ülkenin her gün ısrarla tüketmesini açıklamak biraz zor. Hükümet bir dönem bu ritüeli devlet dairelerinde yasaklamaya çalışmışsa da, sonra kararından dönmek zorunda kalmış.

Eğer mümkünse arkadaşlar, dostlar ve aile ile birlikte, muhabbet edilirken çiğnenen kat’ın sosyal ilişkileri pozitif yönde etkilediği bir gerçek ancak tabii bir de işin ekonomik boyutu var. Küçük bir naylon torba dolusu her gün alınan ve en geç 24 saat içinde tüketilmesi gereken bu yaprağın fiyatı kalitesine göre 6 ile 20 Amerikan Doları arasında değişiyor, dolayısı ile insanlar gelirlerinin oldukça büyük bir bölümünü buna ayırmak zorunda. Böylesine büyük bir talep karşısında verimli toprakların önemli bir bölümü de, suyu çok fazla tüketen bu ağaç için ayrılmış. Ünlü Yemen kahvesine göre, yaklaşık beş kat daha fazla gelir sağlaması, üreticilerin başka türlere yönelmesini neredeyse imkansız hale getiriyor.


İşin bir de çevre kirliliği boyutu var. Kat alışkanlığı, ülkeyi dünyanın en büyük naylon torba çöplüğüne çevirmiş durumda. Taze kalması için naylon torba ile satılan bu bitkiden arta kalan ambalaj malzemesi her yeri renk renk kaplamış öylece duruyor. Gün be gün milyonlarca insanın, aynı sayıda torbayı çöp olarak sokaklara, tarlalara, yol kenarlarına atması oldukça ürkütücü.


İlk olarak 13. yüzyılda Etopya dan geldiği düşünülen bu bitkiyi o zamanlar transa geçmeyi kolaylaştırdığı için sufilerin ve kimi zenginlerin kullandığı bilinmekte. Bugünkü gibi bir kitle hareketini alması ise, 20. yüzyılın başlarından itibaren. Yine de kat tüketimi ülkenin kuzeyinde daha ağırlıklı. 1970 – 1990 arası Marksist Leninist bir idare ile yönetilen ülkenin güneyinde kat tüketimi daha az ama artması kaçınılmaz gözüküyor.

Bazen küçük yeşil bir yaprak, insan ne kadar çok şeyler anlatabiliyor değil mi?

1 Haziran 2007 Cuma

Yemen

Bu kış Hindistan fotoğraflarının sergilendiği bir serginin, açılış kokteylinde fotoğrafçının meslektaşı bir başka fotoğrafçı bana yakında gideceği bir Küba gezisini anlatırken, siz fotoğrafçılar Hindistan ve Küba’yı resimlemekten bıkmadınız mı artık diye sormuştum. Sizce neresi fotoğraflanmalı sorusuna verdiğim Yemen yanıtı, sanırım onu şaşırtmıştı. Gerçekten de şu ana kadar gittiğim ülkeler arasında en fotojenik ülke seçimi yapsam ilk iki sırayı Yemen ve Vietnam’a veriridim.

2005 yılı Şubat ayında Yemen’e gitmeden önce, benim de ülke hakkında bildiklerim, orada yitirilen evlatlar için yakılan türküler, ve geç gelen kahveler için söylenen standart cümle ‘ne o kahve, Yemen’den mi geliyor ?’ dışında çok fazla değildi.



Abu Dhabi üzerinden, Yemen’in başkenti Sanaa’ya doğru uçarken heyecanlıydım, çöle ve sıcağa gittiğimizi düşünüyordum. Bu ülke hakkında ne kadar az şey bildiğimi ise havaalanına iner inmez anladım. Bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur karşıladı bizi. Su birikintilerinin üzerinden atlayıp, ıslanmamaya çalışırken, bu kum rengindeki şehir beni anında büyüledi. Dükkanlarda satılan günümüz ürünü mallar, ve tabelalar olmasa hakikaten hep yazıldığı gibi bir kaç yüzyıl öncesine geldiğimi düşündüm.



Otel’de durmanın ne gereği var deyip ıslak havaya aldırmadan, şehrin eski kısmına doğru ilerlerken hava kararmaya başlamıştı. 3-4 katlı, kerpiçten yapılmış, pencerelerin etrafı ve çatı kenarları beyaz kireçle süslenmiş evleri, havanın kararmasıyla yakılan lambaların,renkli vitray camlardan dışarı süzülen rengarenk ışıklarının etkisi ile kafamda çamurdan yapılma saray gibiler diye nitelerken, daha bu ülkede çamurdan yapılma gerçek sarayların olduğundan bi haberdim.

Sanaa’nın belki de en canlı yeri eski çarşısı. Buraya Bab’el Yemen adı verilen bir kapıdan giriliyor. Sanaa eskiden surlarla çevrili bir şehirmiş, o zamanki şehir kapılarından ayakta kalan Bab’el Yemen Osmanlılar tarafından inşa edilmiş.


Çarşı belleğimdeki doğu çarşılarının birebir kopyası. Mücevherciler, kumaşçılar, hurmacılar, baharatçılar, Yemenli erkeklerin en büyük aksesuarı olan ‘cenbiye’ adı verilen hançerleri satan ve yapan dükkanlar hepsi yan yana. Buralar binbir gece masallarının geçtiği yerler heyecanlanmamak elde mi? Çarşıda ki gümüş takı satan dükkanlardan aldığım, ve hemen taktığım bir kolye ile o masalların içine ben de giriyormuş gibi yapıyorum. Tabii yine doğu’ya özgü bir şey pazarlık etmeden hiçbir şey almamak lazım.

Bir de çarşının kokuları hemen sımsıkı yakalıyor beni. Çoğu yerde dükkanların önünde yakılan tütsülerin kötü cinleri kovduğuna inanılıyormuş. Gerçektende öylesine yoğun ve ağır ki bu yanan tütsülerin kokusu, cinlerin bundan kaçtığına hiç şaşmamak gerek. Kimi kez ben de kaçmadım dersem yalan olur.


Yemen o ilk günden beri hep aklımda ve kalbimde kalmaya devam etti. Sizlerlerle paylaşmaya devam edeceğim.