24 Kasım 2007 Cumartesi

Trinidad

Bugün yolumuz, benim şu ana kadar gördüğüm dünyanın en güzel şehirlerinden birine. Trinidad’a....

Santiago de Cuba’dan sabahın erken saatlerinde Trinidad’a gitmek üzere hareket ettiğimizde uzun ve sıcak bir gün bekliyordu bizi. Otobüsün arkasında kah tuttuğum notları düzenleyerek, kah otobüsün camından akan, adanın pırıl pırıl yeşiline dalarak, uzaklarda olmanın keyfini çıkarıyorum.


Öğle saatlerinde mola verdiğimiz kent Cienfuegos. Fransız göçmenler tarafından 1800’lü yılların başında kurulan şehir, pastel boyalı neoklasik yapıları, ortasında bir zafer tak’ı bulunan büyük meydanı ile öylesine hoş ki, ama güneş de tam tepede... Biraz sonra aradığım huzuru 1890 yılında kapılarını açan ve halen faaliyette olan Tomas Terry Tiyatrosunun, loş ve serin atmosferinde buluyorum. Bir zamanlar Enrico Caruso, Sarah Bernhardt, Ana Pavlova gibi starların sahne aldığı tiyatro, açıldığı yıllardan kalma dekoru, duvar ve tavan süslemeleri, koltukları ve üç kata yayılmış balkonları ile kesinlikle antika bir mücevher. Zamanda yolculuk mümkün olsa, etekleri kat kat kabarık kırmızı bir tuvalet giyip, açılış gecesi bu tiyatroda Caruso’yu dinlemek isterdim.

Günün sıcak saatlerini Cienfuegos’un sahilinde keyifli bir yemek yiyerek geçirdikten sonra, Trinidad’ın sahil şeridi Playa Ancon’da ki otele geldiğimizde odaya bile uğramadan kendimi doğrudan sahile atıyorum. Bembeyaz kumlu uzun kumsalı, turkuaz renkli denizi,palmiyeleri ile işte tam o kartpostallarda ki Karayip görüntüsü. Bende hemen havaya giriyorum,tam filmlerde olduğu gibi elimdekileri, üstümdekileri, birer birer geçtiğim yollara atarak, ağır çekimde koşan, filmin starı edalarında kendimi denize atıyorum. Ama o da ne? Bu ne biçim deniz böyle. Bulanık ve daha da beteri adeta değil, kesinlikle hamam suyu sıcaklığında... Benim gibi Datça’nın denizinden başka deniz tanımayan bir fanatik için, kötü biten bir film, çare yok serinlemek için yine mojito içmeye devam...



Ertesi sabah civardaki tüm turistlerle beraber, küçük şehrin meydanını ve sokaklarını doldurduğumuzda, bir önceki günün hayal kırıklığından eser kalmıyor bende, çünkü öyle bir ortamdayım ki, benim o fazla mesai yapmayı seven hayalperest yanımın hiç çalışmasına gerek yok. Sadece etraftaki insan kalabalığını görmemeyi başararak bir anda 200-300 yıl geriye gitmek mümkün.

1988’den beri Unesco’nun Dünya Mirası listesine dahil olan şehir, 1514 yılında kurulmuş. Üzerlerinde İspanyol sakinlerinin, taa Endülüs’ün Müslüman geçmişinden kalan Moor tarzı dokunuşlarını ekledikleri, Neoklasik ve Barok tarzı evlerinin arasında dolanırken ben yine bambaşka hayatlara dalıyorum.



İlkinde 1518 yıllında şehrin merkezinde,Holly Trinity Kilisesi önündeyim. İleride Meksika’yı yazarken kimi zaman İspanyolların kahramanı, kimi zamanda Meksikalıların kabusu olarak anacağım Hernando Cortes’i, Meksika seferine yollayan kalabalığın arasındayım.Biraz evvel kilisenin kuytularında yaşlı gözlerle gidenlerin sağ salim geri dönmesi için mumlar yakmış, adaklar adamış, dualar etmişim. Gidenlerin arasında belki sevdiğim, belki kocam, belki de kardeşim var. Adım da belki İsabella...Kadınların genlerinden gelen bir bilgiyle donatılmış olarak, atına binmiş giden sevdiğimin ardından, içimdeki hüznü ve acıyı en derinlere saklayarak, kocaman bir gülücükle el sallıyorum, beni merak etme diye bağırıyorum, sesimin ona ulaşıp ulaşmadığını bilmeden.....



İsabella, yaşlı gözlerle cumbalı evlerden birine girerken, uzun ve yorucu bir günün ardından, bir an için oturduğu taş parçasının üzerinden, batmakta olan güneşi seyreden bir kadına dönüşüyorum. Adım belkide Yoruba dilinde Tanrı’nın koruduğu anlamına gelen Adebanke.... Afrika’dan, Trinidad’daki şeker kamışı plantasyonlarında çalışmak için getirilen 12.000 köle den biriyim. Öylesine yorgunum ki, çok uzaklarda kalan o güzelim ülkemin kokularını, seslerini, görüntülerini hatırlamakta zorlanıyorum..Bir zamanlar kahkahalar içinde koşan o çocuk sanki ben değilim. Annem Titilayo, babam Kolapo, sanki dinlediğim bir masaldan aklımda kalan isimler gibi bana uzak.. Ya 14’üme gelince ailelerimizin evlenmemize karar verdiği, her gördüğümde midemde bir şeylerin düğümlenmesine yol açan Banga...Ona bir sürü oğullar doğurmayı hayal ettiğim zamanlar şimdi bana öylesine yabancı ki...Ne garip bunca yıldan sonra bile onu bir başkasının kocası olarak, düşünmek hala içimi acıtıyor, acaba hala beni düşünüyor mudur? Ama şimdi tüm bu hatıraları bırakmalı, bunca yıldır günde 12 saat hiç durmadan tarlalarda çalışmama rağmen, hala ağrıyan kaslarıma, sızlayan kemiklerime aldırmadan akşam yemeğini hazırlamaya gitmem lazım..Bir gün daha bitiyor, ve ben Adebanke bir gün daha yaşadım...bir gün daha yaşamalıyım...

Gündüzün hayallerinden sonra, gece şehre tekrar dönüyorum. Şehrin soluk ışıkları yanmış, kilisenin hemen yanındaki müzik okulunun geniş basamaklı meydanından ise müziğin kışkırtan sesi geliyor. Turistlerin büyük bir kısmı ortalıktan çekilmiş durumda...Bir köşede, belli ki okuldan getirilmiş bir masanın üzerinde mojitoları hazırlıyor, güleç yüzlü bir mestizo..Bardağı bir dolar..

Bir İngiliz gezginin kitabında yazdıklarını hatırlıyorum.. Yok efendim, burada mojitoları plastik bardaklarda veriyorlarmış, yok profesyonel Kübalı dansçılar dans edip, turistler sadece kenardan el çırpıyormuş... Yahu adam diyorum, Küba’da herkesin neredeyse anasının karnından profesyonel gibi dans ederek çıktığını bilmiyorsan, kenardan el çırpmak senin için yeterliyse, plastik bardakta içilen mojito’nun tadını çıkarmaktan acizsen, ne diye buralara gelirsin, bir de üstüne üstelik üşenmeden bir de kitap yazarsın...


Bir zamanlar Isabella’nın Cortes’in Meksika’ya giden askerlerinin ardından gizli gizli gözyaşı döktüğü o meydanda, o gece Ayşegül, sayısını hatırlamadığı kadar plastik bardaktan mojito içti. Adebanke’nin ülkesinin tınılarını taşıyan müziklerle dans etti ve sonra bir de baktı ki gece yarısını çoktan geçmiş. Sindrella’nın arabasının gece 12’den sonra balkabağına dönüşmesi misali etrafta taksi falan kalmamış.

Ben kısa süreli bir panik anı yaşarken, Küba’lı arkadaşım hemen çaresini buluyor. ‘Beğen bir araba’ diyor, ‘nasıl yani?’ diyorum. Kısaca bana durumu anlattıktan sonra 1950’li yıllardan kalma,üstü açık kocaman beyaz bir Chevrolet beğeniyorum. Sahibiyle kısa bir konuşma, beni beş dolara otelime kadar götürecek harika bir fırsata dönüşüyor. Arabanın arkasına kuruluyorum, gecenin sıcağı, saçlarımda rüzgar olup esiyor. Eh, Küba’dayım, bayağı bir de sarhoşum. Resim tam olsun diye bir de puro yakıyorum.... Isabella’da, Adebanke’de çok uzaklarda kaldı. Şimdi sadece Ayşegül var, ‘bakalım sen daha neler yaşayacaksın Ayşegül?’ diye düşünüyorum. Karanlık gecede, gökyüzünde parlayan yıldızlara bakıyorum, gelecekten bir ipucu bulabilmek adına..Sürpriz olsun yaşayacakların diye hepsi sözleşmişcesine göz kırpıyor...

Yukarıda ki resimlerin bir kısmı sevgili arkadaşım Semiha'dan ama artık hangileri, karıştırmış durumdayım.

8 yorum:

mavimantar dedi ki...

Yine muhteşem bir yazı...
Seninle birlikte dolaşıyormuş hissine kapılıyorum.Hatta İsabella'yı, Adebanke'yi,tiyatrodaki kat kat kırmızı tuvaletiyle Caruso’yu dinlemeye gelen gizemli kadını bile gördüm...Sen arka arkaya plastik bardaktan mojitoları içip ,o harika müziklerle dans ederken,bende o hiç bir şeyden anlamayan,ruhu soğumuş İngiliz gezgini haşlamakla meşguldüm (İyimi yaptım kötümü bilemiyorum.Ama hak etmişti diye düşünüyorum) :D
Sen hep yaz , iyi mi Ayşegül...

Nihat Akkaraca dedi ki...

Gezi planlarımı iptal ettim. gezmeme gerek yok. Ayşegül güzel üslubuyla anlattığı müddetçe...
Sağolasın Ayşegül.

Berceste dedi ki...

Diline sağlık Mavi Limon! Seninle birlikte, senin gözünden oralara kadar gidip görmüş olduk. Her ne kadar denizde hayal kırıklığına uğramış olsak da! Bir terim dikkatimi çekti, daha doğrusu o söylendiğinde benim aklıma hep Emeviler geliyor. ''Moor'' Bu terim ile de İspanya'ya bence özellikle de mimari açıdan pek çok şey katan bir devletin insanları aşağılanıyor! Bilgi için:
http://en.wikipedia.org/wiki/Moors
http://tr.wikipedia.org/wiki/Emeviler
http://tr.wikipedia.org/wiki/End%C3%BCl%C3%BCs_Emevileri

Moor yerine onlara Endülüs Emeviler'i diyelim mi? Ne dersin?

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Teşekkürler sevgili mavimantar ve Nihat Abi.

Uyarın için teşekkürler Berceste, aslında haklısın, aşağılama anlamlı kimi sözcükleri ne kadar yer ederse etsin, çok da kullanmamak lazım. Ama biliyormusun, özellikle bu 'Moorish' sözcüğünde ben, batının kullanmaya çalıştığı bir aşağılamanın yanında, derin bir hayranlığıda sezerim. Bu öylesine bir hayranlık ki sonrasında nereye giderlerse gitsinler hep Endülüsten'de beraberlerinde bir şeyler götürmüşler. Peki o aşağıladıklarını aşabilmişler mi? Bence hayır..

ayşegül laçinler dedi ki...

Merhaba ne tesadüf, ben de geçen haftalarda ''Ayşegül''le sizi keşfetmiş ve Bağdat-Samarra ve Kübalı seksi kadınlar yazılarınızı okumuştum. Yorumunuz için teşekkür ederim, çok hoşuma gitti, Bundan sonra sıkı takipteyim!

Tijen dedi ki...

Ayşegül burası Brezilya'daki Salvador kentine çok benziyor. Bir yanıyla. Oraları görmek istiyorum ben de. Hatta bütün Güney ve Orta Amerika'yı.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Ayşegül,
hoşgeldin, umarım bundan sonra sık sık görüşürüz..

Tijen'cim
şimdi bir de Brezilya'yı aklıma soktun bak..

Nevzat AKMAN dedi ki...

Küçücü bir kasaba.Ama nesini anlatayım.Herhalde şu kadar yeter.Lugatımıza bir cümle nakşettik."Bundan iyisi Trinidad".
Bileydim 12 günün 6 gününü Trinidada ayırırdım.Tekrar gideceğim dedim ya.bu defa Havana da hiç kalmayacağım.Santa Clara,Trinidad ve Camaguey kalacağım şehirler.Salaş,teknoloji fakiri yoksul ama insan'dan zengin şehirleri tercih edeceğim.