28 Ekim 2007 Pazar

Ağrı Dağı Tırmanışı (3)

Hani çadırda serum bağlanmasını isteyen dağcı arkadaşım Bora vardı ya... Adam dokuz canlı olsa gerek, birinci can serumla uğraşırken adam Zombi gibi benim arkamdan gelmiş, zirve inişi karşılaştık. Hikayesi ise pek hoş:

Ben sabah 03.00'de zirveye gelip gelmeyeceklerini sorduğumda uykulu bir sesle hayır demişti. Benden hemen sonra tekrar uykuya dalmış, rüyasında ise apartman kapıcılarını görmüş. Kapıcıya nereye gittiğini sormuş; adamdan "Ağrı'ya zirveye çıkıyorum" cevabını alınca "Nee! Ben burda yatarken Mehmet Efendi zirve mi yapacak, hayatta olmaz!" diyerek soğuk terler içinde uyanmış, apar topar giyinmiş. Bunu gören Yasin de dolduruşa gelip Bora'nın peşine takılmış, ama dik çıkışın ilk metrelerinde tekrar istifra ederek projeden istifa etmiş.... :)

Neyse, buzuldan sonra aşağı iniş başladı. Ancak, iniş her zaman olduğu gibi çıkıştan daha zor. Fren yapmaktan bacaklar titremeye başlıyor. Kaçkarlar'dan farklı olarak, burada patika-vari yerlerden inerken ufalanmış, kum gibi olmuş toprak devamlı kayıyor, bastığın taşlar toprak yığınıyla birlikte aşağı doğru iniyor, insanlar zırt pırt düşüyor.

4.200 metredeki kampa geliyorum. Çadırda beni bekleyen arkadaşlar sayesinde (Sekiz canlı Bora uçup geleli çok olmuş) biraz dinleniyorum. Ancak, yaklaşık 10 saatlik çıkış-iniş henüz sonra ermedi, çünki, programa göre aynı gün 3.200'deki ilk kampa ulaşmak gerekiyor. Önceden anlaştığım katırcı, Dağcılık Federasyonu'ndan birilerinin "yanlışlıkla" sıraya kaynaması yüzünden benim sırt çantasını alamıyor...

Bu arada, eşeklerin üzerine, taşıdıkları yüklerin sahiplerinin isimleri yazılmış... Üzerinde “Alaattin Bey” tabelası olan katırı görünce gülmekten kasıklarımıza ağrılar giriyor.


Hemen herkes gittiği için de ortada kalakalıyoruz. Neyse ki, aynı Federasyon yetkilisi imdada yetişiyor, katırcının birini zorla ayarlıyor. Fakat bunun diyetini birinin ödemesi gerekecek: Kamptaki dağcıların yanlarında götürmedikleri çöpleri bana toplattırıp koca bir torba yaptırıyor ve 1.000 metre aşağı indirmemi söylüyor. Ben de iniş sırasında, arkamda 6 kg'lik foto çantam, ona bağlı kocaman siyah çöp torbası, elimde kazma, 1.5 litrelik su şişesi, zırt pırt düşe kalka kampa iniyorum.

İniş sırasındaki en dikkat çekici olay ise, önümde yürüyen birinin ufak bir taşı yuvarlaması sonucu hareketlenen orta boy bir kayanın, bayır aşağı hızlanarak, hoplaya zıplaya inmesi... Allah'tan yolunda kimse yok, yoksa kaçma imkânı mevcut değil. Kaya gittikçe hızlanıyor. En aşağıda karlara ulaşıyor. Ben kara saplanıp kalmasını beklerken sanki sektirmek için denize atılmış taş gibi hızlanıyor ve mermi hızında uçurumda gözden kayboluyor. Vay canına...

Ben ise ağzım açık, bakakalıyorum. Sonra birden dank ediyor, panik içinde arkamı dönüp, tepenin üzerinde bize doğru inmekte olanlara korkuyla karışık bakıyorum. Allah’tan korktuğum olmuyor…

Aşağı kampa yaklaştığımda, o ana dek farketmediğim bir gerçekle yüzleşme zamanı: Bizim 250 kişilik kampımıza nadiren jet hızı gelen ve yine jet hızıyla kaybolan, birkaç kişilik gruplar halindeki komandolar vardı. Meğer bunlar, kampımızdan 1-2 dakikalık uzaklıkta, yukarıda kayalar içinde kamufle olmuş, bizi korumakla görevli, kocaman, tam teçhizatlı bir komando birliğinin üyeleriymiş. Bizi sabah akşam gözetim altında tutarlarmış. Fedakâr Mehmetçik, "zıpır" dağcılar yüzünden dağda azap çekiyormuş...

Kampa vardığımda, artık bitap haldeyim. Önceki gün 6-7 saatlik çıkıştan sonra gece 2-3 saat uyuyup, o gün sabah 3'de kalkarak 12 saat yürümek, masabaşı çalışan bir finansçının olağan günlük programına göre bir nebze yüklü sayılır.

Akşam menüsü mükemmel: kızların yaptığı ton balıklı salata, oksijen eksikliğinden yanmayı yine reddeden ocakta pişememiş blok hamur halindeki makarna, ve… komşulardan araklanmış çikolatalı bir sufle! Kat kat giyinmiş olmama rağmen titreme geliyor, ardından kayalıklar arasında klasik WC molası ve hemen hoooorrrr..

He he he... Tabii ki değil...

Çünki, birkaç gündür uyku tutmadığı için planladığım Zihni Sinir projesini hayata geçiriyorum. Omuzlar yüzünden iki kişilik çadırda üç kişi sığışamadığımız için, ben ortada ters yönde yatıyorum. Çadır aşağı doğru meyilli bir arazide kurulmuş, bu yüzden matın başa gelen tarafını giysi v.s. ile dolduruyorum, düzleşsin diye. Tabii evdeki hesap Ağrı'ya uymuyor, hâlâ baş aşağı kaldığım için gece burnum tıkanarak uyanıyorum. Uyku tulumundan çıkıp iki kişi arasındaki dar yerde ayağa kalkmadan ters dönmek pek kolay değilmiş. İşin komiği, benim ters yatmamdan kaynaklanan boşluğu arkadaşlar baş ucunda gayri ihtiyari yayılarak doldurmuşlar. İte kaka aralarına girip onları köşelere yolluyorum.

Ertesi sabah, Federasyon üst düzey yöneticileri halimize acıyıp bizi sucuklu yumurtaya davet ediyor. Hayatımın en lezzetli kahvaltılarından biri...

( yazarımızı merak edenlere: en önde yere çömelmiş durumda)

Suyumuz bitince iş başa düşüyor, çadır çadır dolaşıp su dileniyorum. İçlerinden biri ise aklimda yer ediyor. Verebilecek fazla suyu olmamasına rağmen matarasını benimle paylaşan, İzmir Dağcılık Kulübü'nden bir hanım... Valide tarafindan memleket kanı çekti herhalde.. :-)))

İniş sırasında, ayaklarımın su topladığı ortaya çıkıyor. Yürümek pek rahat değil.

Ağrı ise muhteşem. Oldukça nadir karşılaşılan bir berraklıkta, çıplak, bulutsuz bir zirve.. Deklanşör fazla mesai yapıyor.


O sırada, fazla mesai yapan başka bir şey daha var.

Bingooo... Bağırsaklarım...

Taşlarla çevrilmiş ve hayvan sürüsü sahiplerinin geçici olarak kullandığı barakalardan birini gözüme kestiriyorum, yukarıdan gelen grupların menzil dışı olduğunu gördüğüm anda oturup hacet gidermeye başlıyorum. Ancak, anlaşılan, uzakları kollarken yakındaki birini atlamışım. En heyecanlı yerinde önümden geçiyor. Ben adama "buraya sakın bakma, bakma, bakma" diye içimden haykırırken, bahtsız benden habersiz yanımdan geçip gidiyor. Aklıma o ünlü Temel fıkrası geliyor:

Bültenlerinde flaş haber olarak "dört ayaklı uzaylıların dünyaya geldiği" duyurulur ve bütün Karadenizlilere, bir uzaylı ile karşılaşmaları halinde ilk önce isimlerini, sonra o anda ne yaptıklarını söylemeleri salık verilir.

Haber bültenini can kulağıyla dinlemiş olan Temel, karanlıkta yerden bitme bir yaratıkla karşılaşınca hemen tavsiye edilen şekilde seslenir:

"Merhaba uzaylı, ben dünyadan Temel, Tirabzon'a gideyrum".

Yaratık cevap verir:

"Merhaba Temel, ben Rize'den Tursun, siçayrum"...

...

Sağ salim indik. İshal 2-3 gün daha devam etti. 5 kg vermişim.

Geriye de bu hoş anılar ve dialar kaldı...

Eylul 2002
Erdem'in son derece eğlenceli ve harika yazısı burada bitiyor. Buradan bir kez daha çok teşekkürler. Eğer bu arada sizlerin de paylaşmak istediği gezi fotoğrafları ve yazılarınız varsa, mavilimon sizi de misafir etmekden çok keyif alacaktır...

27 Ekim 2007 Cumartesi

Ağrı Dağı Tırmanışı (2)


Sabah karargâh merkezinde toplandık ve MAN marka kamyonların arkasına doluştuk, açıkta ayakta gittik, bir süre sonra ana yoldan ayrıldık. Ağrı'ya çıkan toprak yol ise felâket, 2.000 metre civarında kamyonlar daha fazla gidemediler. Annesinden süt emen tayın fotosunu çekerken yukarı zirveye doğru baktım. Ve bir anda soğuk ter boşandı. Mağrur ve heybetli Ağrı herkesi aşağılıyordu.

Orada bekleyen onlarca katırcıya eşyalarımızı emanet ettik. Ağrı'daki mevcut katırcı mafyasının başının o sene rakip katırcıyı nasıl vurdurtup katır cennetine yollattığını öğrendik. Ayrıca, elindeki tapuda "Ağrı Dağı" yazan bu ağanın bu bölgedeki en nüfuzlu kişi olduğunu da..:-)

3.200 metredeki ilk kampımıza kadar 1.000 küsur metreyi hızlı tempoda çıktık. Çadırları kurduk. Bir sonraki kamp yeri olan 4.200 metrede 250 kişilik çadır yeri olmadığından zirveye çıkış için ekibi ikiye böldüler. Biz orada kalan ikinci ekipte yer aldık. Benim 5 kişilik arkadaş grubum, tortulu kaynak suyunun ve yüksek rakımın da etkisiyle telef oldu: İlk gün akşam itibarıyla hemen herkes bağırsak ve mideyi bozup baş ağrısına yakalanmıştı.

Ödünç aldığım çadırı arkadaşlarıma verip, iki kişilik çadırda iki kişi kalan, tecrübeli iki dağcı olan Bora ve Yasin'e katıldım.

O gece çadırdaki kadar bunaldığımı pek hatırlamıyorum.

Uyku tulumu zaten klostrofobik bir şey, ayaklarınız yapışık, içeride hareket edemiyorsunuz. Üstelik ben “sazan gibi” kıyafetimle yatmışım. Gecenin birinde uyandım. Hareket edemiyorum. Çadırı meyilli arazide kurmuşuz, uyku tulumu üzerinde bulunduğu mattan aşağı dogru kaymış. Sağımda ve solumda nefes mesafesinde iki kişi, ortadayım, adamları uyandırmamak lazım... Yarabbi!

Uyku tulumundan nasıl zar zor çıktığımı, bacaklarımı ve kollarımı nasıl oynattığımı hatırlamıyorum. Doğrulup biraz nefes almaya çalıştım. Çadırın içi buz gibi. O sabahı nasıl ettim bir ben bilirim.



Ertesi gün (28 Ağustos) herkesin sağlığı düzeleceğine bozuldu, bende ise pek bir farklılık yok: Sabah iki, akşam iki posta kamp civarında gizlenecek kayalık arayıp doğayı şenlendiriyorum. Bağırsakların durumu vahim, çok etkili bir ilacı (beton ilacı diye tabir ettiğimiz Lomotil) çifter çifter almama rağmen beni sadece gün içi idare edebiliyor.

Bu arada ilginç şeyler olmuyor değil. Mesela, Bora ile gün batımını seyredelim dedik, biraz kamptan uzaklaştık, bir anda 3-4 metre önümüzde kayalıkların ardında bir adam telaşlı bir şekilde ayağa kalkıp pantalonunu çekiştirmeye başladı. Bilmeden adamın hususi WC'sine girmişiz. :-))



29'u sabahı üst kamp icin yola koyulduk. Yolda bizim 15 kişilik ekibin liderinin yanlış rota seçimleri yüzünden “çarşak”lara (taşlık zemin) girmemiz dışında vukuatımız yok. Ancak, 4.200 metreye önceden varıp çadır yeri seçmiş olmamıza rağmen, grup dökülüyor. Biri ishal, tuvalet için acil yer arıyor; diğerleri istifra ediyor (nazik Arapların kusma faaliyeti). Bora ise çadırdan başını çıkaracak durumda değil, Doğubeyazıt'a gidip serum bağlatmaktan söz ediyor.

Akşam bizim gazlı ocak tutuşmayınca yan çadırdan ödünç ocak alıp Bora ile çorba yapıyoruz. Ben çadırın önünde çömelmişim, o da içeride doğrulmuş çorbayı karıştırıyor. O sırada olan oluyor, biraz önce "miden kötü ise torba al yanına" dediğim Yasin tepkili motor gibi dışarı sarkıp üzerime...

...kusuyor.

Ayağa fırlamakta yeteri kadar hızlı hareket edemiyorum maalesef, polar pantolon batıyor. İşin kötü tarafı pantalonu ertesi gün zirve çıkışında giymek zorundayım. Nitekim, pantalonu temizlememe rağmen, ertesi gün her sol adım atışımda burnumun direği kırıldı.

İşin bir başka yönü ise çorba. Acaba Yasin istifra ederken hemen yanındaki çorba tenceresine sıçrattı mı? Fenerle tencereye bakıyorum, bir şey göremiyorum. Bardağımı daldırıp içini çorba ile dolduruyorum ve içmeye başlıyorum. Vee, ağzıma gelen bir parça ile sorunun cevabını öğreniyorum.

Maalesef, çorbaya yabancı bir madde karışmış... :-((

Çadır önündeki “kuskus”lu bölgeyi toprakla kapatıyorum, çorba yapılan tencere ve bardakları da elde kalan son su ile temizliyorum. Bu arada, Murphy kanunları hâlâ geçerli olsa gerek ki hava karardığında el fenerimin pili bitiyor. Çanta hafiflesin diye yedek kalem pilleri Doğubeyazıt'ta bırakan ultra zeki zat-ı muhterem'e (yani ben :-)) ) saygılar.....Fener bitince de çadırın kazıklarına ayağım takılıyor ve yeni yıkadığım kap-kacak paldır küldür yeri boyluyor...

O gece karnım doymayınca, çadır kurulan bölgeleri ayıran kayalardan atlayıp yan komşunun makarnasına dadanıyorum. Yağsız ve tuzsuz makarna yanında çay! Bu mükellef akşam yemeği kaskatı kesilmiş pide ve krem peyniri ile şenleniyor. Yatmadan önce, çadır arkadaşımdan kafaya monte edilen feneri ödünç alıp kayalar üzerinde akrobasi yaparak, Doğubeyazıt'a nazır tuvalet güzel bir fikir. Bacaklarımın arasından süzülen “meltem” sayesinde popomun bu kadar üşüdüğünü ise hiç hatırlamıyorum. :-)))

Yattıktan 2 saat kadar sonra, Yasin'in böğürmesiyle zirve öncesi derin bir uyku çekme hayalim suya düşüyor.

Sabah 03.00'de kalkış... Zirve için son etap… ama çadırdakilerin gelecek halleri pek yok.. Koca gruptan bir tek ben çıkacağım! Foto çantasını boşaltıp su, emniyet kemeri gibi malzemeleri dolduruyorum. Yine yan çadırdan arak bir bardak çorba ile sabah kahvaltısını edip karanlık ve ayazda Robocop gibi kat kat giyinip yukarı yollanıyorum. Yukarı kamp yeri hareketli, ben kazmayı sabitlemek için bir ip sorunca, grup lideri kazmayı sırtımdan aşağı sokuveriyor.

"Şükür Allah’ıma, bir de aşağıdan soksaydı halim nice olurdu?" diye avunuyorum.. ;-)

Liderimiz canlı bir sesle, "Herkes hazır mı, kuvvetli kahvaltı ettiniz mi?" diye sorduğunda ben "keh küh, ben pek edemedim" diye geveliyorum. Karanlıkta yüzü seçilmiyor ama cevabındaki ses tonundan beni ilk görüşte çok sevdiği anlaşılıyor.

Karanlık.... Kimse fenerini kullanmıyor, öndekinin konsantrasyonunu bozmamak için. Çok dik bir yamacı, kayaları tırmanarak yürüyerek çıkıyoruz. Açlığı ballı çubuk yiyerek gidermeye çalışıyorum. 1.5 saat kadar sonra gün ağırıyor. Hava serin ama manzara bunu unutturuyor. Manzara dediysem önde yürüyen hanımın narin hatları. Şaka şaka... ;-)

Bu arada son derece sakin gözüken 4.200 metre kampında, arkamda yürüyen dağcının kolunun incindiğini öğreniyorum. Önceki gece çadırlarının üstüne bir kaya parçası düşmüş !

Zirveye doğru yavaş fakat herkesi geride bırakan bir tempo ile çıkıyorum. Herhalde ishal turbo etkisi yaratmış olmalı...Bakıyorum da, çıkarken rakım (yükseklik) hastalığına yakalanan bir doktor, herkese tavsiye ededurduğu tedaviyi kendisi için uyguluyor: İyi hissedene kadar yokuş aşağı inerek basınç dengesini yakaladıktan sonra o seviyede biraz dinlenip, sonra tekrar çıkmayı deniyor yani.

4.900 metreye gelince, o ana kadar sabreden kalbim fazla mesai yapmaya başlıyor. Geri inme metodunu pas geçip sık sık mola veriyorum. Kelebek kalbim bir süre sonra ancak duruluyor.

5.000 metreye gelince, artık her yer karla kaplı. Tecrübeli bir dağcı çıkışın en tehlikeli noktası olan geçit öncesi bana yardım ediyor, emniyet kemerimi takıyor... İpin nasıl bağlanacağını, klipsin nasıl takılacağını, botların altına geçirilen kramponların nemenem birşey olduğunu öğreniyoruz. En ilginci ise kazma: eğer ayağımız kayar da buzulda düşersek, emniyet kemeri tutmadığı takdirde hayatımızı kurtaracak alet bu. Kazmayı kara bütün gücümüzle saplamamız gerek... Yoksa aşağı doğru yuvarlanıp oradan gözükmeyen uçuruma düşebilirmişiz. Tıpkı Atlas Dergisi’nden tecrübeli dağcı İskender’in fotoğraf çekerken ayağının kayıp Cehennem Deresi denilen bu yerde birkaç ay önce hayatını kaybetmesi gibi. Çok sevimli.


Tek başıma hafif yana meyilli tepede, emniyet kemerinin klipsini ipe geçirip yürüyorum. Bu ip hattını sabah ilk çıkan tecrübeli grup döşemiş. Her 20 metrede bir kazık olduğu için durup klipsi eski ipten çıkarıp yeni ipe bağlamak gerekecek.

O anda ayağım kaysa? Kazmam var ya!

Aslında sandığınız kadar zor birşey değil, uçurumu görmediğimiz için çok heyecanlı da sayılmaz.:-))

Asıl zorluk ise, dik tepeyi çıkarken sağdan esen rüzgâr. Dondurucu! Yorulunca durmak istiyorsun, ama, o kadar soğuk ki, durmak donmak demek. Hava süper, istisnai bir şekilde gökyüzü açık ve mavi. Dağcıların hep dedikleri gibi: Ağrı'nın zirvesindeki hava durumunu aşağıdan kestirmek neredeyse imkânsız. Aşağıda yaz varken burada kış kıyamet olabiliyor, ya da tam tersi...

Buzullaşmış karların şekilleri ise gerçeküstü görüntüler arz ediyor...


En sonunda Türkiye, Orta Doğu ve “Balkanlar”ın zirvesine ulaşıyorum. 5.137 metre.


Küçük Ağrı, neredeyse 4.000 metre ama, ufacık gözüküyor.


Dünyaya tepeden bakmak ilginç bir duygu. "Becerdim" diyorum.

Birkaç foto çektikten sonra bir kareyi de oradakilerin beni çekmeleri icin ayırıyorum. Ancak, foto çekmek için eldivenlerimi her çıkardığımda ellerim donuyor ve hissizleşiyor. Morardıklarını gördüğümde ise inmeye karar veriyorum.




Yarın, üçüncü ve son bölümde dağdan iniş ve ekip üyelerinin durumu....

26 Ekim 2007 Cuma

Dağlar Yılı’nda, Ağrı Dağı’na tırmanışın öyküsü - (1)

Daha önce fotoğrafları ile mavilimon'un konuğu olan sevgili arkadaşım Erdem Kütükoğlu bu kez Ağrı Dağı tırmanışı ile burada. Ben okurken çok keyif aldım sizlerin de yorumlarını merak ediyorum. Erdem biraz mütevazi davranmış, ama koca dağ öyle de çok kolay bir şey değil gibi geldi bana. Bugün ilk bölüm, tırmanış ve iniş ise sonraki iki bölümün konuları.


Tamam, kabul, dünyanın en kolay yürüyüşü değil ama, Ağrı Dağı deyince gözünüzde çok büyütmemelisiniz.

Her şeyden önce, öyle kayalara iple tırmanmak zorunda değilsiniz, bizim kullandığımız Batı tarafından zirveye yürüyerek ulaşılabiliyor.

Etrafta ağaç ve yeşillik 3.500 metreden sonra yok. Her yer taş ve toprak.



2002 senesinin 26 Ağustos günü Van'dan Doğubeyazıt'a geldim, İran sınırının dibinden, Tendürek Dağları'ndan geçerek.

Minibüsten indiğimde sırt çantam için bir taksi kiraladım. Bu, 10 yaşlarında bir seyyar satıcının tekerlekli arabası idi. Taksimetre 250 bin TL yazdı. Malum sıfırları attık, şimdilerin parasıyla 25 kuruş... :-))



İsfahan Otel, Dağcılık Federasyonu tarafindan düzenlenen bu organizasyonun harekât merkezi idi. İşin aslı şu: her sene geçmiş Cumhurbaşkanları şerefine Türkiye'deki belli başlı zirvelere tırmanışlar düzenleniyor. En onemlisi, Atatürk adına Ağrı'ya yapılan tırmanış. 2002 senesi, üstüne üstlük UNESCO tarafından "Dağlar Yılı" ilân edildiği için hem yerli hem yabancı katılımcı çok fazla olmuş: geçen senenin iki katı, neredeyse 250 kişi.

O gün, onlarca minibüse doluşup İshak Paşa Sarayı'nı ziyarete gittik.



Yıllar önce rehberlik yaptığım dönemde birkaç defa görmüş olmama rağmen İshak Paşa’nın adam akıllı fotoğraflarını çekememiştim. Etraf kalabalık iken fotoğraflamak nafile bir uğraş olduğu için, bu sefer arkadaşların toparlanıp gitmelerini bekledim. Bu arada, bir onceki günki gibi sağanak fırtına geliyordu, şansıma son anda orayı teğet geçti.



Millet gitti, ben yalnız başıma kaldım. Vasıta bekleyen kır sakallı, beyaz sarıklı, tek gözü âmâ amcayla kısa bir sohbet ve susamlı çubuk ikramı: Malum, fotoğraf çekmeden önce arayı ısıtmak gerek. Ama, o da ne? Amca ben “fot” demeden fotoğraf çekmek istediğimi anladı ve kendiliğinden "hepsi çekti zaten, sen de çek istersen" deyiverdi. :-)


Çoban kızlarla sohbet ettim, tek elmayı paylaştık, görüntülerini objektifimden geçirdim.


Onlardan ayrıldıktan sonra dere tepe düz gittim. Amacım İshak Paşa ve Ağrı Dağı’nı aynı kareye almaktı. Tepelerden birinden inerken az kalsın aşağı yuvarlanıyordum. Ne zaman ki, hedefler tam aynı kareye girdiler, bu sefer de çoban köpeklerinin saldırısına uğradım. Beni melek yüzlü Acem güzeli bir genç kız kurtardı. Sohbet sırasında, onun daha önce fotoğraflarını çektiğim çoban kızların ablaları olduğunu öğrendim. :-)Dünya küçük, İshak Paşa doğal olarak daha da küçük…

Sonra saraya geri dönmek için oto-stop çektim, oto yerine bir minibüs stop etti. Kayan kapıyı açıp arkaya atladım, bir baktım ticari bir araçmış, bindiğim yerde koltuk yok, arka ile ön taraf arasında ise bir demir parmaklık var.

Seyir halindeyken adamlarla ayakta demir parmaklıkların arasından sohbete başladım. Klasik "memleket nere kardeş?" sorusuna ben "Ürgüp" diyince, "Ben çok iyi bilirim Ürgüp'ü" dedi şöför olan, "çok gittim oralara".. Dumura uğramış vaziyette "Hayrola?" dedim, "İş için mi?". "Yok" dedi, "benim abim Nevşehir kapalı cezaevinde yatıyordu, onu ziyarete giderdim"... Sordum "Pekeke mi?".. "Hee" dedi, "Pekeke"... Ben de demir parmaklıklara tutunarak dengemi sağlamaya çalışırken kendi kendime söylendim, "Oğlum, var ya, sen bittin..."

Oysa, adamlar "savaş"ın bitmesinden memnuniyetlerini belirtip beni istediğim yere kadar götürdüler. Ülkenin doğusunda teröre, "terör" değil "savaş" diyorlar.

Neyse, Ishak Paşa'da gün batımını ayazda izleyip yine otostopla Doğubeyazıt'a döndüm.

O akşam sindirim sistemim iflas etti, herhalde başıma güneş geçmiş gün batımında da üşütmüş olmalıyım, geceyi tuvaletle yatak arasında geçirdim. Enteresan bir rotaydı, monoton filan ama... Ertesi sabah 1-2 kilo hafiflemiştim.
Erdem'in diğer fotoğrafları için:

25 Ekim 2007 Perşembe

Konya

İki günlük Konya gezisini yazıp bitirmem neredeyse yirmi iki günden fazla sürüyor, ama bildiğiniz gibi mavilimon’da da işler böyle yürüyor. Ne zaman ne yapacağımı çok bilmediğim gibi, yazacaklarım da çok planlı olamıyor. Yazmadan da bırakmak istemiyorum, çünkü yazdıklarım benim için bir süre sonra önemli referans kaynağı haline geliyor. Dolayısıyla bugün hızlı bir Konya turu, sonrasında ise bambaşka bir iklime ve coğrafyayı yazmak niyetindeyim: Küba... Ama önce Konya durakları;

1) Karatay Medresesi: 1251 yılında Selçuklu veziri Celaleddin Karatay tarafından yaptırılan ve Anadolu Selçuklu sanatının başyapıtlarından biri olan bu eser, Konya’da, Mevlana müzesinden sonra en çok görmek istediğim yapıydı ancak restorasyon nedeni ile kapalıydı.

Günümüzde Çini Eserler Müzesi olarak kullanıldığı için, çinileride göremedim. Ancak giriş kapısındaki harika taş oymalar içerisi hakkında da bir fikir veriyor. Mevlana döneminde dervişlerin buluşma noktası olan yapı bir gün yolum tekrar Konya’ya düşerse mutlaka gideceğim bir yer.






2) Arkeoloji müzesi: Son derece mütevazi binasında hizmet vermekte olan müze’ye hiç bir şey için olmasa bile sadece Roma döneminden kalma lahitleri görmek için gitmek gerek. Özellikle Herakles lahidi.


3) İnce Minareli Medrese: Boşuna ince ve uzun bir minare aramayın. 1901 yılında düşen bir yıldırım sonucu minarenin boyu oldukça kısa ve güdük kalmış. 1264 yılında Sultan 2. İzzeddin Keykavus'un veziri Sahip Ata Fahreddin Ali tarafından yaptırılan medrese, 1956’dan beri Taş ve Ahşap Eserler Müzesi olarak kullanılmakta. Sahip Ata Külliyesini de yaptıran Fahreddin Ali iyi bir vezirmiydi bilemem ama ince bir sanat sevgi ve bu zevki hayata geçirecek bir zenginliğe sahip olduğu kesin. Konya'ya kazandırdığı iki harika eserin yanında, Akşehir'daki Taş medrese, Kayseri'deki Sahabiye medresesi ve Sivas'ın görkemli Gök medresesi bu vezirin Anadolu topraklarına bıraktıkları..



Binanın giriş kapısındaki taş işçiliği tek kelime ile nefes kesici. Kapının üzerinde, zarif bir düğümle yukarılara doğru uzanan arapça yazılar Tanrı'ya uzanışın bir simgesi mi acaba? Kesinlikle çok güzel düzenlenmiş bir müze, Selçuklu ve Karamanoğlu dönemine ait kabartma rölyef örneklerinin en güzelleri burada. Selçuklu’lardan kalma bir melek kabartması en favori parça oldu benim içi. Ayrıca müzede çok zengin bir halı ve kilim koleksiyonu da bulunuyor.






4) Alaeddin Cami: 1100’lü yılların sonlarına doğru, Sultan 1. Rükneddin Mesud tarafından yaptırılmaya başlanan yapıya, sonrasında pek çok Selçuklu, Karaman ve Osmanlı Sultanının elide değmiş. Yapıda ayrıca Karaman’daki kiliselerden getirildiği düşünülen pek çok devşirme malzemede kullanılmış.Rehberimiz sanat tarihçisi Ahmet Vefa Çobanoğlu’ndan, siyah beyaz taşların kullanılmasıyla elde edilen zengi düğümünü de ilk kez burada öğrendim ve gördüm. Haçlı Seferleri sırasında islam’ın koruyucusu olan Zengiler, buradan sonra bir düğümle de aklımda kalacaklar. Cami’nin içinde 1155 yılında Ahlatlı Hacı Mengüberti tarafından yapılan kündekari minber ise Türk ahşap sanatının en görkemli örneklerinden biri. Mutlaka görülmeli. Cami’nin avlısunda ise Kılıç Arslan’ın türbesi bulunuyor.


5) Selçuklu Saray Kalıntısı: Alaeddin Cami yakınında küçücük bir parçası kalmış. 2. Kılıç Arslan tarafından 1156 yılında Konya Kalesinin üzerine yaptırılan ‘seyran köşkünün’ kalıntısında Selçuklu mimarisinden çok hoş örnekler var. 80 yıl önce çekilen fotoğraflarında iki katlı olarak görülen yapı bugün tek katlı ve fantastik bir beton şemsiyenin altında korumaya alınmış durumda.









6) Sahib Ata Vakıf Müzesi: Vakıflar idaresine kocaman bir ‘helal olsun’ dediğim yer burası. Tüm Vakıf müzelerini görmüş olan rehberimize görede kesinlikle en güzel Vakıf müzesi. Kırmızı tuğlalar ve çinilerdeki mavi’nin çeşitli tonlarından oluşan bir dünyaya giriyorsunuz burada. Sergilenen eserler son derece özenle seçilmiş, sergileme düzeni son derece başarılı. Çinilerin üzerindeki deki her bir rengi, her bir figürü neredeyse tek tek resimleme çalıştığım bir yer oldu. Mavilerin güzelliğine takılıp kaldım anlayacağınız. Bu arada işte bu anca Türkiye’de olur denilen bir hikaye de çıktı restorasyon çalışmalarından. 2005 yılında restorasyon ihalesini kazanan firmanın maharetli ustaları(!) külliyenin içinde bulunan hankahın 730 yıldır ayakta duran nadide turkuaz çinilerini yenilerini yapmak gerekçesi ile balyozlarla yere dökmüşler. Neyseki olay çabuk farkedilmiş, olay savcılığa intikal ettirilmiş, davalar sürmekteymiş ve yeni yapılan bir ihale ile de, dökülen çiniler tek tek yerine yerleştirilmiş. Külliyenin hemen yanında bulunan Sahip Ata Camisi’nde de restorasyon çalışmaları devam etmekteydi. Buranın taç kapısında da ilk kez bir emzikli sebil gördüm. Suyun değerli olduğu bir coğrafyada, suyu şakır şakır akıtmak yerine, bir kamış yardımı ile su içilir, ve ziyan edilmezmiş.

7) Konya yemekleri: Bamya çorbası ve etli ekmeğin tüyosunu önceden alıp gitmiştim. Öncelikle her ikisininde tadına kaldığımız Rixos Otel’de baktım. Harikaydılar. Özellikle bamya çorbası mutlaka tavsiye edilir. Ertesi gün Mevlana Müzesinin yakınında bulunan Mevlevi Sofrasında’da çoban kavurma ve etli ekmek istedim ama çoban kavurma çok güzel olmasına rağmen etli ekmek son derece kötüydü. Sanırım bir daha ki sefere iyi bir restaurant adresi alıp gitmek lazım. Konya’dan yaptığım alışverişde bol miktarda kurutulmuş bamya almak oldu. Stoklar iyi dolayısıyla bu kış menüde bol bol bamya çorbası olacak.

22 Ekim 2007 Pazartesi

Bugün kötüyüm....

Bugün kötüyüm. Sabahtan beri yüreğimde kocaman bir yumru ile dolaşıyorum. Gencecik çocuklar pis bir kavgada şehit oluyor. Ülkem artık terörle mücadelenin çok ötesine geçecek, bil fiil bir savaşın tam kıyısında. Sanki aklın bittiği noktaya çok yaklaşmış gibiyiz. Yapmak istediğim tek şey bir koltuğa oturup kara kara düşünmek olmasına rağmen,kişisel ya da toplumsal krizlerde işe yaradığına inandığım tek şeyi yapıyorum. Adeta derin bir meditasyon süresindeymişcesine, tüm dikkatimi vererek günlük işlerimi tamamlamaya ve düşünmemeye çalışıyorum.

Evdeki sabah işlerini hallettim, dışarı çıkarken sitenin yeni köpeği Kuki ile oynadım. Sonra spor salonuna gittim, önümdeki koşu bandında ki eski futbolcu Tanju Çolak’ın göbeğine ve kalın vücuduna bakıp, ben bu adamdan daha uzun süre koşarım diye kendi kendimle iddalaştım ama kaybedip yine kendi kendimle dalga geçtim. Bankaya gittim, eve gelip yemek yaptım ama o yumru hala yerinde duruyor.

Benim kardeşim de askerliğini Tunceli’de yapmıştı. Sürekli operasyondaydılar. O birbuçuk yıl süresince yüreğimin bir kenarı hep kalkık yaşamıştım. İzne geldiğinde yanlış hatırlamıyorsam Bebek’de deniz kıyısında otururken, ‘orada bir savaş devam ederken, burada insanların hiç birşey yokmuşcasına hayatlarına devam etmelerini anlayamıyorum’ demişti. Kimseyi kınamak adına söylenmiş değildi bu sözler, sadece aynı ülkenin farklı yerlerinde insanların hayatının ölüm ve yaşam gibi birbirinden apayrı gündemlerle devam etmesini anlamakta zorlanıyordu. Şimdi de biliyorum ki, kulakları bölgeden gelen her türlü habere kilitlenmiş binlerce ana, baba ve kardeş yüreklerinin bir kenarı hep kalkık olarak günü tamamlamaya çalışıyorlar. O zamanlar kardeşim için yaşadığım korku o kadar yoğundu ki, şimdi aynı durumda olanların neler hissettiğini çok iyi anlayabiliyorum.

Ama birde yaşadıklarını hiç bir şekilde hayal edemeyeceğim insanlar var. Onların oğulları, kardeşleri kırmızı bir bayrağa sarılı olarak geri geldi. Ölümle tanışmayanımız var mı, herkes bir gün sevdiklerini kaybediyor, canı yanıyor ama böylesi bir ölümün can yakması sanki diğerlerinden çok daha fazlaymış gibi geliyor bana. Babamı kaybettiğimde en büyük üzüntüyü yaşadığımı zannetmiştim ama şimdi düşünüyorumda, kardeşim oradan dönemeseydi, ‘vatan sağ olsun’ deyip, yaşanacak acıları yaşayıp, ülkesini halen çok seven bir vatandaş olarak hayatıma devam edebilirmiydim, huzur bulabilirmiydim? Cevabını veremiyorum.

Tüm bunları düşünüyorum, yazıyorum ama elimden hiç bir şey gelmemesinin çaresizliğini de yaşıyorum. Söylediğim gibi bugün kötüyüm.

19 Ekim 2007 Cuma

Erdem Kütükoğlu'nun objektifinden..

Sevgili arkadaşlarım Erdem ve Sema bayram tatilinden de faydalanarak Vietnam, Kamboçya ve Laos'u kapsayan bir yolculuğa çıkmışlardı. İşte Erdem'in bu muhteşem fotoğrafları taze taze mavilimon'da.

Erdem'den gezi izlenimlerini de yazmasını istedim. Önümüzdeki dönem ben de bu üç ülke hakkında uzun uzun yazacağım ama Erdem'inkiler tabi ki daha güncel gözlemler olacaktır. Benimkiler neredeyse yedi yıl öncesine aitler.

Erdem'cim bu arada fotoğrafları burada yayınlamama izin verdiğin için tekrardan çok teşekkürler..






Erdem'in diğer harika fotoğrafları http://www.fotokritik.com/kullanici/portfolyo.php?id=23476

adresinde. Kesinlikle tavsiye ederim...

17 Ekim 2007 Çarşamba

Şems-i Tebrizi / Konya

Mevlana’yı anlamayı giden yol, biraz da Şems-i Tebrizi ile olan ilişkisini anlamaktan geçiyor. 1185 yılında Tebriz’de doğan Şems, o dönemde İslam’ın yayılmasına öncülük eden gezgin dervişlerden biridir. O kadar çok yer gezmiş ki, Şemseddin Perende, yani uçan Şems adıyla anılırmış.

Aldığı manevi bir işaret üzerine Konya’ya, Mevlana’yı bulmaya gelir Şems, ve onu bulduğu andan itibarenden, Mevlana’nın yüzyılların ötesine uzanacak olan yolculuğu da başlamış olur. Eğer Şems ile karşılaşmamış olsa, dönemin bilgili ulemalarından biri olup, sonrasında da tarihin kalın sayfaları arasında belki adı bile geçmeyecek olan Mevlana, Şems ile bambaşka bir değişim geçirir ve ilahi aşkın potasında erimeye başlar.



İkilinin tutkulu ilişkisi kesintilerle üç-üçbuçuk yıl kadar sürer. Gözlerinin deyim yerindeyse birbirinden başkasını görmemesi, Mevlana’nın halkla ilişkisini kesip, medresedeki derslerini bırakıp tüm zamanını Şems ile sohbet ederek geçirmesi, etrafındakilerin derin kıskançlığına neden olur. Dedikoduların yayılması üzerine Şems ansızın Konya’yı terk eder, Mevlana perişan olur, matem giysileri ile dolaşmaya başlar. Bu dönemde Şems’den öğrendiği varsayılan sema ayinlerini yapmaya başlar. Dört bir yana mektuplar yollanır Şems’i bulmak için, sonunda Şam’da olduğu anlaşılınca Mevlana oğlunu gönderir Şems’i alıp getirmesi için.

İkinci buluşmaları da kısa bir süre sonra aynı akıbete uğrar ancak bu kez Şems büyük bir ihtimalle Mevlana’nın, aralarında oğlu da olduğu rivayet edilen yakınları tarafından öldürülecektir. Sonraki yıllarda mektuplarla da yetinmez Mevlana, bu kez Şems’i bulmak için kendisi düşer yollara. Dört kez Şam’a gider gelir ama boşunadır.

Bugün Mevlevi Dergahına çok yakın, şu anda cami olarak kullanılmakta olan bir mescid’de Şems’in mezarı olduğuna inanılan bir sanduka var. Orayı ziyaret için gittiğimizde ikindi namazı vaktiydi. Namaz bitip, cami boşaldıktan sonra ayakkabılarımızı çıkartıp, başlarımızı örtüp içeri girmeye çalışırken, dışarı çıkmaya çalışan türbanlı bir kadın gurubu ile karşılaşıyoruz. Bu hanımlardan biri güya kendi kendine söyleniyor; ‘ Buraya böyle gelip erenlerin ruhlarını rahatsız ediyorlar’



Refleks olarak bizim gruptaki hanımların kılık kıyafetine ve hareketlerine bakıyorum. Herkes dini bir mekana girdiğimizin bilincinde, kılık kıyafet uygun, başlar örtülmüş, sessiz. Bu lafın kılık kıyafetimizde ki yada davranışlarımızda ki bir uygunsuzluğa değilde, onun gibi türbanlı olmadığımız için geldiğini anladığım anda, sevgili arkadaşım Melahat’in eşi Yüksel hemen lafı yetiştiriyor; ‘seni kim ulema tayin etti?’ Kafalar önde hemen dışarı süzülüveriyorlar.

İnsanların inançlarına saygım sonsuz ama aklın, inancın süzgeci olması gerektiğine de şiddetle inananlardanım. Ey be kadın dedim kendi kendime, gelip dua ettiğin erenleri hiç mi merak etmedin? O önünde dualar ettiğin sandukanın içindekinin Şems olma olasılığı milyonda bir, ya boş ya da kim olduğu belirsiz başka biri var. Mevlana bulamamış Şems’i, sen mi burada buldun? Ya da senin o erenlerinin en büyüğü Mevlana’yı hiç mi okumadın? O Mevlana ki şöyle demiş; ‘Can gözü açık olmayan sakaldan ve sarıktan başka bir şey göremez’

13 Ekim 2007 Cumartesi

En güzel Sonbahar

Bugün bayramın ikinci günü. İstanbul’da gri ve ıslak bir hava var. Artık bugün sonunda yazın bittiğine ve sonbaharın başladığına ikna oldum. Pencereden baktığımda, apartmanlar ve hala yeşile direnmekte olan bir kaç ağaçtan başka bir şey görmüyorum. Biraz evvel kısa bir hesaplama yaptım kafamdan. Hayatımda şimdiye kadar gördüğüm en güzel sonbahar manzarasının bundan tam 26 yıl öncesine ait olduğunu buldum. Arabayla gidiyorduk, nereye gittiğimiz hatırlamıyorum ama resmin arkasına 10.Ekim 1981 tarihini atmışım. Yolun iki tarafıda ormanla kaplıydı, ve yeşilin, sarının ve kırmızının tüm tonları adeta delice iç içe geçmişti. Kayıp giden renkler karşısında adeta transa girmiştim. Bunlar buranın en güzel günleri demişti beraber olduğum aile.

Yukarıdaki fotoğraftan hala benim beynimin bir köşesinde pırıl pırıl kalan bu ana ulaşmak hiç kolay değil. 16 yaşında beceriksiz bir fotoğrafçı, kötü bir makina, kötü bir baskı ve 26 yılın tozu.

Yer West Virginia / Amerika. AFS Kültürel Değişim programı ile gittiğim ve bir yıl kaldığım Keyser kasabasında ilk aylarım. İlk defa ailemden ayrılmışım, ilk defa yurt dışına çıkmışım, gördüğüm, duyduğum, yediğim, içtiğim her şeyi adeta beynime kazıyorum. O zamanlardan kalma çok keskin bir anı işte bu.

Bu Bayram biraz nostalji yaptım çünkü Facebook’dan tam 26 yıl sonra o zamanlarki en iyi arkadaşım Gary’i buldum. Benim Walker ailesi ile oturduğum evin 3 ev ötesindeki evi satın almış ve beraber gittiğimiz Keyser Lisesi’nde öğretmen olmuş. Birkaç gündür sürekli havadis ve fotoğraf değiş tokuşu yapıp duruyoruz.

O zamanlar Türkiye’de bambaşka bir yerdi. Amerika’ya gideceğim kesinleştikten sonra, bana harçlık vermek için, Amerikan Doları alma derdine düşmüştü ailem. 32 sayılı (ydı galiba) Türk parasını koruma kanunu halen geçerli, dolayısıyla yabancı para bulundurmak suç. Bir yıl süresince giderlerimizi Amerika’daki aile karşılamayı kabul ettiği için tüm AFS öğrencilerine TC Devleti tarafından satılabilecek tutar kişi başı 100 ABD Doları. Bir yıl boyunca bozdur bozdur harca. Üstelik parayı Eskişehir’deki Merkez Bankası Şubesi’nden de vermiyorlar. Bir sabah rahmetli babamla beraber Eskişehir’den otobüsle İstanbul’a gidip, Karaköy Bankalar Caddesi’ndeki Merkez Bankası Binası’dan, bir dolu belge verdikten sonra, bir adet 100 dolarlık banknotu, vezneden aldığımız zaman hala dün gibi aklımda.

Yıllar sonra bankacı oldum, ve Türkiye’ye milyonlarca dolar para getiren pek çok antlaşmaya imza attım ve sanırım o zamanlar borç haneme yazılan 100 Doların karşılığını da en azından parasal değer olarak fazlasıyla ödediğimi düşünmek bugün beni mutlu ediyor.

Sonbahar manzarası derken nereye geldik, ama 26 yıl öncesinin Amerika’sına zaman zaman dönmeyi düşünüyorum. Oldukça ilginç karşılaştırmalar ve komik olaylar var yazabileceğim. Bu arada Konya’da daha bitmedi, yağmurlu bir günün yazısı girdi araya o kadar.

Herkese iyi bayramlar......

11 Ekim 2007 Perşembe

Mevlevi Dergahı - Konya

Bugün Mevlana Müzesi olarak kullanılan dergah, yeşil dilimli gövdesi ve külahı ile Konya’nın simgesi. Sevgi Treni yolcularının doğum günü kutlaması da 30.Eylül sabahı erken saatlerde müzenin bahçesinde başladı.


Güzel güneşli bir sabahtı ve Mevlana’nın 22.Kuşak Torunu son derece zarif bir hanım olan Esin Çelebi ailesinden, Mevlevilik’ten ve aşk tan bahsetti. Mevlevi Tarikatı’nın Türk Kültürü üzerindeki etkisinden bahsederken Atatürk’ün, Tekke ve Zaviyeleri kapatan kanun çıkmadan önce, dedesine yazdığı bir mektubu okudu. Mevlevilerin yüzyıllar boyu cehalette savaştığını vurgulayan Atatürk, buna rağmen devrimlerde birlik sağlanması açısından Mevlevilik Tarikatının da kapatılması gerektiğini yazıyordu.

Mevlana’nın şu ana kadar duyduğum en güzel sözü ile bitirdi konuşmasını Esin Çelebi: ‘İnsan kendini ucuza sattı; atlas kumaştı, ama kendini bir hırkaya yama yaptı.’ Üzerinde günler ve geceler boyu düşünülebilecek bir söz değil mi?

Daha sonra Prof.Dr. Baha Tanman’da, Mevlevilik ve Mevlevi Dergahı üzerine bir konuşma yaptı ve müzeye girdik. Müze daha yeni açılmış olmasına rağmen, sanduka’nın önü dua edenlerle doluydu. Uzun süre gözlerinden yaşlar aka aka dua eden bir genç kızı seyrettim. Diğer pek çok insan bir Fatiha okuyup geri çekilirken, onun duaları ve gözyaşları dinmek bilmedi. Kim bilir hangi derdine çare umuyor diye düşündüm, ama ruhuna dua ettiği insan yüzyıllar önce şöyle demişti; ‘Musa’da sensin, Firavun’da; her ne arıyorsan kendinde ara’

Müze’de sergilenen eserler arasında, el yazması Kuran’lar tek kelime ile muhteşem, ama benim en merak ettiğim yer Dergahın mutfağıydı. Yemekler nasıl pişiyor değildi derdim, Mevlevi dedesi olmaya giden yolda çilekeş can’lara kapının açıldığı yeri görmekti. Mevlevilikte tarikatın esası aşk, marifet ve hizmettir, ve mutfak da bu amaca hizmet eden bir eğitim merkezi. Can olmak isteyen aday 1001 gün süresince dergahta hizmet eder ve eğitime tabii tutulurdu. İşte bu 1001 günün ilk üç günü, mutfağın kapısında diz üstü oturup, hiç konuşmadan diğerlerini seyrederdi. Daha sonra ayakçılık görevi başlardı, bunu şerbetçi, bulaşıkcı, dolapçı, çamaşırcı, pazarcı, samatçı (sofra kuran), kahve yapan, kahve döven, yatakçı, süpürgeci, şamdancı olmak izlerdi. Son görev ise abrizcilik, yani tuvaletleri temizleme idi. Hepsini sayamadığım 18 adet görevin amacı tahmin edebileceğiniz gibi nefsi kırmak. Aşk’a ulaşmak uğruna yüzyıllar boyunca, binlerce insanın geçtiği bu mutfağın bir kopyasını kendi içimizde inşa etmeyi başarmak gerek.



Mevleviliği dünyaya tanıtan ise görselliği ve estetiği ile, Sema ayini. Mevlana, Sema’yı; fanilik içinde beka zevkini tatmak, Allahın sırrına aracısız ulaşmak, Allah’la buluşmak ve aşkı kucaklayıp bağrına basmak gibi cümlelerle açıklamaya çalışmıştır. Ben, daha önce televizyondan izlediğim ayini ilk kez burada canlı olarak izledim. Mekan 1249 yıllarında yapıldığı sanılan Horozlu Han’dı. Harika bir tarihi mekan, insanın içini her daim ürperten tasavvuf müziği, ve sanki hiç durmayacakmışcasına dönen ve sizi de alıp bambaşka yerlere götüren semazenler. Etrafımdaki tüm insanlara rağmen hemen önümde dönmekte olana adeta hipnotize olmuşcasına takılıp kaldığım bir an. Ve işte o anda, hangi sivri akıllı uygulamaya koymuşsa birden alttan duman vermeye kırmızı, yeşil, sarı, mavi renkli spotları semazenlerin üzerinde hop hop oynatmaya başladılar. Bir an bulutların üzerindeyken, bir arkadaşımın dediği gibi, aniden ucuz bir Las Vegas gösterisinin tam orta yerine düştüm. Sonrasında da tüm olanlar birbirini tekrar etmeye başladı ve benim de uykum geldi.
_______
Bu arada Hedikli Ev’in sevgili annesi okuduğunuz kitabın 187.sayfası sorusu ile beni sobelemiş. Ama durum vahim. Mevlevilik ile ilgili bir kitap okuyorum 163 sayfa, Yatak odasında bulunan uykudan önce kitabı Kavabata Yasunari’nin Karlar Ülkesi, 125 sayfa, ve aylardır elimde sürünmekte olan Hüseyin Türk’ün Nusayrilik ve Nusayriler de Hızır İnancı ise sadece 143. Elbise uyduramadıksa, pantolon verelim misali okuma listesinin ilk sırasında bulunan Martin Bernal’in Kara Atena’sı şöyle diyor 187.sayfa’da bana şu an için kısmen anlamlı gelen tek yerinde: ‘Ari Modelci tarihçiler, İskender’in Ksenofon’u okuması ve Akhilleus ile özdeşleşmesi ve rekabeti üzerinde durmayı tercih etmiştir. Bunların Asya’yı istila etme kararında önemli birer etken olduğuna kuşku yoktur.’ Bende pek umut yok anlaşılan....

8 Ekim 2007 Pazartesi

Hatuniye Medresesi

Padişahın güzeller güzeli kızı diye başlar masallar. Nefise Sultan güzelmiydi bilinmez ama tarihteki pek çok prenses gibi, evliliği antlaşma masalarında gerçekleşmişti. Önceliği Rumeli’ye yapılacak akınlar olan babası Sultan 1. Murad, arka bahçesinde ki huzursuz Karamanoğulları ile bir barış anlaşması yapmak üzere masaya oturduğunda, Nefise Sultan’a da Karamanoğlu Alaeddin Bey’in karısı olmak düşmüştü.

Bu evlilik kararında ona söz hakkı düştü mü, mutlu oldu mu, yoksa geceleri gizli gizli yatağında ağladı mı tarih böyle şeyleri yazmaz ama evliliğinin kocası ve ailesinin çekişmeleri arasında sürdüğü kesin. Kocası, babası ile yaptığı antlaşmayı bozup, savaşa gittiğinde ve sonucunda esir düştüğünde, kocasını babasının şerrinden kurtarmak ona düşmüştü, ancak sonraki yıllarda kocası yine Osmanlılar’a karşı ayaklandığında, bu kez onu, kardeşi Yıldırım Beyazıt’ın ellerinden kurtaramayacak ve Alaeddin Bey 1388’de idam edilecektir.

Hayatı hakkında daha fazla bir şey bulamadım Nefise Sultan’ın ama bugün hala onun adını anmamızın nedeni Karaman’a 1382 yılında yaptırdığı medrese. Kimbilir belki de kocasının ve ona verdiği iki oğlan çocuğunun hayatından endişe ettiği günlerde, ona neşe veren bir projeydi bu. Yapımına özen gösterildiği kesin. Binanın içindeki taş oyma plakaları ve taş oymacılığının en hoş örneklerinin sergilendiği giriş kapısı ile, Anadolu Selçuklu’larından etkilenen Karamanoğlu mimarisinin en görkemli örneklerinden birisi. Anadolu Selçuklu mimarisinin klasik taçkapılarında kullanılan çeşitli geometrik düzenlemelerin yerine, bu kapı’da birbirinden farklı bitkisel motifler ve hatta bir kuş figürü kullanılmasında, sanat tarihçileri ne der bilmem ama, ben kesinlikle Nefise Sultan’ın yaptığı kadınca bir tercihi gördüm, ya da görmek istedim, görmeyi sevdim diyelim.

Medrese’nin yanına türbesini de yaptırır Nefise Sultan, öldükten sonra bir tutam huzur bulmak adına. Peki bulabilmiş midir? Bugün için söylemek gerekirse kesinlikle hayır. Nefise Sultan’ın göz nuru medresesi, bugün sıradan bir lokanta. Vakıflar İdaresince çeşitli dönemlerde restore edilmiş olsa da, son altı yıldır nedense lokanta olması uygun görülmüş. Hem de medresenin hemen arkasında ki Karaman müzesi son derece sıradan, yetersiz ve sanırım yapılan kimi iç düzenlemeler nedeniyle duvarları bazı yerlerden delik bir binada hizmet verirken.

Kültürel varlıklarımıza ne denli hoyrat davrandığımız bir sır değil. Ama bir lokanta’ya kiralamak yerine, müzede ki kimi parçalar burada sergilenemezmiydi diye hayıflandım, hatta İstanbul’daki kimi müzelerde bulunan Karaman’dan giden değerli parçalar tekrar buraya getirilemezmiydi? Bir lokanta yerine müze, yada kültür merkezinin Karaman’lılara sağlayacağı yararın, ve Nefise Sultan’ın ruhuna sağlayacağı huzurun derecesi ölçülemez.


Bu güzel esere dışardan hayran olup, içerde rengi solmuş bordo örtülü masaların ve dondurma tezgahlaranın arasında dolanırken diyecek hiç bir şey bulamadım ve Vakıflar idaresine sadece bir yuh! diyebildim. Onlara çok sert çıktığımı düşünmeyin, Konya’ya geldiğimizde ise Sahib Ata Külliyesi’nde benden kocaman bir ‘işte bu!, helal olsun!’ aldılar.

5 Ekim 2007 Cuma

Karaman

Güzel güzel Tayland’da dolaşırken şimdi Karaman’a nasıl geldik diyeceksiniz. Bende size diyeceğim ki,

Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti,cancağazım,
ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Bunları söyleyen tabi ki ben değilim. Geçen Cuma, İstanbul’dan kalkan sevgi treni ile Konya’ya bir doğum gününe gittik. 30 Eylul 1207 tarihinde şimdiki Afganistan sınırları içinde kalan Horasan’ın Belh şehrinde doğan ve sonraları yukarıdaki satırları söyleyen bir çocuğun 800. doğum günü idi. O zamanlar ki adıyla Celaleddin, bizim dilimizde, belleğimizde ise ‘Efendimiz’ anlamına gelen Mevlana.

Babası, Belh şehrindeki dönemin yöneticileri ile anlaşamayıp ailesini uzun bir göç yolculuğuna çıkardığında henüz beş yaşındadır Mevlana. Semerkant, Bağdat ve Hicaz’ı da içine alan bu uzun yolculuğun sondan bir önceki durağı o zamanlarki adıyla Larende, yani Karaman’dır. 14 yaşına kadar burada kalan Mevlana, burada ki medresede eğitimini sürdürür, burada evlenir, annesi Mümine Hatun burada ölür ki, defnedildiği yere daha sonra Karaman Mevlevihanesi inşa edilmiştir.

Sevgi Treni Cumartesi sabahı Karaman’a vardığında, çoğunluğu uykusuz bir gece geçiren 180 yolcusu, sessiz sakin bir hafta sonu gününe başlamakta olan şehri adeta istila ediverdi. Bu arada benim gibi son derece nostaljik duygular ile bir gün yataklı tren ile seyahat etmeye karar verirseniz, aklınızda olsun, tren de uyumak neredeyse imkansız, hele dar alanlara dayanamayanlardansanız kısaca unutun derim.

Uzun yıllar Konya ilinin bir ilçesi olan Karaman, Anadolu’da ki pek çok kent gibi şehircilikten nasibini alamamış ve hiç bir estetik kaygı gütmeyen müteahitlerin istilasına uğramış bir yer. Halbuki bir birine çok yakın mesafelerde bulunan, harika Selçuklu ve Osmanlı eserleri ile donanmış olmak gibi bir talihe de sahip. Konya’ya gelen turistlerin küçük bir bölümünü bile buraya çekebilmek, eminim ki Karaman’a çok fayda sağlayacaktır ama şimdiki halde bu başka bir bahara kalmış gibi görünüyor.

Karamanoğulları döneminden kalma Hacıbeyler Cami ve Mevlana’nın annesi ile kimi yakınlarının gömülü olduğu Ak Tekke ya da Mader-i Mevlana’nın önünde uzanmakta olan şehir meydanı, hangi aklı evvellerin kararı ile bilemem kocaman bir beton meydana dönüştürülmüş. Kenarına, köşesine dikilen cılız ağaçcıklar, ortama iyice acıklı bir görünüm katmış. İnsan bir meydan düzeni yapar, biraz süsler püsler. Bana bu meydan ne işe yarar diye sorarsanız, burada sadece harika siyasi parti mitingleri yapılır o kadar.

Meydanın biraz ilerisinde yer alan 1432 yılında Karamanoğulları’ndan Mehmet Bey’in oğlu İbrahim Bey tarafından yaptırılan imaret, bizim ziyaretimiz sırasında restorasyonda olması nedeni ile kapalıydı. Şu anda cami olarak kullanılan yapıya pek yaklaşamadık ama hemen önündeki çeşme, taş oymaları ile adeta küçük bir mücevher. Şu anda cami olarak kullanan yapının, çini mihrabı şu anda İstanbul çinili köşk de, aslan ve insan figürleri bulunan ahşap kapısı ise İstanbul Türk İslam Eserleri Müzesinde sergilenmektedir.

Karaman’a biraz daha devam edeceğiz....

1.fotoğraf : Karaman meydanı
2.fotoğraf : Ak tekke içindeki mezarlar, en sondaki büyük olan annesine ait.
3.fotoğraf : İbrahim Bey imareti

2 Ekim 2007 Salı

Bumibol Adulyadec

Bumibol Adulyadec 1932 yılına kadar Siyam olarak adlandırılan Tayland’ın şimdiki kralı. Siyam adı 11.Yüzyılda Kamboç Khmer ordusunda paralık askerlik yapan Tay kökenlilere verilen addan geliyor. 1932 yılında demokrasi isteyen bir devrim sonrası ülkenin Siyam olan adı Tayland olarak değiştirilmiş.

Tayland bu coğrafyada ki sömürgeleştirilmemiş tek ülke ve bu tüm halk için büyük bir gurur kaynağı. Adının anlamı ülkenin gücü anlamına gelen Kral Bumibol ilginç bir kişilik. Benim Tayland’da olduğum 2005 yılı Aralık ayında, kralın hem 78. yaşını hemde tahta çıkışının 60. yılını kutlamaktaydı tüm Tayland. Her iki olayında onuruna tüm ülke ama özellikle Bangkok bayraklar, kraliyet armaları ve kralın resimleri ile donanmış durumdaydı. Hesap yaparsak bu yılın Aralık ayında tahtta ki 62. yılını kutlayacak olan kral, bu özelliği ile dünyada halen yaşayan ve iktidarı en uzun süreli elinde tutan kişi rekoruna da sahip. Sanırım Castro’da inatla bu ünvanı bir gün eline geçirmeye çalışıyor.

Kral Bumibol Amerika’da doğup, uzun yıllar İsviçre’de yaşamış bir kişi. 1932 yılındaki ihtilalden sonra, o dönemde kral olan amcası tahtı terkedince yerine, o sırada 10 yaşında olan erkek kardeşi Ananda Mahidol yeni kral olarak atanır. Ananda’nın Tayland’a dönüp iktidarı eline alması 1945 yılını bulur. Bumibol’un kaderi ise, hemen bir yıl sonra 1946’da, kardeşinin yatak odasında kafasında bir kurşun deliği ile ölü bulunması ile değişir. Bu ölüm Tayland’da çok fazla konuşulmayan, kurcalanıp speküle edilemeyen ölümlerden biri olarak tarihte ki yerini alır ve Bumibol’e iktidarın yolları açılır.


Kral Bumibol’un, kapalı kapılar ardında yaşamayıp, hep halkının yanında olması ile sevilen bir kral olduğu söyleniyor. Ancak Kraliyet ailesini eleştirmenin kanunen yasak olduğu bir ülkede, bu tarz haberlere biraz kuşku ile bakmanın doğal bir yanıda var tabi ki. Tayland ayrıca darbeleri ile de ünlü bir ülke. 1932’den beri 10’u başarılı, 19 darbe girişimi olmuş. Ancak darbeler asla Krala karşı değil, her zaman hükümete karşı. Tay Krallarının ruhani bir yönünün de bulunması, onlara karşı darbe girişimini pek akıllara getirmiyor olsa gerek. Bizim için ilginç bir darbe de 1981 yılında orduda ki subayların, daha çok demokrasi isteği ile ayaklanmaları. Ancak adını Jön Türkler’den alan bu akım, başarılı olamamış.

Tayland’ı ziyaret ettiğim sırada beni Kral’a bağlayan insani bir yön de vardı. Bir yıl önce, Aralık 2004 yılında bölgede meydana gelen tsunami felaketi sırasında, Kralın 21 yaşındaki, kendi adını taşıyan torunu Bumi Jensen’ın da yanındaki korumalarına rağmen ölenler arasında olması, hayattaki pek çok eşitsizliğe karşın, ölüm karşısında hepimizin aynı hizada durduğu gerçeğini uzun uzun düşündürtmüştü bana.

Son olarak bir tavsiye: Toplumun çeşitli katmanlarından Tay insanlarının hikayelerini anlatan Kukrit Pramoj’un ‘Many Lives’ kitabı bu güzel ülkede yüzeyin biraz altına inmek isteyenlere...
İlk fotoğraf Wikipedia'dan, ikincisi Bangkok'daki büyük saray..