26 Aralık 2007 Çarşamba

Acemi Termalcinin Afyon Günlüğü

Bayram tatilinde Afyon’a kaplıca tatiline gitmek fikri, kardeşim ve eşinden geldi. Bana da çok hoş bir jest yaparak bu tatili doğum günü hediyesi olarak verdiler. Verdiler vermesine de, Bayram tatilinde Afyon’a gidiyorum diye kime söylesem, ‘eyvah! Orası türbanlıların işgali altındaymış, otellerde içki bile içmek yasakmış, her yer haremlik selamlıkmış,ne yapacaksın sen orada’ gibi benim için kaygı dolu mesajlarını ilettiler. Kimileri çantamda içki götürüp, oda da gizlice içmemi bile önerdi. Hatta benim şort, ve askılı t-shirt lerle spor yaptığımı bilen sevgilim bile ‘ aman ne olur ne olmaz, sen yanına bir de normal eşofman al, canım’ diyerek son noktayı koydu. Cümlesinin sonuna eklediği canım ‘ı, attığı dik bir bakış ile de pekiştirdikten sonra, tahmin edebileceğiniz gibi çantaya konan ilk eşya bol bir eşofman oldu.

Bir ara çantama bir şişe viski atma fikri de gelmedi değil, ama sanki bana şu sıraların en gündem baskılarından mahalle baskısına boyun eğmek olacakmış gibi geldiği için, ‘boşver Ayşegül, gidersin paşa paşa istersin içkini, eğer vermezlerse onlar utansın, hatta keyfin yerinde olursa üstüne üstlük bir de hır çıkartırsın’ dedim kendi kendime.

Ve işte acemi bi termal’cinin bayram günlüğü:

AREFE:
Trafik nedeni ile İstanbul il sınırlarından çıkabilmek, neredeyse toplam yolculuk zamanının yarısını aldı, ama bu beklenen bir şey olduğu için kimsenin canını sıkmadı. Anadolu’nun Termal yıldızı olarak lanse edilen İkbal Tesislerine ancak akşam yemeğinin son saatlerinde ulaşabildik. Demografik dağılım beklediğimizin tam tersi... otel tam dolu ama etrafta sadece 5-6 adet türbanlı aile var...

1.GÜN:
Çok iddalıyım, hafif bir kahvaltı yapacağım, üzerine 1 saat kadar spor, sonrada bol bol termal sulara dalacağım. İkbal =Sucuk, denklemi nedeni ile programım daha ilk ayağında aksıyor. Ağır bir kahvaltı sonrası yine de spor salonuna gidiyorum. Biraz koşmaya çalışıyorum ama o kadar, etrafta fazlaca bir alet de yok zaten...Biraz sonra Tai Chi dersi başlıyor. Hocamız Afyon’un milli tekvandocularından.. Tai Chi yapmaya çalışırken, ilkokulda folklor ekibine seçilemediğim günlerin acısı içime çöküyor. Bunca yıldan sonra bile içinde en ufak bir kareografi kırıntısı olan bir şeyde hemen sağımı solumu şaşırıyorum. Allah’tan Hoca’da bir süre sonra özüne dönüyor ve çeşit çeşit yumruk ve tekme atmayı göstermeye başlıyor. Bu alanda potansiyelim kesinlikle çok daha yüksek...

Yeteri kadar spor yaptığıma karar verdikten sonra, termal havuza gidiyorum. Kadınların ve erkeklerin ki ayrı ama havuzların yanında hamam ve sauna bölümleri de olduğu için, makul bir ayrım bu. Suyun sıcaklığı 41 derece...İlk anda girmek insanı bayağı zorluyor ama sonrası kesinlikle bir harika. En fazla 20 dakika kalmak lazımmış ama ben 10 dakikayı geçemiyorum. Cildim ve saçlarım pırıl pırıl havuzdan çıktıktan sonra, biraz da mide asitleri düzenlensin diye üstüne iki bardak su içiyorum...Öğleden sonrası için okumak, yazmak, çıkıp dolaşmak gibi faydalı termal dışı aktiviteler planlıyorum ama yapabilmek ne mümkün, 10 dakikalık havuz maceram beni öylesine yormuş ki, neredeyse tüm öğleden sonrayı uyuyarak geçiriyorum..Sıcak termel suyun içinde 10 dakika durmanın beni aşırı yoran bir aktivite olduğu ortaya çıktı. Bilmem herkese oluyor mu?



Akşam yemekler ve tatlılar harika. Ama kardeşim yine de şikayet edecek bir şey buluyor..Kaymaklı ekmek kadayıflarının porsiyonu küçükmüş...İyi bayramlar dilemek için aradığımız eniştem, akşam yemekte rakı içilebileceğini duyunca, ‘tüh keşke biz de gelseydik’ diyor. Bu içki içilemez imajı sanki Afyon’da ki otellere çok müşteri kaybettiriyor gibi..Bense iki kadeh harika bir merlot ile geceyi kapatıyorum...

2.GÜN
Sabah yine İkbal=Sucuk denklemi kafamda kahvaltıya iniyorum ama derin bir hayal kırıklığı... Sadece sucuklu yumurta var. Böyle yumurtalı falan sana yakışmıyor, harbi sucuk istiyoruz biz İkbal!

Bugün saat 10:00 da çamur banyosu randevum var. Bu oteldeki ana kıyafet bornozu, giyip spa merkezine gidiyorum. Bu arada ben bu sürekli bornozla dolaşma halini sevdim. Terapist bir hanım sıcak çamuru her tarafıma buladıktan sonra, birde naylon’a sıkıca sarıyor beni. Ceset torbasına girmişe benziyorum, Yarım saat o halde kalıp toksinleri attıktan sonra, masaj odasına alıyorlar. Ufacık tefecik, son derece zayıf masajcım Emine Hanım’ı görünce, ‘aman şimdi sinek gibi masaj yapacak’ diye düşünüyorum. ‘Aman Emine Hanım biraz sert yapın, ben masaj’a alışkınımdır’ diyorum boş bir umutla... Ama Emine Hanım tam bir Terminatör çıkıyor. O ufacık kadın yarım saat beni öyle bir yoğuruyor ki, sonunda sanki bir kaç tonluk bir fille mücadele etmişe benziyorum. Helal sana Emine Hanım, senin gibi masajcı ben ne güzel yurdumda gördüm ne de Uzakdoğu’da...

Tahmin edebileceğiniz gibi, bu yorucu aktiviteyi yine uzun bir baygınlık dönemi izliyor..Öğleden sonranın aktivitesi ise alışveriş. Otelin hemen önünde bir dolu outlet dükkanı var. Bu aktiviteyi bayram döneminde kesinlikle tavsiye edemeyeceğim çünkü dükkanların %90’ında etiketlerden anladığım kadarıyla, indirilmiş fiyatlar, bayram hatırına tekrar bindirilmiş.


Akşam üzeri termal havuzun dışında büyük havuza da girmek istiyorum ama kardeşim yaptığı detaylı bir gözlemini benimle paylaşınca, derhal vaz geçiyorum...Benim yeğenimde dahil tüm çocuklar neredeyse bütün gün tahmin edebileceğiniz gibi havuzdalar. Kardeşimin yaptığı gözlem ise, bunca saat suda kalan çocukların nedense hiç tuvalete gitme ihtiyaçlarının olmaması. Buradan alınması gereken derin hayat dersini beynimin bir kenarına kazıyorum ve şimdiye kadar bu bilgi ile donatılmadan önce girdiğim tüm havuzları dehşetle düşünüyorum. Bundan sonra ise bir havuza girmeden önce uzunca bir süre çocukların tuvalet alışkanlığını izlemeyi düşünüyorum.. :))

3.GÜN
Hayatımdaki ikinci keçi vakasını yaşamak Afyon’a kısmetmiş..Üniversite’den mezun olduğum yıl uzun bir Karadeniz ve Doğu Anadolu turuna çıkmıştım. Gezinin sonlarına doğru ise, feci bir mide sorunu ile Erzurum’da neredeyse 1,5 gün otelde çaresiz bir vaziyette yatmak zorunda kalmıştım. Bana yardımcı olmaya çalışan bir otel görevlisi ise, teşhisini siz keçi eti yemişsiniz diye yapmıştı. Midem son derece sağlam olduğu için ve hayatımda bir daha öyle bir bela ile karşılaşmadığım için o teşhisin doğruluğuna hep inandım. Ve deja vu... Neredeyse 20 yıl öncesinin benzer belirtilerini yaşamaya başladığımda teşhişte hiç zorluk çekmiyorum. Bir önceki gün otel dışında yediğim nefis bir tandır’a yüklüyorum suçu..

Aman Ayşegül, buraya detoks için gelmiştin, bak işte şimdi tüm toksinlerden tam arınıyorsun diye kendimi teselli etmeye çalışsamda faydasız. Ateş ve ağrı, sevgili keçinin son parçası da bedenimden ayrılana kadar devam ediyor...

Halbuki bugün Afyon’daki diğer önemli oteller, Oruçoğlu ve Korel’e gidip, bir çay içme ayaklarında casusluk yaparak size rapor vermeyi planlamıştım ama hayat bu, bazen inatçı bir keçi tüm planları bozabiliyor...

Bu durumda mecburen duyduklarımı buraya aktarmak zorundayım...Ama siz gene de gitmeden daha detaylı bir araştırma yapın derim. Özetle, Oruçoğlu farklı hayat tarzlarına hoşgörü ile yaklaşırken, şehrin en yeni ve en güzel oteli Korel daha bir iktidar yanlısı imiş. Haremlik selamlık olayı otelin pek çok alanında uygulanırken, eğer benim gibi akşam yemeğinde, günü 1-2 bardak güzel bir kırmızı şarapla uğurlamak eğiliminde biri iseniz bunu maalesef tüm gözlerden uzakta kendi odanızda yapmak zorundaymışsınız. Kısacası, bir bardak şarabı içerken sakın ola kullara görünmeyin, nefs'lerine güvenemeyip, onları bozma ihtimalinizden korkuyor olabilirler, ama Tanrı ile başbaşa odanızda yalnız başınıza içebilirsiniz..İnanın bana O sizi anlayacaktır, sonuçta her şeyi yaratan ve gören O değil mi??? Kalbinizin rengini de bir tek O görebilecektir....

Bütün günü odada geçirdikten sonra, kendisini yediğim için sürekli ve derin bir pişmanlık duyduğum sevgili keçinin son partiküllerinin bedenimi terketmesine güvenerek gala gecesi yemeğine iniyorum. Yemekler kesinlikle muhteşem gözünüyor ama merhum keçinin hayali hala beni avlamaya devam ettiği için hiç birine dokunmaya cesaret edemiyorum. Yaklaşan Noel ruhuna yakışan bir biçimde koca bir dilim ekmek ve bir bardak şarapla karnımı doyurmaya çalışıyorum. Bana inat, ara sıcak olarak koca bir dilim ızgara sucuk veriyorlar. Ah! sevgili İkbalciler benimle zorunuz ne?


Gecenin yıldızı ise şarkıcı Gülşen....Biraz televole muhabirliği yapmak gerekirse, kadın Allah için hakikaten sıfır beden ve göze hitap ediyor...ama her şey işte orada bitiyor. Sesi, yorumu iyi mi kötü mü anlamak mümkün değil çünkü yapılan tüm ses düzenlemeleri onun sesini, enstrümanların arkasında bırakmak üzere düzenlenmiş. Dinleyici ile diyaloğu 15 yaş civarı hoş ama boş biri ayarında. Biraz evvel bir bütün halinde önümden gitmek zorunda kalan, mangalda cızır cızır kızarmış sucuğun hatırasına şarkılardan fal tutmaya çalışıyorum, ama mümkün değil. Yine malum ses düzenlemesi, şarkı sözlerini anlamak imkansız.. Allahtan birazdan Sezen Aksu şarkıları söylemeye başlıyor da, tanıdık bir müzik olduğu için ekmeğim ve şarabımla şarkılara eşlik etmeye çalışıyorum...Programın ortalarına doğru masalar yavaş yavaş boşalmaya başlıyor....Sonunda ben de pes ediyorum.. Sonrasında bu yorumlarımı aktardığım mavilimon’un baş muhabiri sevgilim ise konu ile ilgili yılın bombasını patlatıyor...İlk kasetini yapmaya çalıştığı günlerden tanıdığı Gülşen, meğerse o sıralar sıfır bedenin bayağı uzağında oldukça kilolu biriymiş....

Bu arada otelleri kıyaslamak isterseniz... Gülşen İkbal’de, Lerzan Mutlu Oruçoğlu’nda... Korel’in Bayram sanatçısı ise Ahmet Özhan.... ;)

4. GÜN
Dönüş yoluna çıkmadan evvel, son kahvaltı için yemek salonundayım... Midem çok iyi, son bir sucuk yüklemesi yaparak yola çıkmak Afyon’daki son hedefim.... Heyhat.. Keçinin laneti yine üzerimde, kahvatıda sucuk cinsinden yine sadece yumurtalısı var.. Ahh! İkbalciler alacağınız olsun....

Son bir iş olarak otelden ayrılmadan önce, bahşiş kutusuna yüklüce bir miktar bırakıyorum... Bunun yetmeyeceğini düşünerek, etrafta gördüğüm tüm personele ayrı ayrı teşekkür etmeye çalışıyorum...Dünyanın ve güzel yurdumun pek çok yerinde sayısız otelde kaldım, ama böylesine bir personel ile ilk kez karşılaşıyorum...Bayram yoğunluğuna karşın sanki her biri, otelin sahibiymişcesine müşteri ile ilgili... Üstelik ilgi ve alaka sadece sözde değil, gönülde de...Helal olsun size İkbal çalışanları...

Uzun lafın kısası, bu yazıyı özetlemek gerekirse.... Kış tatillerinizden birinde mutlaka ruhunuza uyan Afyon otellerinden birinde kaplıca deneyimini yaşayın...Değecektir....

www.ikbal.com.tr

24 Aralık 2007 Pazartesi

Bakımlı olmak lazım....

Daha öncede yazmıştım ya, Uzakdoğu’yu gezerken Buda heykellerinden kaçmanız imkansızdır. Yatanı, oturanı, ayakta duranı, büyüğü, küçüğü, değerli taştan yapılmış olanı, pek çok çeşidi mevcuttur ve çoğu kezde onları görmekten yorulursunuz.

Ama arada bazen öyle bir tane çıkar ki, vay be dersiniz ve çok da eğlenirsiniz... İşte Yangon Chaukhtatgyi Paya Tapınağının Buda’sı da bunlardan biri...Uzanıp sereserpe yatmış, ama son derece bakımlı ve de alımlı bir Buda bu....

Heykelin orjinali 1906 yılında yapılmış, 1956 yılında ise restore edilmiş. Boyu 72 metre, ayaklarının altı 108 adet kutsal Budist sembolü ile süslenmiş.

Restorasyon sırasında mı böylesine makyaj yapılmış adamcağıza bilmiyorum ama kırmızı ruju, manikür ve pedikürü yapılmış oranj ojeli parmakları, kalın sürme çekilmiş gözleri, ince alınmış ve simsiyah boyanmış kaşları, mavi farı, ve parlak taşlarla süslü elbisesi ile tam bir afet değil mi?? Kesinlikle en sevdiğim Buda heykellerinden biri oldu...

20 Aralık 2007 Perşembe

Myanmar'ın Generalleri


Myanmar bana göre dünyanın en hoş ülkelerinden biri. Özellikle bir akşam üzeri güneş batarken, yüksekçe bir tapınağın tepesinden seyrettiğim Bagan’ın binlerce tapınağı, o ana ulaşmadan çok önceleri, gündüz düşlerimin beni götürdüğü en önemli yerlerden biriydi. Bu ülkenin benim rüyalarıma giren köşelerini anlatmaya Şvedagon tapınağı ile başladım, sonrasında dört bir yana gideriz diye düşünmüştüm ama nedense tıkanıp kaldım.

Mavilimon’a yazdığım yazılarda bilinçli olarak ülkenin tarihi, ekonomisi yada yönetim biçimi gibi konuları elimden geldiğince kısa olarak geçiştirmeye çalışıyorum. Sonuçta bunlar herkesin her hangi bir ansiklopediyi açıp bulabileceği bilgiler. Ben sizleri benim gözlerim ve hislerimle dolaştırmaya çalışıyorum ama yukarıda yazdığım gibi bu kez tıkanıp kaldım. Nedenini bulmam ise bir kaç gün sürdü ve dolayısıyla bu arada mümkün olduğunca düzenli tutmaya çalıştığım yazılarım da sekteye uğradı. Ne oldu biliyormusunuz? Myanmar’ın saygıdeğer generalleri yazmama izin vermedi. Onlardan sırası geldikçe satır aralarında şöyle bir bahsederim diye planlamıştım ama ‘maalesef bizi anlatmadan, Myanmar’ın ruhunu yazman çok zor’ dediler. Ve aslında haklılarda...




Myanmar 1948 yılında İngilizler’den bağımsızlığını kazanır. Yeni bir ülke ve yönetim biçimi yaratmanın kargaşası, denemesi ise sadece 14 yıl kadar sürebilir. 1962 yılında generaller iş başına gelir. O günden beri de dünyanın en katı ve dışa kapalı yönetimlerinden birini oluşturular. 1990 yılında son derece zarif ve hoş bir kadın, bu ülkede yaşananları, kimi zaman çok fazla anlaşılamadan abartılsa da, dünyanın gündemine taşır.




Uluslararası baskılar sonucu generaller, 1990 yılında genel bir seçime izin verirler. Oyların %80’ini ise, bağımsızlık savaşının kahramanlarından Aung Sang’ın kızı Aung San Suu Kyi’nin sözcülüğünü yaptığı parti kazanır. Ancak Generaller seçimi derhal iptal ederler, parti liderlerinden yaklaşık 100 kişiyi ya sürgüne gönderilir ya da öldürülür. Aung San Suu Kyi ise bu dönemde ev hapsine alınır. Generaller bu seçime izin vermekle bir anlamda, ülkedeki en güçlü direnişin liderlerini açığa çıkarırlar ve ortadan kaldırırlar. Ayrı bir yazı konusu yapmayı planladığım Aung San Suu Kyi’ye ise 1991 yılında Nobel Barış ödülü verilir. O zarif kadının kişiliğinde simgelenen direniş ise, kimi zaman azalarak,kimi zaman artarak o günden bu yana halen devam etmekte.

Turist olarak dolaşırken, askeri rejimin etkilerini hissetmek çok olası değil. Etrafta öyle çok fazla asker yada polis dolaşmıyor ama tabiki anlatılanlar çok farklı. TV tek kanal ve ciddi bir program yok gibi. Elime geçen İngilizce bir gazeteden programların büyük bir kısmını haberlerin oluştuduğunu aralarada, tatlı ve hoş melodiler, askeri marşlar, ulusun ruhunu güçlendirici şarkılar gibi müzik programlarının eklenmesi ile günlük TV yayınının doldurulduğunu anlıyorum.

Belkide baskıcı rejimin etkilerini gösteren en çarpıcı görüntüler, yanlarında ya da sırtlarında çocukları ile yol yapımında çalışan kadınlar. Otobüsle çoğu kez hızla yanlarından geçtiğimiz görüntülerden aklımda kalanlar, genelde taş kıran erkekler ve bu taşları sepetlerle yada sadece elleri ile taşıyan kadınlar...

1996 yılında generallerin başlattığı büyük turizm harekatı sırasında tüm yollar, insanların zorla çalıştırılması ile yapılmış.Tarihi ve turistik yerlerin etrafında, insanların yaşadığı tüm evler yıktırılmış ve insanlar yaşadıkları yerlerden sürülmüş. Bu olanların dünya kamuoyuna yansıması ise beklenen turist sayısının çok düşmesine neden olmuş. O dönemde halka söz verdiği turizm hamlesinin gerçekleşmediğini, halktan saklamaya çalışan askerlerin, geceleri boş otellerin ışıklarını zorla yaktırdığı anlatılıyor.

Generaller’e göre ise halkın istekleri şöyle. Nereden mi biliyorum? Çünkü neredeyse turistlere yönelik her broşüre yazmışlar.
-dış güçlere dayanarak, halkın moralini bozan ve negatif fikirleri olanlara karşı olmak.
-devletin stabilitesini bozmaya ve ülkenin gelişimini engellemeye çalışanlara karşı olmak
- devletin iç işlerine karışan, yabancı ülkelere karşı olmak
- İç ve dış tüm yıkıcı elemanları ortak düşman kabul ederek ortadan kaldırmak.

Ülkenin en büyük destekçisi yani büyük abi’si Çin, en korkulan düşmanı ise Amerika. Çin’den alınan ekonomik ve askeri yardımlar büyük. O coğrafyanın bir diğer önemli ismi Japonya ise, Çin’den geri kalmamak için özellikle turizm ve hidro elektrik santrallar gibi alanlarda son dönemlerde yatırımlarını arttırmaya başlamış.

Dünyanın en büyük yakut madenleri burada, yakut dışında zümrüt ve altın da çıkartılıyor. Ve en önemlisi Myanmar’ın şu an çıkartamasa da Andaman denizinde petrol yatakları var. Bu petrolü Amerika’nın rezerv olarak sakladığı söyleniyor.

Bu Amerika ve petrol hikayesi gerçek mi yoksa bir komplo teorisi mi bilinmez ama Amerika’nı kendisine saldıracağına kesin gözüyle bakan generaller, yakın zamanda başkenti Yangon’un 300 km uzağında dağlar arasında, savunulması nispeten kolay olan bir bölgeye taşıdılar. Bu başkentin taşınma işini ve seyahatim sırasında generallerle bizzat tanışamasam da, kırmızı halıları ile karşılaşmamı, mavilimon’a yazdığım ilk yazılardan birinde anlatmıştım.




Bugün bayramın ilk günü, ve ben Afyon’da ilk kaplıca deneyimimi yaşıyorum. Öncelikle herkesin bayramını kutlarım. Myanmar yazılarının yanı sıra tahmin edeceğiniz gibi güzel yurdumun insanlarının termal sulara dalması, Afyon otellerinde ki dini bütün ve dini yarımlar arası kamplaşmalar, yakında burada.
Aung San Suu Kyi’nin fotorafı Wikipedia, Devlet Başkanı General Than Shwe'nin ki ise BBC'den

12 Aralık 2007 Çarşamba

Myanmar'ın mücevheri : Şvedagon

Tayland’ın pırıltılı, temiz ve her bir birimi tıkır tıkır işleyen havaalanlarından sonra, Myanmar’ın başkenti Yangon’unki oldukça eski, küçük ve uzadıkça uzayan vize bürokrasisi ile karşılıyor gelen turistleri. Havaalanı’ndan dışarı adım attığınızdaysa, şehrin soluk ışıkları...Daha önce gittiğim pek çok yere göre oldukça az aydınlatılmış bir şehir.



Devam etmeden önce şu isimleri netleştirmek istiyorum. Myanmar’ın eski ismi Burma, başkenti Yangon’un ise Rangun. Benim gittiğim 2005 yılında Yangon olarak genel kabul gören isim ise daha sonra Nay Pyi Taw olarak değiştirildi. Ben Yangon’u kullanmaya devam edeceğim.

Gece otele giderken Şvedagon Tapınağı, karanlık gecenin ve şehrin içinde pırıl pırıl parlıyor. Uykulu gözlerle hayran hayran seyrediyorum. Beraber seyahat ettiğim gruptan bir kaç cesur yürek arkadaşım, tapınağın sabah beş de açıldığını öğrenince, ışıklandırılmış halini fotoğraflamak için erkenden gitmeye karar veriyorlar. Fotoğraflamaktan daha çok, sabahın erken saatlerine orada dua edenleri izlemek istiyorum, ama bir önceki durağımız Tayland beni o kadar çok yormuş ki, değil sadece üç dört saatlik bir uykunun ardından kalkıp fotoğraf çekmeye gitmek, Myanmar Hükümeti ‘Ayşegül Hanım, dört gözle yıllardır sizin gelmenizi bekliyorduk, gelin buyrun, tapınağın tam tepesindeki 76 kıratlık elması size takdim edeceğiz’ dese umurumda olmayacak.

Ama güzel bir uykudan sonra, ertesi sabah erkenden kapısına dayanıyorum. Etrafta dua eden insanlar ve altın kaplı yapıları ile adeta bir film stüdyosunu andırıyor. Nereye bakacağımı bilemeden etrafımdaki kuyum miktarının şaşkınlığı ile bir süre dolaştıktan sonra, en sevdiğim iş olan insanları seyretmek üzere bir köşeye oturuyorum. Şehrin kalbi burada atıyor, klişe lafı burası için geçerli.

Şvedagon, Altın Dagon anlamına geliyor. Dagon ise başkentin eski isimlerinden biri. İsmi öyle eften püften uydurulmuş bir isim sakın ola zannetmeyin, çünkü tapınakta neredeyse boş bulunan her yeri kaplamak için 62 ton altın kullanılmış. Ana binanın en tepesinde bulunan uzantıda toplamı 278 karat eden 1100 elmas parçası, ucundaki altın top içinde toplamı 1800 karat eden 4351 elmas parçası, onun da en tepesinde 76 karatlık tek bir elmas parçası bulunuyor. Yeni doğan ve çocuk ölümleri ile listelerin en üst sıralarını zorlayan, ve Asya’nın en fakir ülkelerinden biri olan bir ülke için oldukça etkileyici bir döküm değil mi?


Tapınakta astroloji ve ‘nat’lar oldukça önemli. Çin Zodyağına benzeyen bir sistem. İngilizce bilen bir Myanmar’lıdan ufak bir bahşiş karşılığı benim doğum günüme düşen hayvanın fare olduğunu öğrendikten sonra, faremin bulunduğu nat’ı buluyorum. Etraftaki faredaşlarım hemen bana ritüeli öğretiyorlar. Etrafında beni birkaç kez dolandırdıktan sonra, elime verdikleri tasa su doldurup fare heykelini bir güzel yıkıyorum. Faremi gıcır gıcır yapmış olmanı verdiği derin iç huzuru ile tekrar en sevdiğim işi yapmaya yöneliyorum.


Oturduğum basamaklara biraz sonra yanlarında öğretmenleri ile bir ilkokul sınıfı geliyor. Her koşul altında eğlenmenin ve mutlu olmanın yollarını bulan çocuklar, nedense beni seyredip, kendi aralarında kıkır kıkır konuşarak çok eğleniyorlar. En sonunda aralarından çıkan bir cengaver, beyaz kadının belki de tanıdık gelen çekik gözlerinden cesaret alarak, sırt çantamın kenarında asılı olan maymun maskotu ile oynamaya başlıyor. Bu ritüel tüm sınıf tek tek maymuna dokunana kadar devam ediyor, o arada ben gaflete düşüp çocuklardan birinin resmini çekip, kameradan kendisine gösteriyorum. Sonrasında ise hiçbirini kıramadığım için, tapınağın kadrolu fotoğrafçısı misali hepsinin tek tek fotoğrafını çekip, sonrasında ise anında sahibine presentasyon yapmak zorunda kalıyorum. Sınıfın nüfusunu merak eden varsa, elimdeki belgelere dayanarak net bir biçimde söyleyebilirim: 34


Şvedagon tüm Myanmar’ın en kutsal tapınağı. Uzakdoğu’da gideceğiniz tüm ‘en kutsal’ tapınaklarda mutlaka Buda’nın bir parçası bulunduğuna inanılır. Kimi yerde dişidir, kimi yerde ise kemiği. Burada ise sağlığında iki kardeşe verdiği saç telleri bulunduğuna inanılıyor. 2500 yıllık olduğu düşünülen tapınak, Myanmar tarihindeki kimi direnişlerin de merkezi olmuş. İngilizlere karşı direnişi örgütleyenler arasında Şvedagon rahiplerinin ön sıralarda bulunması, 1962’de askeri cuntanın ülkedeki muhalefeti silip süpürmesi sonrasında, buradaki din adamlarına adeta tarihi bir misyon yükledi. Yakın tarihteki en kanlı ayaklanmalardan biri olan 8/8/1988 de, demokrasi isteyen öğrencilerin başlattığı hareket, öğrencilerin burada toplanarak dua etmeleri ardından başlattıkları yürüyüş ile başladı. Sonunda 3000 genç bedenin, hayatının son günü oldu o, kimilerince şanslı kabul edilen o gün...

Bizim televizyonlarda çok fazla yer bulamasa da bu direnişlerin en sonuncusu bu yılın 15 Ağustos'unda başlayıp, 24 Eylül’de yine Şvedagon’dan başlayan yürüyüş ile ivme kazandı. Ölü sayısı askeri cunta tarafında 100 civarı, gayrı resmi kaynaklarca da 1000 lerle ifade ediliyor. Birleşmiş Milletlet Myanmar temsilcisinin bu ay içinde ülkeyi tekrar ziyaret etmesinin ardından bu rakam belki biraz daha netleşecek. Ama merak etmeyin mavilimon, konuyu yerinde incelemek üzere kendi muhabirini de yolluyor. Annem yaklaşık 10 gün sonra Myanmar’da olacak. En yeni fotoğraflar ve güncel haberler yakında anne mavilimon’dan :))


Bu arada biz bir sonraki yazıda,ya Yangon’un sokaklarında dolaşmaya çıkacağız, ya da Afyon’da kaplıca tatilinde termal sulara dalacağız. Mavilimon’un sürekli okuyucuları, yazarının ruh haline bağlı olarak oradan oraya atlamasına alışıktırlar, ama yenileri biz şimdi Myanmar’dan Afyon’a nasıl geldik diye şaşırmasınlar diye bu küçük dip notu vermek istedim.


Bu arada insanı şeytana uymaya teşvik eden fotoğrafları ve tarifleri ile, diyet yapanların uğramasını tavsiye etmeyeceğim Acemi Aşçı , mavilimon hakkında harika bir tanıtım yazısı yazmış üstelik benim yarım mavilimon’uma inat, bir dolu mavilimon fotoğrafı ile... Mutfak özürlü biri olarak tarifler hakkında pek bir şey diyemeyeceğim ama eski sevgilisi profesyonel yemek fotoğrafçısı olan biri olarak, o zamanlardan kalma deneyimlerimle şunu söyleyebilirim ki, fotoğrafları, yemek blogları arasında kesinlikle en iyilerden biri. Teşekkürler sevgili Acemi Aşçı....

Bu arada sevgili mavili komşum mavimantar, sobeni aldım, en kısa zamanda yazmayı planlıyorum...

9 Aralık 2007 Pazar

Küba'da bir Amerikalı

Yanılmıyorsam bir kaç yıl önceydi, yeni yılın ilk gününde Bodrum’da arkadaşlarımlaydım. Geç kalkmıştık, ruh halimiz ise yoğun bir tembellikti. Derken aramızdan birisi hadi bir oyun oynayalım, size bir sorum var demişti. Oturduğumuz koltuklardan kalkmadan yapılabilecek bir aktivite olduğu için kimseden itiraz gelmemişti. Soru, eğer yapabilseydiniz kimin hayatını yaşamak isterdiniz di....

Miskin geçmesi zorunlu bir, 1-Ocak günü için ağır bir soruydu ama o sıralar galiba romantik bir ruh halindeydim ki, benim cevabım Mümtaz Mahal olmuştu. Hani şu aşkı uğruna, dünyanın en muhteşem eserlerinden biri, Taç Mahal inşa edilen kadın. Haremindeki binlerce güzele rağmen, ölümünden sonra bile Şah Cihan’ın ruhunu esir alan kadın...

Sonraları bu soruyu zaman zaman hep düşündüm, kimi zaman o oldum, kimi zaman bu.. ama hep bir ismin kıyılarında dolandım durdum ama hayatına beynine sıktığı bir kurşunla son verdiği için, onun hayatını yaşamayı çok istesemde, sonunu istemediğim için, onu seçmeyi çok istememe rağmen yapamadım...

O hayat Ernest Hemingway’in hayatı. İster dünyanın en egzotik köşeleri olsun, isterse en kanlı savaşları, her birine kendi evine gidermiş gibi giden ve sonrasında oralardan muhteşem hikayelerle dönen bir adam. İtalya’da savaşta yaralanan, Milano’da yattığı hastanede hemşiresi Agnes von Kurowsky ile yaşadığı aşk sonrası, Agnes’i Catherine karakterinde yeniden canlandırarak, Silahlara Veda’yı yazan, Paris’te dönemin en ünlü yazarlarıyla tanışan, İspanya’da boğa güreşlerine tiryaki olan, Afrika’ya yaptığı safarilerden, Kilimanjara’nın Karları ve Afrika’nın Yeşil Tepeleri gibi muhteşem hikayeler çıkaran, romanlarının filme çekildiği, çok başarılı bir yazar olduğu herkesçe kabul edildiği bir dönemde bile Uzakdoğuya savaş muhabiri olarak gitmekten çekinmeyen bir adam..

İşte bu adamın hayatında, biyografisinde adeta bir alt başlıkmışcasına geçiştirilse de, bir Küba dönemi var. Gelmeleri gitmeleri çok olsa da, az buz değil, neredeyse 30 yıl süren bir dönem bu. Havana’yı ilk gördüğü yıl 1928’dir, ikinci karısı Pauline ile Avrupa’dan dönerken, Havana limanına uğramıştır yolculuk yaptıkları gemi. Limanın yakınlarında geçirilen o ilk bir kaç saat, Küba’yı Hemingway’in evi yapmaya yetmişti. Sonraları sık sık geldi bu ülkeye...Önceleri arkadaşı Joe Russell’ın yatıyla Florida – Havana arası gidip geldi, sonraları günlüğü iki dolara oda kiraladığı Ambos Mundos Otelinde yazılarını yazdığı, düzelttiği uzun saatler ve döneminin en güzel ve cüretkar kadınlarından Jane Mason ile Havana gecelerinde yaşadığı büyük aşk...Daha sonra kendi yatı Pilar ile neredeyse karış karış bütün kıyılarında dolaştığı, koylarında mola verdiği uzun deniz yolculukları... Onun Küba günlerini hatırlayanlar, yalnız bir denizci gibi yaşardı, bir denizci gibi giyinirdi diye anlatıyorlar..

1938 yılında üçüncü karısı ile evliyken, Havana’nın biraz dışında San Francisco de Paula tepelerinde Finca Vigia adıyla anılan, beyaz, İspanyol stili geniş bir bahçenin içinde yer alan bir ev kiraladılar. Ertesi yıl, Çanlar Kimin İçin Çalıyor yayınlandı ve Hemingway oradan kazandığı para ile, 18.500 dolar vererek Finca Vigia’yı satın aldı. Sonraki 20 yıl süresince Küba’da ki evi olacaktır burası yazarın.

Şu an müze olarak kullanılan ev, yoğun yeşilliğin içinde, yüzme havuzu, meşhur kulesi ile Havana’da benim en hoşuma giden yerlerden biri oldu. Havuzun yanına ölen köpekleri için yaptırdığı minik mezarlar, ve evin her odasında bulunan kitaplar, kitaplıklar ise benim ruhuma dokunan köşeleriydi Finca Vigia’nın.

Hemingway bu evi, 2. Dünya Savaşı sırasında dostları ile kurduğu gizli antifaşist örgütün genel merkezi olarak kullandı. Amerikan Konsolosluğunun onayını da alarak aylarca yatı Pilar ile Küba kıyılarında Alman denizaltılarını gözlediler. Yine bu evde kediler, köpekler ve yüzlerce güvercinin yanında dövüştürmek için horoz yetiştirdi. Küba’nın her kesiminden dostlsrının yanı sıra, Hollywood sakinlerinden Gary Cooper, Errol Flynn gibi isimler bu evin konukları oldular, Havana gecelerine Hemingway eşliğinde daldılar. Hele Ava Gardner’in havuz başında çıplak güneşlenmesi ve etraftaki gençlerin o görüntü karşısında geçirdikleri mutlu saatler, Havana’da halen bir şehir efsanesi kıvamında anlatılmakta...

Hemingway 1952 yılında yazdığı bir mektupta, Küba’da yazmanın her zaman kendisine iyi şans getirdiğini söylemişti. Belki bu şansa, yada bu ülkede geçirdiği keyifli zamanlara kendince teşekkür etmek için 1954 yılında kazandığı Nobel ödülünü Küba’lılara hediye etti. Küba’yı anlattığı kitabı yazmaya ise 1945 yılında başladı. 1947 yılına gelindiğinde yazdıkları 1000 sayfayı bulmuştu. Sonrasında 1950’lerde kitaba tekrar döndüyse de hiç bir zaman bitiremedi. Kitap 25 yıl sonra 1970 yılında Akıntı Adaları adıyla basıldı. Hemingway, Akıntı Adalarını hiç bir zaman tamamlayamasa da, yazdıklarından pek çok öykü ve muhteşem bir roman’da çıkarmasını bildi. Yaşlı Adam ve Deniz, ilk hali ile Akıntı Adalar’nda anlatılan bir hikayeydi.





Evde resim çekmek yasak olduğu için burada kullandığım resimleri binanın restorasyonunu yapan Bruner-Cott mimarlık bürosunun web sitesinden aldım. Bu güzel evin detaylı fotoğraflarını www.hemingwaysociety.org/justice/default.htm adresinde bulabilirsiniz. Castro ile olan fotoğrafı Korda’dan diğerleri ise Wikipedia’dan alınmıştır.
Hemingway'in Küba günlerini anlatan kitap, yine Kübalı bir yazardan. Enrique Cırules'in Ernest Hemingway in the Romana Archipelago, bu konuda yapılmış en başarılı çalışmalardan. Tavsiye edilir...

Küba yazılarım şimdilik burada bitiyor...Bir sonraki yazıda dünyanın öteki ucunda büyülü bir ülkede olacağız..Hedef Myanmar (eski adı ile Burma)

5 Aralık 2007 Çarşamba

Sobelendim...

Bugün aslında oturup son bir Küba yazısı yazmayı planlamıştım, Küba'da bir Amerikalı olacaktı başlığı da ama sevgili Geveze Kalem beni özel olarak sobelemiş. Nasıl hayır derim...İşte ben...




Ben küçükken, hep Japonya'ya gitmek isterdim. Şimdi ise nedense hiç merak etmiyorum ve gitmeyi düşünmüyorum.



Aslında ben, benim işte.. artıları, ve eksileri olan ama son yıllarda ne artıları ne de eksileri çok da fazla kafasına takmayan biriyim işte...



İlk kopyamı hatırlamıyorum, ama en komik kopyamı anlatayım. Amerika'da kolejde Almanca dersi alıyordum, hoca da sürekli sınav yapıyor. Genelde de fiil çekimlerini ya da sözcüklerin Almanca ya da İngilizce karşılıklarını soruyor. Anlayacağınız öyle detaylı, derin sorular falan yok ama Almanca yeni sözcükleri ezberlemekte zorlanıyorum, aslında işin doğrusu yapacak o kadar çok fazla şey var ki oturup çalışmıyorum.. Sonunda adama gittim, biliyorsunuz benim anadilim İngilizce değil, dolayısıyla sizin sorulardan bazılarını anlayamıyorum sınavlara İngilizce-Türkçe sözlükle girebilirmiyim diye sordum. Ne yapsın çaresiz evet dedi ve bende bütün bir yıl boyunca küçücük sözlüğün her bir boş yerini Almanca materyelle doldurmuştum.



En saçma huyum, evim son derece dağınıkken, dolaplarımın her zaman inanılmaz bir düzen içinde oluşu galiba.. Nedenini ben de çözemiyorum :))



Bence cep telefonu, olmalı ama ben telefonla konuşmayı hiç sevmeyen biri olarak öylesine az kullanırım ki ve çoğu zamanda yanıma almayı unuturum... Adeta telefon kulaklarına yapışık olarak yaşayan 20 yaş civarı kuzen taifem, benim fatura tutarımın minimalliği karşısında dehşete düşerler..Ben karşımdaki insan kim olursa olsun, ister 40 kat yabancı, isterse de en sevdiğim, mutlaka gözlerine bakarak konuşmalıyım. Ortada göz falan olmayınca bütün ilgim dağılıyor, sıkılıyorum...



Aşk bence, etrafımdaki renklerin en koyu hallerine bürünmesidir. Birini ya da bir şeyi sevdiğim zaman mutlu olurum, keyfim yerinde olur ve yumuşak, pastel renkler arasında dolanırım.. Ama aşık oldum mu, tüm renkler en çarpıcı, en koyu, en heyecanlı tona bürünür. Siyahlar zift karası, kırmızılar en göz alıcı, maviler sadece Tibet'in 4000 metredeki göllerinde görülebilecek deli bir turkuaz olur ve tabiki ruh halimde o en uçtaki renklerin esiri olur. Kimi zaman onunla bir kaç saat geçirebilmek adına atlarım uçağa dünyanın öteki ucuna giderim, kimi zaman dünyada en merak ettiğim şehirlerden birine gider, tek bir kare fotoğraf çekmeden, sokaklarında dolanıp, aklımda kalan tek şey sadece onun gözleri olarak geri dönerim ve sonrasında mavilimon'a yazacak tek bir satır bile çıkmaz ortaya. Kimi zaman ise sevdiğim tüm o kebabları elimin tersi ile iter, sıkı bir vejeteryan olurum.. Şimdilerde ise rengim tadı yıllarca unutulmayan muhteşem bir sütlü çukulata renginde. Sabretmenin ve beklemenin rengi nedense kahverengi oldu benim için..



En sevdiğim bloglar, kesinlikle link verdiğim hepsi. Bir kaç gün bakamadım mı sanki birşeyler kaçırıyormuş gibi panik oluyorum. Ama benim en sevdiğim yerden Datça'dan ve çoğu kez de Datça'yı yazan Nihat Abi'yi, Datça burnumda tüterek ayrı bir merakla okurum..

Beni geveze kalem özel olarak sobeledi ya bende yeni bir şık koyarak devam edeyim. Çekemediğiniz ama hep aklınızda kalmış o fotoğraf hangisidir?

Yukarıdaki fotoğrafı Tayland'da çektim ama bu üç güzel nilüferin hemen yanında arka arkaya üç tanede siyah minicik ördek yüzmekteydi. Ben aman Allahım bu ne güzel bir görüntü diye koşarak su birikintisinin kenarına gidince, doğal olarak ördekcikler panik olup sudan çıktılar ve hepsi ayrı bir tarafa dağıldı. Bir beş dakika kadar onları suya sokmak için kovaladım ama tahmin edebileceğiniz gibi başarı oranı sıfır.... Yukarıda ki de pek fena olmadı ama benim gözümde hep eksik bir fotoğraf olarak kaldı...

24 Kasım 2007 Cumartesi

Trinidad

Bugün yolumuz, benim şu ana kadar gördüğüm dünyanın en güzel şehirlerinden birine. Trinidad’a....

Santiago de Cuba’dan sabahın erken saatlerinde Trinidad’a gitmek üzere hareket ettiğimizde uzun ve sıcak bir gün bekliyordu bizi. Otobüsün arkasında kah tuttuğum notları düzenleyerek, kah otobüsün camından akan, adanın pırıl pırıl yeşiline dalarak, uzaklarda olmanın keyfini çıkarıyorum.


Öğle saatlerinde mola verdiğimiz kent Cienfuegos. Fransız göçmenler tarafından 1800’lü yılların başında kurulan şehir, pastel boyalı neoklasik yapıları, ortasında bir zafer tak’ı bulunan büyük meydanı ile öylesine hoş ki, ama güneş de tam tepede... Biraz sonra aradığım huzuru 1890 yılında kapılarını açan ve halen faaliyette olan Tomas Terry Tiyatrosunun, loş ve serin atmosferinde buluyorum. Bir zamanlar Enrico Caruso, Sarah Bernhardt, Ana Pavlova gibi starların sahne aldığı tiyatro, açıldığı yıllardan kalma dekoru, duvar ve tavan süslemeleri, koltukları ve üç kata yayılmış balkonları ile kesinlikle antika bir mücevher. Zamanda yolculuk mümkün olsa, etekleri kat kat kabarık kırmızı bir tuvalet giyip, açılış gecesi bu tiyatroda Caruso’yu dinlemek isterdim.

Günün sıcak saatlerini Cienfuegos’un sahilinde keyifli bir yemek yiyerek geçirdikten sonra, Trinidad’ın sahil şeridi Playa Ancon’da ki otele geldiğimizde odaya bile uğramadan kendimi doğrudan sahile atıyorum. Bembeyaz kumlu uzun kumsalı, turkuaz renkli denizi,palmiyeleri ile işte tam o kartpostallarda ki Karayip görüntüsü. Bende hemen havaya giriyorum,tam filmlerde olduğu gibi elimdekileri, üstümdekileri, birer birer geçtiğim yollara atarak, ağır çekimde koşan, filmin starı edalarında kendimi denize atıyorum. Ama o da ne? Bu ne biçim deniz böyle. Bulanık ve daha da beteri adeta değil, kesinlikle hamam suyu sıcaklığında... Benim gibi Datça’nın denizinden başka deniz tanımayan bir fanatik için, kötü biten bir film, çare yok serinlemek için yine mojito içmeye devam...



Ertesi sabah civardaki tüm turistlerle beraber, küçük şehrin meydanını ve sokaklarını doldurduğumuzda, bir önceki günün hayal kırıklığından eser kalmıyor bende, çünkü öyle bir ortamdayım ki, benim o fazla mesai yapmayı seven hayalperest yanımın hiç çalışmasına gerek yok. Sadece etraftaki insan kalabalığını görmemeyi başararak bir anda 200-300 yıl geriye gitmek mümkün.

1988’den beri Unesco’nun Dünya Mirası listesine dahil olan şehir, 1514 yılında kurulmuş. Üzerlerinde İspanyol sakinlerinin, taa Endülüs’ün Müslüman geçmişinden kalan Moor tarzı dokunuşlarını ekledikleri, Neoklasik ve Barok tarzı evlerinin arasında dolanırken ben yine bambaşka hayatlara dalıyorum.



İlkinde 1518 yıllında şehrin merkezinde,Holly Trinity Kilisesi önündeyim. İleride Meksika’yı yazarken kimi zaman İspanyolların kahramanı, kimi zamanda Meksikalıların kabusu olarak anacağım Hernando Cortes’i, Meksika seferine yollayan kalabalığın arasındayım.Biraz evvel kilisenin kuytularında yaşlı gözlerle gidenlerin sağ salim geri dönmesi için mumlar yakmış, adaklar adamış, dualar etmişim. Gidenlerin arasında belki sevdiğim, belki kocam, belki de kardeşim var. Adım da belki İsabella...Kadınların genlerinden gelen bir bilgiyle donatılmış olarak, atına binmiş giden sevdiğimin ardından, içimdeki hüznü ve acıyı en derinlere saklayarak, kocaman bir gülücükle el sallıyorum, beni merak etme diye bağırıyorum, sesimin ona ulaşıp ulaşmadığını bilmeden.....



İsabella, yaşlı gözlerle cumbalı evlerden birine girerken, uzun ve yorucu bir günün ardından, bir an için oturduğu taş parçasının üzerinden, batmakta olan güneşi seyreden bir kadına dönüşüyorum. Adım belkide Yoruba dilinde Tanrı’nın koruduğu anlamına gelen Adebanke.... Afrika’dan, Trinidad’daki şeker kamışı plantasyonlarında çalışmak için getirilen 12.000 köle den biriyim. Öylesine yorgunum ki, çok uzaklarda kalan o güzelim ülkemin kokularını, seslerini, görüntülerini hatırlamakta zorlanıyorum..Bir zamanlar kahkahalar içinde koşan o çocuk sanki ben değilim. Annem Titilayo, babam Kolapo, sanki dinlediğim bir masaldan aklımda kalan isimler gibi bana uzak.. Ya 14’üme gelince ailelerimizin evlenmemize karar verdiği, her gördüğümde midemde bir şeylerin düğümlenmesine yol açan Banga...Ona bir sürü oğullar doğurmayı hayal ettiğim zamanlar şimdi bana öylesine yabancı ki...Ne garip bunca yıldan sonra bile onu bir başkasının kocası olarak, düşünmek hala içimi acıtıyor, acaba hala beni düşünüyor mudur? Ama şimdi tüm bu hatıraları bırakmalı, bunca yıldır günde 12 saat hiç durmadan tarlalarda çalışmama rağmen, hala ağrıyan kaslarıma, sızlayan kemiklerime aldırmadan akşam yemeğini hazırlamaya gitmem lazım..Bir gün daha bitiyor, ve ben Adebanke bir gün daha yaşadım...bir gün daha yaşamalıyım...

Gündüzün hayallerinden sonra, gece şehre tekrar dönüyorum. Şehrin soluk ışıkları yanmış, kilisenin hemen yanındaki müzik okulunun geniş basamaklı meydanından ise müziğin kışkırtan sesi geliyor. Turistlerin büyük bir kısmı ortalıktan çekilmiş durumda...Bir köşede, belli ki okuldan getirilmiş bir masanın üzerinde mojitoları hazırlıyor, güleç yüzlü bir mestizo..Bardağı bir dolar..

Bir İngiliz gezginin kitabında yazdıklarını hatırlıyorum.. Yok efendim, burada mojitoları plastik bardaklarda veriyorlarmış, yok profesyonel Kübalı dansçılar dans edip, turistler sadece kenardan el çırpıyormuş... Yahu adam diyorum, Küba’da herkesin neredeyse anasının karnından profesyonel gibi dans ederek çıktığını bilmiyorsan, kenardan el çırpmak senin için yeterliyse, plastik bardakta içilen mojito’nun tadını çıkarmaktan acizsen, ne diye buralara gelirsin, bir de üstüne üstelik üşenmeden bir de kitap yazarsın...


Bir zamanlar Isabella’nın Cortes’in Meksika’ya giden askerlerinin ardından gizli gizli gözyaşı döktüğü o meydanda, o gece Ayşegül, sayısını hatırlamadığı kadar plastik bardaktan mojito içti. Adebanke’nin ülkesinin tınılarını taşıyan müziklerle dans etti ve sonra bir de baktı ki gece yarısını çoktan geçmiş. Sindrella’nın arabasının gece 12’den sonra balkabağına dönüşmesi misali etrafta taksi falan kalmamış.

Ben kısa süreli bir panik anı yaşarken, Küba’lı arkadaşım hemen çaresini buluyor. ‘Beğen bir araba’ diyor, ‘nasıl yani?’ diyorum. Kısaca bana durumu anlattıktan sonra 1950’li yıllardan kalma,üstü açık kocaman beyaz bir Chevrolet beğeniyorum. Sahibiyle kısa bir konuşma, beni beş dolara otelime kadar götürecek harika bir fırsata dönüşüyor. Arabanın arkasına kuruluyorum, gecenin sıcağı, saçlarımda rüzgar olup esiyor. Eh, Küba’dayım, bayağı bir de sarhoşum. Resim tam olsun diye bir de puro yakıyorum.... Isabella’da, Adebanke’de çok uzaklarda kaldı. Şimdi sadece Ayşegül var, ‘bakalım sen daha neler yaşayacaksın Ayşegül?’ diye düşünüyorum. Karanlık gecede, gökyüzünde parlayan yıldızlara bakıyorum, gelecekten bir ipucu bulabilmek adına..Sürpriz olsun yaşayacakların diye hepsi sözleşmişcesine göz kırpıyor...

Yukarıda ki resimlerin bir kısmı sevgili arkadaşım Semiha'dan ama artık hangileri, karıştırmış durumdayım.

20 Kasım 2007 Salı

Che


Boğaziçi Üniversitesi’nde girdiğim ilk ders rahmetli Prof. Demir Demirgil’in Ekonomi 101 dersiydi. Yıl 1983. Her zamanki güleç ve keyifli anlatımıyla bize hoşgeldiniz derken, ‘ Sizleri farklı bir dönem bekliyor, siz Özal’ın çocuklarısınız, hayatlarınız daha farklı olacak.’ diye bir kehanette bulunmuştu.

Hayatlarımız ne kadar farklı oldu bilemem ama bizden bir öncekilere göre son derece apolitik bir kuşak olduk. Böyle bir dönemde üniversite’de Siyeset Bilimi okudum, dolayısıyla -izm’leri, onları yaratanları, takip ve uygulayıcılarını son derece iyi bilmeme rağmen hepsi benim için birer ders konusu olmaktan öteye gidemedi. Artılarını ve eksilerini öğrendim, sınavlarda iyi not aldım o kadar..Sonrasında ise, Demir Hoca’nın kehanetindeki gibi bankacı olup, finans öğrendim...


İşte tüm bu nedenlerden dolayı, Küba’da Che’nin mezarını ziyarete giderken, grupta benden daha yaşlı kişilerin son derece heyecanlanması, kimilerinin yollardaki çiçek satıcılarını, mezara koymak için adeta yağmalamaları, Che’nin mozolesi önünde nemli gözlerle uzun uzun dikilmeleri, beni aslında son derece şaşırtan bir olay olmuştu. İşte tam orada yıllar sonra Demir Hoca’nın laflarını hatırlamıştım.Herkes hayalinde ki Che’ye selam durdu bende benimkine...

Ben Motosiklet Günlükleri’ndeki Che’yi çok sevdim. Onun maceracı ruhu, yaşama bakışı çok hoşuma gitti. Onunla beraber Latin Amerika’yı baştan başa gezdim, gezerken gezerken ne hoş, ne yakışıklı bir adam bu diye düşündüm. Özellikle Alberto Korda’nın çektiği fotoğraflara bakınca ne kadar güzel güldüğünü farkettim. 1959 yılında Fidel ve arkadaşları ile çıktıkları bir tekne gezisinde, yine Korda’nın gözlerinden, o yakışıklı ve daha da önemlisi bu özelliğinin farkında olan Che’yi gördüm. Çok yakışıklı ama son derece ulaşılabilir görünen, yani en tehlikeli erkek grubundan. :)

Kadınlı erkekli bir grubun arasında, üstündeki gömleği çıkartıp, balık tutan, kitap okuyan, belki de Korda’nın makinelerinden biriyle fotoğraf çeken hep o. Diğerleri resmi bir davetteymişcesine giyimli ve uslu uslu kendilerine düşen köşelerde. Böylesine güzel, böylesine sıcak bakabilen, gülebilen bir adamı, yargısız infazları ile ünlü bir adamla aynı bedene koyamadım. Sonuçta Che benim hep kafamı karıştırdı...

Bugün Küba’da Castro’nun resimleri fazla gözükmese de Che her yerde. Devrim sonrası Che’nin Küba’dan ayrılmasında Castro ile uyuşmazlığa düşmeleri pek çoklarınca kabul edilmesine rağmen, bugün Castro bir zamanlar ki arkadaşının halen geçerli popülaritesini son sürat kullanmakta.

Fidel Castro ise benim gözümde hep çok hırslı, başarılı,ve daha önce de yazdığım gibi çok şanslı bir adam oldu. Rakiplerinin gerek şans eseri, gerekse kendi tarafından ortadan kalkmasında çok şaşırtıcı bir şey olmasa da, devrim sonrası, en yakın silah arkadaşlarının şaibeli şekillerde ortadan kalkmaları onun tek adam olma tutkusunu benim gözümde netleştiren olaylar. Sierra Maestra’daki yoldaşlarından pek çoğu sonraki yıllarda devrime ihanetten yargılandı, kimi ölü, kimi yurt dışına kaçtı. Devrimin komutanlarından olan Che kısa bir veda mektubu ile Küba’yı terk etti, diğer önemli bir komutan, kırsal kesimin en sevdiği lider Camilo Cienfuegos ise şaibeli bir uçak kazasında öldü. Sonuçta devrimin çekirdek kadrosundan Fidel’in yanında sadece kardeşi Raul kaldı.

Bugün pek çok kişinin aklında ki soru Fidel’den sonra Küba’nın ne olacağı. Bence burada doğru soru Raul’den sonra (tabi ki Fidel’den daha uzun yaşayacağını varsayarak) ne olacağı olmalı. Castro halen ülkenin lideri, özellikle kırsal kesimlerde devrime ve Fidel’e bağlılık halen çok yüksek.Ancak şu anda Fidel’in sürekli dalgalanan sağlık durumu nedeniyle, ülkede ipler Fidel kadar karizmatik olmayan ama son derece başarılı bir yönetici olduğu bilinen Raul’un elinde. Raul ayrıca ordu’nun tam desteğini almış durumda. Küba ordusunun bir özelliği ise, ülkenin en önemli gelir kaynağı olan turizm sektöründe pek çok önemli yatırımının olması. Anlayacağınız hem silah onlarda, hem de para...Raul ile birlikte çalışan çok deneyimli ve başarılı bakanlar olmasına rağmen, bunlardan hangisinin Raul sonrası ordu’nun desteğini alacağı ise şu anda meçhul...

Che'nin fotoğrafları Alberto Korda'dan.

16 Kasım 2007 Cuma

Che ve Marilyn

20 yüzyılda ikon haline gelmiş iki fotoğrafı bulmaya çalışsak, %90’ımız her halde iki tanesi üzerinde hemen uzlaşır. Alberto Korda’nın Che’si ve Sam Shaw’ın Marilyn Monroe’su. Her iki adamın da bir anlık yakaladığı görüntüler nesillerin beynine kazınmış durumda.

Küba’ya gitmeden önce fotoğrafları tabi ki biliyordum, ama her iki fotoğrafçının adını dahi duymamıştım. Rehberimiz Jorge’nin bana anlattığı küçük bir anektot sayesinde bu fotoğrafların gerisindeki adamları öğrendim.

Sam Shaw 90’lı yıllarda Küba’ya gelir. Rehberi ise Jorge. Programındaki en önemli maddelerden biri de Alberto Korda ile tanışmaktır. İki adam buluşurlar, hatta Korda’nın pişirdiği yemeği yerler. ‘Neler konuştuklarını duydun mu’ diye sordum Jorge’ye, onları yalnız bıraktığını söyledi. Ayrılırlarken Shaw, Marilyn fotoğrafını, Korda’da Che’nin fotoğrafını imzalamış ve birbirlerine vermişler.

Che’nin fotoğrafına gelecek olursak; Tarih: 5 Mart 1960. Sabotaj’a uğrayan La Coubra gemisinde hayatını kaybedenler için cenaze töreni düzenlenmektedir. Fidel Castro kürsüden, sabotajın detaylarını anlatmaktadır. O gün Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’da oradadır. Korda platform’un 8-10 metre uzağındadır ve kamerasında yarım telefoto lens takılıdır. Fidel’in ve ünlü misafirlerinin düzinelerce fotoğrafını çeker. O ana kadar kalabalıkların arasında duran Che bir an için öne çıkar, sadece iki poz çekebilir Korda, çünkü yaklaşık 30 saniye sonra Che tekrar kalabalığın arasına karışır ve görünmez olur. Ve bir adamın gözleriyle yakaladığı o saniyelerden bize unutulmaz bir görüntü kalır.

Ertesi gün fotoğraf gazetelerde basılmaz. Bol bol Fidel ve ünlü misafirlerinin fotoğrafı vardır. Fotoğraf yedi yıl boyunca Korda’nın arşivlerinde kalır. 1967 yılında Che hala hayattayken ve Bolivya’da savaşırken, İtalyan yayıncı Giangiacomo Feltrinelli, Korda’nın stüdyosuna gelerek Che’nin bir kaç fotoğrafını almak ister, ancak Korda ona arşivindekileri göstermeye fırsat kalmadan, Feltrinelli, Korda’nın duvarında asılı olan bu fotoğrafın iki kopyasını ister. Fiyatını sorduğunda ise ‘Benden sana hediye olsun’ der, Korda.

Fotoğraf İtalya’ya gider ancak yayınlanması bir kaç ay sonra Che’nin Bolivya’da ölmesinden sonra olacaktır. Dünya’daki en ünlü, kitlelerce en çok bilinen ve kesinlikle en çok kopyalanan bu fotoğraf’dan Korda hiç para kazanmamış ve sonrasında da haklarını almak için uğraşmamıştır. Sadece Che’nin fotoğrafını şişelerinde kullanan bir alkol şirketi için bir dava açar, dava sonucunda kazandığı 50.000 doları da Küba sağlık sistemine bağışlar.

Telif hakları hakkında soru soran bir gazeteciye ise şunları söyleyecektir. ‘ Che’nin uğrunda öldüğü fikirlerin destekcisi olarak, fotoğrafın onun hatırasını anlatmak ve dünyada sosyal adaleti desteklemek istiyenlerce kopyalanmasına karşı değilim.’

Shaw 1999, Korda ise 2001 yılında ölür, daha önce başkaları anlattı mı bilemem ama bana’da Küba'dan kalan bir anı olarak, 2007 yılında bu iki adamın buluşmasını anlatmak düşer.

Che fotoğrafının hikayesini Küba’dan aldığım bir Alberto Korda fotoğraf albümünden çevirdim. Bir gün karşınıza çıkarsa mutlaka uzun uzun inceleyin. Küba devriminin, Che’nin, Fidel’in en güzel siyah-beyaz fotoğraflarını Korda çekmiş sanırım.


Che'nin fotoğrafı için Korda sağolsun yayın haklarını vermiş, ama zamanında oğullarına fotoğraflarının telif hakları için 100 milyon dolarlık dava açan Shaw'ın varisleri umarım beni bağışlar, bu yazıyı fotoğraflar olmadan yazamadım... ve mavilimon yayın haklarına saygılı politikasını sürdürür :)

13 Kasım 2007 Salı

Bağdat - Samarra


Seyahat etme arzum çoğu kez bir fotoğrafla başlar. Gördüğüm fotoğrafa öylesine hayran olurum ki, orayı kalbimde ki dilek listesine kaydederim. Bazen orayı gidip görmem yıllar yıllar sonrasını bulur ama ben o bir anlık görüntüyü hiç unutmam ve hayallerimde oraya belkide yüzlerce kez seyahat ederim. Son dönemin meşhur çekim yasası, belki de işe yarıyordur, çünkü genelde de o aklımdaki resmi bir şekilde hep gider kendim de çekerim.

Ama bu seferki biraz zor olacak gibi. Bu sabah erkenden yollara düştüm. İstanbul’da soğuk ve ıslak bir hava var, evde oturmak öylesine cazip ki ama Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’nda Dr. Deniz Esemenli’nin İslam Sanatı semineri var. Bugün Abbasi dönemi sanatını anlatıyor. Irak’ın Samarra kentine geliyor. Ne güzel bir isim diye düşünüyorum, beni hep çağıran o egzotik yer isimlerinden biri. Sonra dersteki dialarda gökyüzüne doğru uzanan o minareyi görüyorum ve işte o minare tam o anda kalbimdeki dilek listesine kaydoluyor. Ben o minareye mutlaka tırmanmalıyım derken bir tane daha. Bağdat’ın hemen yakınlarında bulunan Sitti Zübeyde Türbesi.

Malviya da denilen ve Babil kulelerini andıran Samarra Ulu Cami’nin minaresi, dünya mimari tarihinin en ilginç yapılarından biri. Kaba olduğu söylenebilir ama kesinlikle çok etkileyici. 848-852 yılları arasında Abbasi halifesi Mütevekkil tarafından yaptırılan açık planlı cami ve yaklaşık 25 metre dışında bulunan minaresinde, içinden çıktığı coğrafya’nın doğal etkisi olarak Mezopotamya ziguratlarının izlerini görmek olası.

Bağdat’ın hemen yakınlarındaki Sitti Zübeyde türbesi ise, dışardan mukarnaslı sivri kubbesi ile yine Abbasi döneminin bir harikası.

Ders bitip, sonrasında İstiklal caddesinin kalabalıkları arasında yürürken ben bambaşka bir alemdeydim. Bağdat’dan bir jip ile çöl yoluna çıktığımı hayal ettim. İstanbul’un soğuğuna ve yağmuruna inat hava çok sıcak, güneş tepede yakıyor. Cadde’nin kalabalığı etrafımda ama zihnimde çölün ıssızlığı. Bağdat Samarra arası 125 km. imiş, 1,5 saat sonra ordayım. Minarenin spiral merdivenini etraftaki sessizliği ve boşluğu sindire sindire çıkıyorum. Tam tepeye ulaşınca hayallere dalma zamanı. Binbir gece masallarının kahramanı Halife Harun Reşit in sarayına mı gitmeli acaba? Harem'e gizlenerek belki de Şehrazat'ın Şehriyar'a anlattığı masallardan birini dinleyebilirim....Hayalinde, hayale dalmakta böyle bir şey oluyor işte.

Günün en sıcak zamanı Bağdat’a geri dönüş yolunda, Sitti Zübeyde türbesinin yanındaki palmiye ağaçlarının gölgesinde dinleniyorum. Türbenin muhteşem kubbesi ve yanındaki mezarlar bana çok uzaklardan bir fısıltı getiriyor. Hayatını yeterince uzun yaşamak elinde olmasa da her anını dolu dolu yaşamak için elinden geleni yap diyor eski zamanların bilgeleri. Ya da içimdeki o küçük ses mi yoksa o?

Güneşin yüzümü yaktığını hayal ederken bir bakıyorum İnci pastanesinin önüne gelmişim. Amaaan, madem dolu dolu yaşayacağız, boşver şimdi rejimi diyorum. Gelsin koca bir porsiyon profiterol. Böyle giderse bu Bağdat gezisinden kilo almış olarak döneceğim.....



Gidip görmediğim, sokaklarında dolaşmadığım, kokularını, seslerini zihnime kazıyamadığım yerleri yazmak hiç aklımda yoktu ama sizde takdir edersiniz ki Bağdat, Samarra yolların uzunca bir süre düşmeyeceği bir yer. Realite’ye dönersek güzelim minarenin tepesi de bir bombalama sonucu ciddi bir biçimde zarar görmüş. Dolayısıyla şimdilik tek çare hayal etmekte.

Küba yazıları tabiki bitmedi. Araya bir hayal girdi o kadar..

Minarenin fotoğrafı global security, Türbeninkiler ise world architecture images sitelerinden.

11 Kasım 2007 Pazar

Santiago de Cuba

Küba’nın Havana’ya göre diğer ucunda kalan şehir Santiago de Cuba’ya uçmak üzere sabah erken saatte havaalanına geldiğimizde, harika bir sürpriz beklemekteydi. Bizimle beraber bekleme salonuna giren 4-5 kişilik bir grup bizim şaşkın ve mutlu bakışlarımız arasında müzik çalmaya başladılar. İlk şaşkınlık anından sonra bekleme salonundaki tüm yolcular hem uçağı beklemeye hem de dans etmeye başlıyoruz. Dünyanın en sıkıcı işlerinden biri olan uçak beklemek Küba’da böyle oluyor işte. Yolcular mutlu, müzisyenler aldıkları bahşişten dolayı daha da mutlu. Dans yorgunluğundan sonra Semiha ile bu bekleme salonunda bir hatıra fotoğrafı çektirip uçağa biniyoruz.

Uçağımız Santiago de Cuba’ya indiğinde bizi güneşli, pırıl pırıl bir hava karşılıyor. Şehir, renkli kolonyal dönem mimarisi ile Havana’ya benziyor. Sokaklarında dolanmak çok keyifli. Şehrin kalesini, Küba’nın ulusal kahramanı Jose Marti’nin anıt mezarını, Antonia Maceo Meydanını, Rom müzesini ve de tabiki Moncado kışlasını ziyaret ediyoruz. Moncado kışlasına Fidel’in 26 Temmuz 1953 de yaptığı baskın, Küba devriminin başlangıcı kabul ediliyor. Bugün okul olarak kullanılan bina, güzelce restore edilmiş, ancak o günün anısına giriş kapısındaki kurşun delikleri yerlerinde bırakılmış. Görevliler başta resmini çekmemize karşı çıksalarda, sonra görev bilinciyle sanırım, uzun uzun devrimi anlatıyorlar. Şimdi düşünüyorum da aslında bayağı iyide anlatmışlar, verdikleri bilgilerin bir kısmı hala aklımda.



Bir turist olarak görevlerimizi tamamlamak üzereyken, sabah ki güneşli hava yerini sağnak yağmura bırakıyor. Mecburen otele dönüyoruz. Bir şehirde geçirilecek sınırlı saatleriniz varken, yağmur nedeni ile otele kapanmak, son derece can sıkıcı olabilir, ama burası Küba.... Dar bir ara sokağa bakan odamızın karşısındaki eski bir kolonyal bina müzik okulu çıkıyor. Camları açıyoruz, müzik bizim odamızda. Balkonda dans edenler bize el sallıyor, biz habire fotoğraf çekiyoruz. İki kadının pencereden kendisini seyrettiğini anlayan yaşlı bir Kübalı adam, bize dakikalarca sürecek bir dans şovu yapmaya başlıyor. Her yaştaki Küba’lıların bu kadar güzel dans edebilmesi inanılmaz. Bu kadar damardan verilen motivasyon üzerine Semiha, kararını veriyor. ‘Bu gece’ diyor ‘salsa yapmayı kesin olarak öğreneceğim.’


Akşam yemeğinden sonra otelin önündeki meydana iniyoruz. Yapılan bir kutlama nedeni ile neredeyse bütün şehir orada, ama ilgiçtir gençlerin teyplerden çaldıkları müzikler ya rock ya da rap tarzı. Ama sevgili arkadaşım Semiha kararlı ve yılmıyor. 2-3 gencin yanına gidip bana salsa yapmayı öğretirmisiniz diyor. Bir anda bir dolu öğretmen etrafını sarıyor. Çalınan müzikler işe yaramasa da, salsa dersi son sürat başlıyor. Bense bir duvarın üstüne oturup rom içmeye başlıyorum. Ama bardak bulamadığımız için şişeden. Yanınızda bir şişe rom olduktan sonra arkadaş bulmak hiç de zor değil. Ben İspanyolca bilmiyorum, onlar İngilizce ama bayağı bir anlaşıyoruz işte..


Semiha ve dans hocaları bir süre sonra, dans edebilecekleri daha iyi bir yere gitmek üzere beni almaya geri geliyorlar. Gecenin bir vakti, tanımadığımız insanlarla şehrin karanlık sokaklarına girmek beni biraz ürkütüyor. Allah’tan Kübalı rehberimiz Jorge etraflarda. Hemen Semiha’nın dans hocalarını sorgudan geçiriyor, hepsi üniversite de okuyan iyi çocuklar çıkıyor. Jorge’de bizimle gelmeye gönüllü olunca ben daha rahatlıyorum. Sonra şehrin içlerine doğru yürümeye başlıyoruz. Kimi yerde ortalık kapkara çünkü elektrik yok. Yol bir türlü bitmek bilmeyince Jorge bile huzursuzlanmaya başlıyor. Ama sonunda harika bir bahçeye ulaşıyoruz. Beyaz ferforje sandalyeli masalar, dans pisti tıklım tıklım dolu ve de tabi ki harika müzik yapan bir grup.

Sahnedeki müzisyenler Küba’nın Santiago asıllı ünlü gruplarından Septeto Santiaguero. 1995 yılında kurulan grup, mambo tarzı yerine daha geleneksel septet tarzı müzik yapıyormuş. Yedili anlamına gelen müziğin yedi müzik aleti ile yapıldığını sonradan öğreniyorum. Ben bol rom içip, yanında yağda kızarmış muz cipsleri ile kolestrol seviyemi arttırmaya devam ederken Semiha derslerine devam ediyor. Çok başarılı bir öğrenci olduğu kesin...


Küba müziğinin kökenleri ilginç. Kuzey Afrika’dan Küba’ya getirilen kölelerle başlıyor herşey. Amerika’ya giden kölelere geleneksel müzik aletleri davul ile ayinlerini yapma izni verilmezken, Kübalı köle sahipleri bu konuda daha hoş görülü. Bir süre sonra kölelerin davulu ile İspanyolların gitarı harmanlanmaya başlıyor ve zaman içinde ortaya dünyanın en güzel ve enerjik müziklerinden biri çıkıyor.

Gecenin ilerleyen saatlerinde, kanımdaki rom oranının artmasıyla da ilgisi olsa gerek, müzik benide baştan çıkarıyor.Dans pistinde, artık yarı profesyonel düzeye ulaşmış olan Semiha’nın yanında buluyorum kendimi. Gönüllü dans hocaları her daim mevcut. Ben hiç ritim duygusu olmayan, bedenini kuklavari hareketlerle hareket ettirebilen son derece kötü bir danscıyımdır ve dans etmeyi de hiç sevmem ama burası Küba... Hiç bir şey umurumda olmadan Santiago de Cuba gecesinin yıldızları altında saatlerce dans ediyorum...