28 Ekim 2011 Cuma

Ayvazovski'nin Peşinde..

Kendisi doğru dürüst bir çöpten adam çizmekten aciz olan bu satırların yazarı, nedense resme pek bir meraklıdır. Bütçesi el verdiğince özellikle genç ressamlardan resim de satın alır, zamanı el verdiğince sergileri de takip etmeye çalışır. Ama asıl önemlisi yurt dışına çıktığı zaman, ne yapar ne eder önemli ressamların eserlerinin sergilendiği müzelere mutlaka gitmeye çalışır..


Kırım’daki son günümüzde de önemli bir karar vermek zorundaydık. Ya Yalta’da kalarak güneş, deniz ve birkaç saray daha gezerek hafif ve keyifli bir gün geçirecek, ya da bir araba kiralayarak, gidiş geliş 7 saat yol yapacak, Kırım’ın sahil şeridinin önemli bir bölümünü kat edecek ve Ayvazovski’nin peşine düşecektik. Seçim, dünyanın en ünlü deniz manzarası ressamlarından biri olarak kabul edilen Ivan Konstantinovich Aivazovski (1817 – 1900) oldu.




Karadeniz’in kıyısında dolana dolana giden dar sahil yolu, bizi ara sıra küçük sahil kasabalarından geçirdikten sonra Sudak’a ulaştırdı. 1970’leri pek hatırlayamasam da, her halde o zaman bizim sahil kasabalarımız da böyleydi diye düşündüm. Ufak tefek sahile sıralanmış evler, birkaç derme çatma pansiyon, bir iki ufak lokanta, her ihtiyacınızı karşılayabileceğiniz bir bakkal ve sahilde çakıl taşların üzerine serdikleri havlulara uzanmış kızarmaya çalışan yerli turistler..



Sudak, sahildeki önemli ve turistik şehirlerden biri. Özellikle dış duvarları oldukça iyi restore edilmiş durumda olan 14.yüzyıldan kalma Ceneviz Kalesi görülmeye değer. İpek Yolundaki önemli duraklardan biri olan şehir, yüzyıllardır önemli bir liman kenti olma özelliğini korumuş.



Ermani asıllı Rus ressam Ayvazovski’nin doğduğu şehir Feodosiya ise Sudak’a göre daha canlı daha hareketli bir şehir. İlk kez 1845 yılında Sultan Abdülaziz’in davetlisi olarak İstanbul’a gelen ressam, daha sonra yedi kez daha geldiği ülkemizde pek çok portre ve manzara resmi üretmiş. Türkiye’de halen pek çok özel koleksiyonda ve müzelerde resimleri mevcut. Çok hızlı çalıştığı ve hayatı boyunca neredeyse 6000 adet resim tamamladığı söyleniyor.

Eserlerinden oluşan en önemli koleksiyon ise, hayatının son dönemlerinde döndüğü ve bir sanat okulu açtığı Feodosiya’daki müzede. Kendi yaşadığı ev ve çevresindeki pek çok bina satın alınarak, labirent gibi büyük bir müze binasına dönüştürülmüş. Resimler, resimlerdeki ışık, fırça darbelerinden çıkan dramatik ve çoğu kasvetli anlar, tam aç ruhlara ziyafet ve Kırım’ın bu köşesinde dev boyutlu bir Boğaziçi manzarası görmek ise bizler için hoş bir sürpriz.



Müzedeki favorim ise neredeyse 4 X 8 metre boyutlarında, inanılmaz dramatik bir ışık ile resmettiği fırtınalı bir denizdeki dev dalgalar…Sadece dalgalar, başka hiçbir şey yok, önünde saatlerce oturabilirdim..Ama müzenin içinde resim çekmek yasak olduğu için bu resmin resmi bende de yok, sadece hala hayalimde… Ama işte sizler için internetten bulduğum birkaç Ayvazovski resmi ama bence siz bir Dolmabahçe Sarayına gidip asıllarını görmeyi ihmal etmeyin.




Bu yazım 10. Ekim. 2011 tarihinde WTC Blog'da yayınlanmıştır.. Buradan ulaşabilirsiniz...

11 Ekim 2011 Salı

Yalta

Yalta, Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyetinin, neşeli, renkli ve de tabi ki turistik yüzü. Karadeniz’de buram buram Akdeniz çağrıştıran bir kent. Yemyeşil ormanlarla çevrili güzel bir yoldan giriyoruz şehre. Tabii yol üzerinde sık sık bulunan şarap tadım evlerinden birinde Kırım’ın harika şaraplarını tatmayı ihmal etmeden.



Başkent Simferopol ile Yalta’nın arası araba ile yaklaşık 1 saat kadar, ama iki şehir arasında çalışan dünyanın en uzun troleybüs hattını kullanmaya niyetlenirseniz, 3 saat kadar bir süreyi gözden çıkarmanız lazım. Zamanı kıymetli olan bizler, kısa yolu seçiyoruz, yanımızda da yine, bir önceki yazımda bahsettiğim, Kırım’ı ilk kez bizimle gezdiklerini çok geç anladığımız tercümanımız ve şoförümüz. Sivastopol macerasından akıllandığımız için bu sefer, teyit alıyoruz. Şoförümüz hiç gitmemiş ama tercümanımız tatillerini Yalta’da geçirirmiş.

Hedefimiz, sabah 9’da ayrıldığımız Simferopol’den, Yalta’ya ulaştıktan sonra iki adet saray ziyaret etmek ve öğle saatlerinde otele giriş yapmak. İlk durak meşhur Livadiya Sarayı. Tamam geldik diyor bizim ikili, ancak saraya doğru trafik sıkışınca, zaman kazanmak için biz arabadan inip giriş kapısına doğru yürüyoruz. Gerçekten anlı şanlı bir kapı, arkasında da bakımlı bir bahçe uzanıyor. Ancak ne yapsak, ne söylesek bizi bir türlü içeri almıyor kapıdaki görevliler, çaresizce bilet satan bir kulübe arıyorum etrafta ama nafile. Neyse biraz sonra tercümanımız yanımıza geliyor da, durum aydınlanıyor. Meğerse biz, Livadiya Sarayı diye bir sanatoryuma girmeye çalışıyormuşuz. Artık meşhur ikilimize kızamıyoruz bile.



Trafikle yarım saatten biraz daha fazla boğuştuktan sonra, şehrin neredeyse diğer tarafında yer aldığını öğrendiğimiz saraya ulaşıyoruz. 1911 yılında tamamlanan Livadiya Sarayını ,son Rus Çarı 2. Nikolay, ailesi ile yaz tatillerini geçirmek için kullanmış. Yemyeşil bahçeler içinde muhteşem bir deniz manzarasına sahip Rönesans tarzından etkilenmiş bir yapı. 1917 yılındaki Rus devriminden önce, ailenin burada geçirdikleri mutlu birkaç yazdan kalan fotoğraflar binanın ikinci katında sergileniyor. 1918 yılında ailenin kurşuna dizilmesinden sonra yıllar yılı kurtulup kurtulamadıkları adeta masalsı bir biçimde tartışılan Grand Düşeş Anastasya ve diğer kızkardeşlerin ya da Rusya’nın sonraki Çarı olarak yetiştirilen Çareviç Alexei’in bir zamanlarlar kaygısızca dolaştıkları, eğlendikleri bu yerler bana garip biçimde hüzünlü de geliyor.




Ailenin fotoğraf çekmeye olan merakı, o günleri bugüne taşıyan bir yol gibi.. O fotoğraflara bakarken, üst katlardaki harika deniz manzaralı odalardan birinde resim yaparak oyalanan Grandüşeşler Olga, Tatyana, Anastasya ve Maria'nın neşeli dedikodularına kulak verebilir ya da şu anda hediyelik eşya dükkanına çevrilmiş Rusya’nın gelecekteki çarı olarak yetiştirilen Çareviç Alexei’in çalışma odasında öğretmenlerinin anlattığı dersleri dinlerken sıkıntılı oflamaları puflamalarını duyabilirsiniz.



Sarayda dolaşanlar sadece Çar ailesinin hayaletleri değil, giriş katında yer alan büyük yemek salonunda Stalin, Roosevelt ve Churchill, odanın ucunda yer alan ufak bir oval masanın başında dünyayı yeniden şekillendiriyorlar, paylaşıyorlar. Yıl 1945; 2.Dünya Savaşı sonrası yapılan Yalta Konferansına’da ev sahipliği yapıyor Livadiya.



Yalta’daki bir başka önemli yapı da Vorontsov Sarayı. Oraya’da müthiş ikilimiz sayesinde ön kapı yerine arka kapıdan girip, bir 3 km kadar yol yürüdükten sonra ulaşabiliyoruz. Prens Vorontsov tarafından yaptırılan sarayın inşaatı 1830-1848 yılları arasında sürmüş. Rus Devriminden sonra Livadiya sarayındaki eşyaların çoğu kaybolmasına karşın burası, aynı olaylardan daha az zarar görerek çıkan bir yapı. Bir Rus asilzadesinin nasıl yaşadığını görmek istiyorsanız, gidilmesi gereken bir yer.

19.yüzyıldan itibaren Rus aristokrasi ve yüksek tabakaları arasında çok moda olan Yalta tatilleri dolayısıyla, Yalta ve civarında çok sayıda ziyaret edilebilecek tarihi bina mevcut. Stalin bile Yalta’nın cazibesine kapılıp, hemen yakınında bulunan şarapları ile ünlü Masandra kasabasındaki bir sarayı kendi yazlık dacha’sı olarak kullanmayı ihmal etmemiş. Anlayacağınız tarihin akışı sırasında liderler arasında pek bir fark olmamış. İdeoloji kitlelere, imtiyazlar ceplere…Çok tanıdık gelmiyor mu??





Yalta’da çok daha uzun ve sakin bir gün geçirmeyi planlamamıza karşın, malum kişiler nedeniyle otele girişimiz ancak akşam saatlerinde oluyor. Hızlıca üst baş değiştirip, tazelendikten sonra günün en güzel saatleri için Yalta’nın ünlü sahiline iniyoruz. Bütün gün Yalta’nın tarihinde dolaştıktan sonra, rıhtımın girişinde yer alan McDonald’s ın kalabalığını aşıp, hemen karşısında yer alan Lenin heykelinin altında bangır bangır müzik ile kaygısızca dans eden gençler bizi anında günümüze getiriveriyor. Sahil kenarına dizilmiş dükkanlardaki lüks malların fiyatları dudak ısırtan cinsten olsa da zaman şimdiki zaman ve arayana burada her şey mevcut.


Biz ise en keyifli anlarımızı, sahilin sonlarında yer alan upuzun ressamlar sokağında alıyoruz. Çok başarılı ressamlar, çok başarısız ressamlar hepsi yan yana. Neden bizde de böyle ressamların eserlerini sattıkları sokaklar olmadığını hep düşünmüşümdür.Ne zaman yurt dışına çıksam en keyifli saatlerimi oralarda geçiririm. Ressam Dimitri ısrarla karakalem portrelerimizi çizmek istiyor, yaptığı portreler oldukça iyi. Madem çok istiyorsun al bakalım bizim yaramazın bir portresini yap diyoruz, ve anlaştığımız gibi ertesi akşamda Yalta’dan bize kalan en hoş hatırayı yanımıza alarak evimize dönüyoruz.