29 Mayıs 2007 Salı

Roland Garros

Tenis sporu ile yakın temasım sadece çocukken oldu, o da üç beş kere raketi elime alıp bol bol topa vuramamaktan ibarettir o kadar. Ancak son on yıldır, iyi bir tenis izleyicisi olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Ayrıca iyi de bir kayakla atlama izleyicisiyimdir ama o da başka bir yazı konusu olsun. Zaten her hangi bir sporu inat edip izlemeye başlarsanız, bir süre sonra ana karakterleri tanıyorsunuz, saha içi ve dışı rekabet konularını ve her spor dalının olmazsa olmaz dramalarına tanık olmaya başlıyorsunuz. Kısacası bende, dizi tiryakiliği gibi gelişen bir şey bu. Dizileri yazanların heyecanı belli bir noktada tutamamaları sonucu ratinglerinin düşmesi gibi, Schumi – Hakkinen rekabeti bitince Formula 1’i, Lance Armstrong emekli olunca da Fransa Bisiklet Turunu izlemeyi bıraktım ama tenis hala devam ediyor.

Ve nihayet bu hafta Fransa Açık Roland Garros başladı. 2000 yılında gidip de pek bir şey görememe şansına eriştiğim bu turnuva 1891 yılında, ulusal bir turnuva olarak başladıktan sonra 1925 yılında uluslararası özelliğe kavuşmuş. Fransızların aylar önceden, biletlerini alıp, eğer hafta içi günlere bilet bulmuşlarsa, izinlerini ayarladıkları bu turnuvaya katılım çalışmalarına iş yerinden sevgili arkadaşım Ela ile bizde sanırım 2000 yılı başlarında başlamıştık. Öncelikle Paris’e yapılması gerekli olan bir iş gezisini dikkatlice Roland Garros zamanına ayarlamış, sonra da dört koldan bilet aramaya başlamıştık. İstanbul da görev yapmış eski Genel Müdürler den Stanisslas de Hauss ise bize o çok beklediğimiz biletleri sonunda bulmuştu.

Turnuva nın tam ortasına düşen Cumartesi günü kapıların açılması ile beraber içeri girmiş, iki ana korttan biri olan Suzanne Lenglen’de heyecanla yerlerimizi bulmuştuk ama doğrusunu söylemek gerekirse pek bir şey görememiştik. Bir kere o kadar yukarıda oturuyorduk ki, kortda ki Tommy Haas ve Marat Safin adeta biraz irice sincap büyüklüğünde görünüyorlar, top ise ancak pür dikkat bakınca görülebiliyordu. Derken bir de hafiften yağmur başlayıp önümüzde oturanlar da şemsiyelerini açınca görüş alanımızın yarısı da onlara feda olmuştu. Bu kadar çalışma ve beklentinin üzerimizde yarattığı baskı sonucu, uzunca sayılabilecek bir süre inatla yerlerimizde oturmaya devam etsek de sonunda pes etmiş kort dışındaki kalabalığa katılarak, t-shirt, yağmurluk gibi hediyelik eşya alışverişini başarı ile tamamlamıştık.


Bu arada son anda Paris’e bizimle gelen Seda, kapıdaki Cezayirli karaborsacılardan rahat rahat biletini almış, yan kortlardan birinde oynamakta olan o zamanların en çok peşinden koşulan tenisçisi Anna Kournikova’yı dünya gözü ile gerçek boyutlarında seyretme şansını yakalamıştı. Ama her şeye karşın Roland Garros’un kalabalığına karışmış, havasını solumuş ve çok ta keyifli bir gün geçirmiştik.

Buraya kendi çektiğim fotoğrafları koymaya özen gösteriyorum ama Roland Garros ta pek bir fotoğrafta çekmemişiz, dolayısıyla yukarıdaki fotoğraflar Flickr’dan Claudecf ve Xavier ‘e ait.

25 Mayıs 2007 Cuma

Emirgan'da Kahvaltı

İstanbul’da kimi yerlerin keyfini çalışmayı bıraktıktan sonra keşfetmeye başladım. Bunlardan biride Boğaz. Çalışırken ancak haftasonları, arabaların adeta milim milim ilerlediği bir trafik ve yoğun bir insan kalabalığı arasında biraz havasını solumaya çalışırdım, açıkcası çok da keyif almazdım.

Ancak şimdi hayatımın başka bir dönemindeyim ve hafta içi de tüm İstanbul benim. Dün sabah da Mustafa ile beraber, evde kendimize kocaman sandviçler hazırladık ve Emirgan’a kahvaltı etmeye gittik. Boğaz’da pek çok sayıda çay, kahve içebileceğiniz yer var ama Emirgan Çınarlı Cafe (niye Kahve diye yazmazlar ki!) bizim en sevdiklerimizden biri. Ama sakın sahile en yakın olan Çınaraltı Cafe ile karıştırmayın, Boğaz’a yakın olsa da, trafik gürültüsünü ve egzos kokusunu fazlaca alan bir yerdir orası. Çınarlı Cafe onun arkasında sokak içinde üçüncü sırada, çınar ağaçlarının gölgesi altında ki kahvedir.






Şu an da tadilat görmekte olduğu için cephesinin kimi kısımları eski püskü kocaman naylonlar ile örtülü, çirkin bir görüntü verse de, 1779-1780 yılları arasında Sultan 1. Abdülhamit’in yaptırdığı Hamid-i Evvel Cami’de Çınarlı Cafe’nin karşı komşusudur. Bir zamanlar kayıkla mermer merdivenlerine yanaşıldığını hayal etmekte biraz zorlanabileceğiniz camiyi Abdülhamit, erken yaşta ölen şehzadesi Mehmed ve annesi Hümaşah Hatun için yaptırmış.



Bana nedense mahallelinin kahvesi orası gibi gelir, diğer yerler sanki daha uzaklardan gelenleri ağırlar. Dün sabah ta biz çay ve sandviçlerimiz eşliğinde uzun bir gazete okuma maratonuna başladığımızda, yan masalarda ki komşularımızda yavaş yavaş kahvaltılıklarını masaya dizmeye başlamışlar, papyonu ve başında son derece şık hasır şapkası ile mahallenin muhtarı da belki günün ilk tavla oyununa başlamıştı.


Gazeteleri satır satır okunduk, çayları içtik, üzerine de kahveler geldi, bulmacalar çözüldü, yan masalar ile sohbet edildi ve bir de baktık ki artık öğle vakti olmuş, eve dönme zamanı gelmişti.

18 Mayıs 2007 Cuma

Urfa'nın çarşıları

Urfa son çıktığımız Güneydoğu Anadolu gezisinden yazmak istediğim yerlerden biri, özellikle çarşılarından mutlaka bahsetmeliyim. Öylesine renkli, öylesine canlı ki bu çarşılar hiç farketmeden saatler geçirebiliyorsunuz.

Urfa güzel bir şehir, bence bu güzelliğinin önemli bir kısmını balıklı göle ve çevresindeki parklık alanlara borçlu. Günün koşuşturması içinde insanların, durup soluklanabildiği, sakinleşebildiği bu yeşil alanların Türkiye deki tüm belediyelerin gündeminin tamamen dışında olması, bizim ülkemizin bir talihsizliği diye düşünüyorum. Şehir merkezlerindeki her boş alana ıkış tıkış zevksiz bir bina yerleştirilmesi anayasa ile zorunlu kılınmış sanki...



Tarih boyunca dinsel ögelerin güçlü olduğu bir kent olmuş Urfa. Harran’ın güçlü Ay Tanrısından sonra Hz. İbrahim, ve Hz Eyüp ün burada yaşadığına, buraya gelemeyen Hz. İsa nın ise mendilini gönderdiğine inanılmış. Adem ile Havvanın cenneten kovulduktan sonra geldiklerine inanılan yer de yine burası. Peygamberler kenti diye anılan şehir güçlü bir dinsel kültüre ve yaşama sahip. Sokaklarda örtünmemiş kadın görememeniz bu konuda size hemen bir ipucu veriyor zaten. Bu dinsel kültür ne yazık ki, manevi yaşamın yanında maddi yaşamı da etkilemiş. Büyük toprakların, insanların sahibi olan ağalar bu ünvanlarının yanına bir de şeyhliği eklemeyi son derece faydalı bulmuşlar. Ağa nın sözünden zaten çıkılamazken, mazallah şeyhin sözünden çıkmak dinden çıkmak sayılmış.

Urfa nın çarşılarında dikkatinizi en önce renk renk kumaşların satıldığı dükkanların çekeceğine eminim. Bu parlak kadifelere, pul, sim işlenmiş kumaşlara hayran kalmamak elde değil. Bu kumaşlardan yapılmış bir tür uzun üst ceketi günün her saatinde kadınların üzerinde görmek mümkün. Bende üzerinde parlak çiçeklerin olduğu bu kadife üstlere öyle çok özendim ki bir tane almak istedim, ama hazır satılmıyor, bedeninize göre dikiliyormuş. Hemen küçük bir terzi dükkanına girdim ama en erken ertesi güne verebileceğini söyledi. Ertesi gün ne yazık ki biz şehirden ayrılıyorduk, dolayısıyla bu güzel ceketlerden birine sahip olamadım. Bir daha yolum Urfa ya düşerse, ilk gidilecek yer terzi dükkanı olacak.


Kumaşçıları geçerseniz, eşarpçılara yakalanmamanız mümkün değil. Çeşit çeşit dokumalardan ipekliler, pamuklular, mutlaka alınacak bir şeyler bulunuyor, üstelik fiyatlarda Şam dan ve Halep ten daha ucuz. Alışverişten ve dolaşmaktan yorulunca Gümrük Hanın bahçesindeki kahve, dinlanmek için en keyifli yerlerden biri. Mırranızı yada çayınızı içerken etrafta domino oynayanları görmek olası. Küba da ve Yemen de oynandığını gördüğüm bu oyunun burada da karşıma çıkması şaşırtıcı, kökenleri nerelere dayanmakta acaba?

Türlü türlü İsot biberinin satıldığı baharatçıları, tütün dükkanlarını, kilimcileri, sarı parlaklıkları ile kuyumcuları, dericileri, kürkçüleri, artık fabrikasyona geçmiş üretimiyle keçecileri dolaşırken mutlaka bakırcılara da rastlayacaksınız. Tepsilere, tabaklara, kaselere işledikleri Balıklı Göl’ün tombul balıkları, bana hep Urfa yı hatırlatan bir simge olarak kalacak.

Sakın sadece çarşılarla sınırlı kalmayın Urfa da, şehrin daracık arka sokaklarındaki taş evler arasında bir yürüyüş yapmadan, bu evlere acaba büyük eşyalar nasıl getiriliyor, nasıl taşınıyor diye düşünmeden dönmek, birşeyleri eksik bırakmak sayılır ona göre.

13 Mayıs 2007 Pazar

Antakya

Gaziantep’ten kalkan otobüsümüz Antakya ya yaklaşırken, ilk bizi portakal çiçeklerinin kokuları karşıladı. Hızla giden bir otobüsün içine böylesine dolan bu kokuya hem şaşırdım, hemde derin derin içime çekerek keyfini çıkardım. Şehire girerken başlayan portakal kokuları, sonra bir daha peşimizi bırakmadı, ara ara hep geldi buldu bizi. Antakya da zihnimde portakal çiceği kokulu şehir olarak kaldı.

Gezdiğimiz mevsim dolayısıyla, tüm Güneydoğu Anadolu yeşil renge bürünmüştü ama Hatay sınırları içine girdiğimiz andan itibaren yeşilin tonu ve yoğunluğu, denizin mavisi ile karışması, havadaki kokular çok farklı bir bölgeye geldiğimizi anlatıyordu. Şu anda Suriye tarafından eskisi kadar çok gündeme getirilmese de, Hatay konusunun Suriye nin neden bu kadar canını acıttığını, daha iki hafta önce sınırın diğer tarafında dolaşan biri olarak çok net bir şekilde görebildim. Suriye de Hatay gibi bereketli, yeşil bir bölge yok, deniz kenarındaki en büyük şehir olan Lazkiye nin önünü liman kapatmış, denize girebilecek yer çok az. Hafız Esad, yada şimdiki Suriye Başkanı oğul Başer Esad hiç Hatay a geldilermi bilmiyorum ama biraz empati yaparak ne hissettiklerini anlayabilmek çok kolay.

Güney Amerika da gezerken İspanyolca bilmediğime çok hayıflanmıştım. Tek bir dil bilerek ne kadar çok sayıda ülke insanı ile ana dilinde iletişim kurma şansı olacaktı. Bir kaç yıldır Arap ülkelerine seyahatler yapıyorum, ve şimdi de aynı şeyi Arapça için hissediyorum. Düşünsenize ne kadar büyük bir coğrafya da tek bir dili bilerek, rahatça dolaşabiliyorsunuz. Ne keyif olurdu.. Arapça Antakyada da birinci dil demek yalan olmaz herhalde, kendi başınıza sokaklarda, çarşılarda dolaşırken bunu çok fazla anlamak olası değil, çünkü siz Türkçe konuşuyorsunuz, Türkçe yanıt alıyorsunuz.


Antakya ya gittiğimizin ertesi günü, bizi bütün bir gün Antakya dışında dolaştırması için taksi şöförü Fehim Bey ile anlaştık. İstisnasız her gittiğimiz yerde, yemek yediğimiz lokantada, adres sorduğumuz sokaklarda, çay içtiğimiz kahvelerde hep Arapça konuştu ve özür dileyerek Arapça bilmediğini söyleyen biri dışında, hepde karşılığını aldı. Fehim Bey bizi o gün Roma döneminden kalma Titus tünellerine, bölgedeki yine Selevcia Pierria antik kenti döneminden kalma mağaralara, Samandağ daki Aziz Simon Manastırına ve Hristiyanlığın en eski kiliselerinden biri kabul edilen kayaya oyulmuş St. Pierre kilisesine götürdü ama ikide köy var ki gittiğimiz yerler arasında, özellikle bahsedimeyi hak ediyorlar. Vakıflı köyüne gitmeyi biz istemiştik,Hıdırbey e ise, buraya gelmişken onu da görün diye Fehim Bey götürdü bizi.

Vakıflı, Ermenistan hariç dünyada kendi muhtarlığı ve kooperatifi olan tek Ermeni köyü. Bu bölge 2. Mahmut döneminde işletilmesi için Hristiyan bir Arap a verilmiş. 1. Dünya savaşı sırasında Osmanlı İmparatorluğunun aldığı techir kararına direnen Ermeni köylüler, Musa dağında yaptıkları 40 günlük bir direnişten sonra, Fransız gemileri ile Suriye ve Lübnan a gitmişler. Fransız himayesindeki 20 yıllık sürede yeniden köylerine dönenler, Hatay’ın 1939 da Türkiye Cumhuriyetine katılması ile, Vakıflı hariç, diğer 6 köy halkı arazilerini devlete satarak, zamanın Fransız sömürgesi Suriye ye göç etmişler.

Vakıflı da Mustafanın arkadaşı ressam Artin Demirci nin anne ve babasını ziyaret etme şansımız oldu. Bu civarda yaşayan yaklaşık 100 kadar Ermeni aile olduğunu ve Vakıflı da ise bunların 20 sinin yaşadığını onlardan öğrendik. Püfür püfür esen rüzgar eşliğinde balkonda içtiğimiz Artin in annesinin yaptığı kahvenin keyfi ve ikram ettiği portakalın tadı hala damağımda. Portakalın neden bu kadar güzel olduğunu ise Vakıflı nın organik tarıma geçen ilk köy olduğunu öğrenince anladım.

Portakal ağaçları altındaki yemyeşil Vakıflı dan sonra, gittiğimiz ikinci köy Hıdırbey oldu. Köy meydanındaki yüzlerce yıllık çınar agacının Hz Musa nın, Hz Hızır ile burada gezerken toprağa sapladığı asasından yeşerdiğine inanıyor yöre halkı. Anadolunun güneyinden başlayıp, Suriye sahil şeridine kadar olan bölgede, Nusayrilik olarak adlandırılan Arap Aleviliği diyebileceğimiz inanç çok yaygın. Pek çok yerde kutlanan Hıdrellez, yada dar zamanlarda yardıma koşması beklenilen Hızır, Nusayri inancı ile bağlantılı. Farklı inanışları olan bu mezhep ile ilgili bir yazıyı, onlar hakkında aldığım bir kitabı okuyup bitirdikten sonra yazmak istiyorum. Hıdırbey köyü de Nusayrilerin yaşadığı bir yer.

Hıdırbey köyünde, Çınar ağacının gölgesinin kapladığı meydandaki masalarda, tabiki hemen yanıbaşımızdaki portakal ağaçlarından gelen kokuları derin derin içimize çekerek, zahter çayı içerek ve Hıdırbeylilerin ikram ettiği portakalları yiyerek ve hiç geri dönmek istemeyerek uzun uzun oturduk.

11 Mayıs 2007 Cuma

Mardin - Şahmaran

Nisan ayında yaptığımız gezi sırasında en kısa kaldığımız, en az dolaşabildiğimiz buna karşın en çok sevdiğimiz yerlerden biri Mardin oldu. Mardin’e vardığımızda hava kapalıydı. Şehrin önünde yeşil bir deniz gibi uzandığı söylenen Mezopotamya ovası bile bulutların altındaydı. Şehrin beş kilometre dışındaki Deyrülzefaran Manastırına gidip döndükten sonra ise yağmur iyiden iyiye yağmaya başlamıştı ve biz bir kaç saat sonra şehirden ayrılana kadar da tepemizden hiç ayrılmadı.

Şehrin ortasından geçen caddeyi boydan boya bir kez gittikten sonra, sokak aralarına daldık. Mardin’in harika taş evleri, daracık sokakları, aşınmış merdivenleri yağmur altında yıkanıyordu. 23 Nisan günü olmasına rağmen, yağmur büyükleri de, çocukları da evlere kaçırmıştı. Bomboş sokaklarda, yağmur dan sırılsıklam olmamıza rağmen, heryerin bize kalmış olmasının keyfi ile uzun uzun yürüdük.

Bir süre sonra artık yeter bu kadar yağmur dediğimizde kaçıp geldiğimiz yer ise Mardin’in eski çarşıları oldu. Peynirlerin, zeytinlerin tadına baka baka giderken birden karşımıza Şahmaran çıktı. Bakırcıların tepsilere işlediği bu yarı insan, yarı yılan kadının, cam altına boyanmış en güzel resimlerine ilk kez burada rastladım. Neden bu kadar aşina olduğumu bilemediğim bu kadının, efsanesini de yarım yamalak bildiğimi farkettim. Şahmaran ustası Tacettin Toparı o gün şehirde olmadığı için dükkanı onun yerine açan oğlu Burak bize hem gezi sırasındaki ilk mırra mızı tattırdı, hemde Şahmaran ın hikayesini anlattı. Yağmurlu bir günde mırra eşliğinde bir efsane, var mı bundan iyisi...

Yoksul bir ailenin oğlu olan Camsab bir gün ormanda bir kuyu dolusu bal bulmuş. Balı çıkarmak üzere kuyuya inen Camsab'ı, bütün balı yukarı çeken arkadaşları aç gözlülükleri yüzünden kuyuda bırakmış. Yalnız başına feryat eden Camsab tam da ümidini kesmişken topraktan iğne deliği büyüklüğünde ışık sızdığını farketmiş. Işığın geldiği deliği büyüten Camsab, ömründe görmediği kadar güzel bir bahçeye girmiş. Bu bahçede dünyada eşi benzeri olmayan çiçekler, ortasında bir havuz ve çevresinde oturaklar ile bir yığın yılan bulunuyormuş. Havuzun başındaki taht üzerinde insan başlı, süt beyaz vücutlu bir yılan Camsab'a kendi diliyle hitap etmiş; 'Hoşgeldin insanoğlu, çevrendekilerden korkma sen bizim misafirimizsin'


Şahmaran Camsab'a türlü türlü yiyecekler ikram edip kendi ülkesine nasıl ve neden geldiğini sormuş. Camsab hikayesini uzun uzun anlatmış... Camsab'ı dinleyen Şahmaran başını sallayıp 'İnsanoğlu nankördür, hilekardır. Küçücük menfaatleri karşısında muazzam zararlarına razı olur' demiş. Şahmaran'ın güvenini kazanan Camsab uzun yıllar bu bahçede yaşamış. Yıllar sonra bir gün Şahmaran'a yaklaşan Camsab, ailesini çok özlediğini söyleyip 'Nolur beni aileme kavuştur' diye yalvarmış. Bunun üzerine Şahmaran kendisini salıvereceğini, ancak yerini kimseye söylemeyeceğine ve asla hamama girmeyeceğine dair söz vermesini istemiş. Çünkü Şahmaran'la karşılaşan her kim olursa hamama gittiğinde vücudu pullarla kaplanırmış.



Şahmaran'a söz verip ailesine kavuşan Camsab uzun yıllar verdiği sözde durarak Şahmaran'ın yerini kimseye söylememiş ve hiç hamama gitmemiş. Derken bir gün Camsab'ın yaşadığı ülkenin hükümdarı Keyhüsrev hastalanmış. Vezir, hastalığın çaresinin Şahmaran'ın etini yemek olduğunu söylemiş ve herkesin hamama getirilmesini istemiş. Önceleri direnen sonra zorla hamama gotürülen Camsab'ın vücudu hamama girince pullarla kaplanmış. Sonunda da yapılan işkenceye dayanamayarak canını kurtarmak için kuyuyu göstermiş. Hemen kuyunun başına gidilmiş ve Şahmaran dışarı çıkarılmış. Camsab'ı gören Şahmaran 'İşte Camsab nihayet kanıma girdin. Ben insanoğluna itimat edilmeyeceğini biliyordum. Fakat ne çare ki yine aldandım' demiş. Ölüme giderken de Camsab'a 'Beni toprak çanakta kaynatıp ilk suyumu sana içirecekler sakın içme zehirlidir. İkinci suyumu iç gövdemi de hükümdara yedir' demiş Şahmaran'ın söylediklerini harfiyen yerine getiren Camsab ilk suyu vezire içirip ikincisini kendisi içmiş. Etini de hükümdara yedirmiş. Vezir ölmüş hükümdar da kısa sürede iyileşip Camsab'ı veziri yapmış.


Efsaneye göre Şahmaran'ın öldürüldüğünü yılanlar bilmemekte. Şahmaran'ın öldürüldüğünü öğrenen yılanların şehri basacağı rivayet edilir

Türk Edebiyatında Şahmaran hikayesine ilk kez 15. Yüzyılda 2. Murad devri şairlerinden Abdi Musa nın 1429’da tamamlanan Camasbname adlı mesnevisinde rastlanır. Arap kökenli olduğu düşünülen bu hikaye zamanla sözlü geleneğe geçerek bir halk masalına dönüşmüştür. Anadolu’da uğur getirmesi için kadınlar tarafından odaların duvarlarına asılan Şahmaran, doğurganlık, bereket ve bilgeliği sembolize etmiştir.

Şu anda Tacettin Usta nın resmi İstanbul’ daki evde, bir gün babası kadar iyi bir usta olacağı kesin olan Burak’ ın Şahmaranı ise yakında Datça daki evde, duvarları renklendirecek. Bereket getirdiğine inanırsınız inanmazsınız bilmem ama, resmi astıktan sonra, uzun zamandır beklediğim bir paranın yola çıktığının haberi geldi.

9 Mayıs 2007 Çarşamba

Diyarbakır - Keldaniler

Diyarbakır da iki kilise gördüm. Biri 1883 yılında terkedilmiş, diğeri ise küçücük cemaatine ve bir papazının yokluğuna rağmen hala yaşam şavaşı vermeye devam ediyor.


Surp Giragos Ermeni kilisesini, bize rehberlik eden çocuğun aman orada durmayın, aman burada durmayın, başınıza birşeyler düşebilir uyarıları arasında gezdik. Eskiden pek çok Diyarbakır evinde olduğu gibi toprak olan damı, kilise terkedildikten bir süre sonra çökmüş. Yüzyıl süresince de hırsızlar sanırım ne var ne yok her şeyi götürmüşler, aynı zamanda kilisenin bahçesinde yaşayan ailenin oğlu olan rehberimizin dediğine göre, daha bir kaç hafta önce yüksekçe bir duvarın üzerinde Ermenice yazıların oyulu olduğu bir taş parçası en son ortadan yok olanlardan. Ancak tüm yıkık döküklüğüne karşın, mavi gökyüzünden oluşan çatıya uzanan sütunları, kemerleri ve taş oymacılığının çok güzel örneklerini görebileceğiniz beş apsisi ile hala harika bir yapı.

Özdemir mahallesi, Yenikapı Caddesinde bulunan, Mor Petyun Keldani Kilisesi ise Diyarbakır ın halen aktif olan iki kilisesinden biri. 17. yüzyıla tarihlendirilen kilise, duvarlarında taşıdığı tüm eskiliğin izlerine karşın, naif resimleri, yapma çiçeklerle süslenmiş apsisleri, duvara asılmış ayin giysileri ile, adeta insanı sıcak bir ev ortamına davet eder gibi. Diğer kiliselerin düzeninden, simetrik soğukluğundan eser yok burada.

Keldaniler, Süryanilerle beraber MS 37 yılında Hristiyanlığı kabul eden ilk uluslardan biri. Hristiyanların kendi aralarında hesaplaştıkları 431 yılında ki 1. Efes Konsilin de Konstantinapolis Patriği Nestorius, Diofizit inancın ilk temel taşlarını oturtur, buna göre İsa ya kelam 30 yaşındayken inmiştir. O zamana kadar saf ve günahsız bir insan olan İsa Tanrılık vasfını kelamdan sonra edinerek, hem insan hemde Tanrı karakterinin her ikisinide taşır. Meryem ise Tanrı olan İsa nın değil, mesih İsa nın annesidir.

İsa nın Meryem den doğan tam bir insan ve tam bir Tanrı olduğu, ve bu özelliklerin birbirinden ayrılamayacağını kabul eden Roma ve Yunan Kiliseleri yani monofizitler, 1. Efes Konsilinin galibi olurlar, Nestorius görevden alınır. 449 yılındaki 2. Efes Konsilinde halen görüşlerinde ısrar edince bu kez afaroz edilir ve Nasturi adı verilen kendi kilisesini kurar.

1304 yılında Nasturilerin bazıları, Katolikliği benimser ve Papanın otoritesini kabul eder, bu kiliseye Keldani adı verilir. Patrikhanesi şu anda Bağdat ta bulunan Keldaniler İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Hindistan da yaşıyorlar. Diyarbakır daki küçük kilisenin cemaati ise sadece on aile. Kendi papazları olmadığı için ayda bir, Süryani Kilisesin den gelen bir papaz ile ayin yapabiliyorlar. Türkiyede yaklaşık 450 aileden oluşan bu küçük cemaat İstanbul da ise Tarlabaşın da eski bir Rum kilisesini, Keldani kilisesi olarak kullanıyormuş.

Bir ülkenin farklı dilleri, dinleri, inançları kapsayabilmesini çok büyük bir kültürel zenginlik olarak sayanlardanım. Ezici çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde, küçücük cemaatlere yapılan saldırıları, cinayetleri, hiç bir şekil ve şartta anlayamayanlardanım. Demokrasisi şaibeli Suriye de bile, Hristiyanlar Paskalyalarını sokaklarda törenlerle rahatça kutlarken, topraklarında yaşayan farklı gruplara hoşgörüsü ile övündüğümüz Osmanlı İmparatorluğunun mirasçıları olarak, son dönemde bu hoşgörüyü nerede, nasıl yitirdiğimizi ise en çok merak edenlerden biriyim.

Umarım 100- 200 yıl sonrada Diyarbakır a giden biri, Mor Petyun Keldani Kilisesini yerinde bulur ve bezlere çizip duvarlara astıkları resimlerdeki sevincin keyfini çıkarabilir.

7 Mayıs 2007 Pazartesi

Semiha da yemek

Bu sıralar nedense hep yemek yazar oldum ama bu sefer yazacağım bir akşam yemeği daveti. Bundan sonra yine Güneydoğu Anadolu dan aklımda kalanlara devam.

Dün akşam Semiha evinde çok keyifli bir yemek verdi. Yemeğin teması Suriye, davetlilerin çoğunluğu ise Suriye gezginleri olunca, tabiki bol bol meze yedik. Ben ana yemeğe ve tatlılara kadar dayanamadım, mezelerden sonra gelen bamya çorbasından sonra pes ettim ama yediklerim arasında, sıcak sıcak toprak kap içinde sofraya getirilen, üzerinde yağda kırmızı biberle birlikte ateşte çevrilmiş fıstıkla servis yapılan humus, bence gecenin ikinci yıldızıydı.


Semiha geçen yıl uzun süren bir tadilat ile evini adeta yeniden inşa etti. Daha önce evin yerleşimi dolayısıyla sırtımızı neredeyse harika bir boğaz manzarasına dönerek oturmak zorunda kalırdık, şimdi ise arkadaşımın renk renk çiçeklerle bezediği balkondan, bence, dünyanın en güzel manzaralarından birini veren İstanbul un boğazına bakarak, şaraplarımızı yudumlamak, sohbet etmek, bir önceki gün seyahatten dönen Nilgün den, taze taze Peru haberleri dinlemek kesinlikle çok keyifliydi. Bu arada sevgili gezgin arkadaşlarım Aynur, Eda, Güneş, Gürel ve bir süredir göremediğim Berna ve Kemal ve yeni tanıştığım Fatoş, sizlerle beraber olmak çok hoştu, bu buluşmaları mutlaka yine tekrarlayalım.

Gecenin yıldızına ise ayrı bir paragraf ayırmak kesinlikle şart. Sudan dan gelen ve Türkçe bilmeyen aşçı rolünü uzun süre oynayan sevgili arkadaşımız Mahmut kendisini daha önceden tanımayanları Sudanlı olduğuna inandıracak kadar başarılıydı. Semiha nın evinin iç mimarı, dün akşam yediğimiz yemeklerin yaratıcısı ve şu ana kadar verdiğimiz partilerin en renkli katılımcısı, ellerine sağlık. Mahmut un benim verdiğim Yemen davetine elinde sepeti ve Arap kıyafeti ile Etiler e gelmesi ya da Nilgünde ki Küba yemeğinde, insanların daha kalın kıyafetlerle dolaştığı bir mevsimde Hawai şortu ve gömleğiyle, Migros a soda almaya gitmesi ise ayrı bir yazı konusu olacak kadar renkli konular. İyi ki varsın Mahmut!

5 Mayıs 2007 Cumartesi

Yemek Zamanı

Seyahatler nedeniyle bir ay ara verdiğim spora dün yeniden başladım. Yeniden başladım işin doğrusu ama sanki yeni başlamış gibiyim. Bugün bütün kaslarım hafiften sızlıyor. Dün cross aletinde kan ter içinde son on beş dakikayı bitirmeye çalışırken hem Suriye de hem de Güneydoğu Anadolu da yediğim mezelerin, kebapların ve tatlıların acısının çıktığını biliyordum.

Suriyede ana yemek meze demek yanlış olmaz sanırım. Baştan öyle çeşitli mezeler geliyor ki, sonrasında gelen yemeklerin çokta bir anlamı kalmıyor. Ana yemek olarak safranlı pilav yada tütsülenmiş bir çeşit bulgur olan frik pilavı üzerine et ve tavuk eti ve Lebeniye adı verilen içinde ufak içli köftelerin bulunduğu yoğurt çorbası aklımda ilk kalanlar. Biri hariç yediğim kebaplar oldukça sıradandı. Eğer bir gün yolunuz Şam Halep arasındaki otoyola düşerse, önünde üç kat yüksekliğinde bir Eyfel Kulesi maketinden tanıyabileceğiniz Tower Restaurant ın özel yemeği sahanda domatesli köfteyi sakın atlamayın. Karnımı tıka basa doyuran ama gözümü bir türlü doyuramayan yemeklerden biri oldu. Yedikçe yedim, sonrasında da gelsin sodalar. Suriye de iyi bir meze adresi ise Şam daki Beit Sitti Konağı. ( http://www.beit-sitti.com/ )

Ancak Suriyedeki en birincil lezzet bana göre hem göze hem de damağa hitap eden tatlılar. Halepte de Şamda da öyle çok tatlıcı dükkanı var ki, vitrine özenle dizdikleri baklavalara, şöbiyetlere, dolamalara adete kuyumcu vitrinine bakarmış gibi bakıyor insan. Bizdekilere göre daha az tatlı ve şerbetli olmaları insanın, içini baymadan, yeme kapasitesini arttırıyor. Birde tabii künefeciler var. Ocağın üzerinde sıcak sıcak tuttukları künefeyi bizim paramızla 60-70 kuruşa yiyebilmek münkün.

Güzel kebaplar ise sınırın bizden olan tarafında. Daha önce gidenler artık kalitesini bozmuş diye beğenmeselerde ben en güzel kebabı Gaziantep te İmam Çağdaş ta yedim. Orada yediğim sebzeli kebabın tadı hala damağımda. Eğer benim sevgilim gibi kebap diyarına düşmüş hızlı bir vejetaryan iseniz, restaurant ın sahibi Burhan Çağdaş a bu durumu ilettiğinizde harika bir sebzeli Ali Nazik yaptırtıyor, herkesi mutlu ediyor. İmam Çağdaş ın fıstıklı dolamaları, ve bülbül yuvaları da kebap üzerine özellikle tavsiye edilir.

Gaziantep e gittiğinizde Elmacılar çarşısının çıkışında yer alan 1640 yılında inşa edilmiş Tahmis Kahve de, sıcak bir zahter çayı da içmeyi unutmayın. Nargile meraklılarının arasında dinlenmek için keyifli bir mola.



Diyarbakır a geldiğinizde, oteli de olan Aslan Lokantası en güzel kebapları ve sulu yemekleri yiyebileceğiniz yerlerden biri ama tam öğle yemeği saatinde giderseniz sıra bekleyeceğiniz neredeyse kesin. Diyarbakır a gelince alınacak ve tadılacaklardan biride Atlas ın badem ezmesi. Ekinciler Cd. No15/C de yer alan bu küçük dükkanın badem ezmesi, Bebek badem ezmesi ile rahat rahat yarışır, fiyatının ucuzluğu ilede bir kaç tur bindirir.

Antakya ise yine meze cenneti. En güzel mezeleri şehrin şelaleleri ile ünlü Harbiye sinde Kervan restaurant ta yedik.Şehir merkezindeki Anadolu reataurant ın hem mezeleri hemde kebabları güzelmiş ama ben kalamar ızgarıyı bulunca diğerlerini pas geçtim.



Ben kahve içmeyi çok sevmem ama kokusuna ve ritüeline hayranımdır. Suriye, Urfa ve Mardin civarlarında kahveye katılan kakule benim çok hoşuma gitmese de, Urfa ve Mardin in acı, koyu kahvesi mırra kesinlikle tadılmalı. Kahvenin 3-4 saat kaynatılması ile yapılan mırra küçük fincanlarda birer yudumluk porsiyonlarda servis ediliyor. Koyu, acı ve sonrasında ağızda hafif bir ekşilik bırakan bir tadı var. En güzel mırra yı Urfa çarşısının içindeki bir kahvede içtik. Çok kaliteli bir espresso tadında olan bu mırra nın hilesi ise kaynarken içine kattıkları biraz neskafeymiş.

Fotoğraflar:
Halep te tatlıcı dükkanı
İmam Çağdaş ın fıstıklı dolaması ve Suriye nin fıstıklı sarması
Urfa da mırra

3 Mayıs 2007 Perşembe

Truffe

Dün akşam sevgilimle beraber Truffe mantarlı risotto yaptık. Türkçe adıyla domalanlı pilav ama ilki çok gurme bir etki yaratıyor değil mi? Onun için truffe diye yazmaya devam edeyim..



Truffe satıcıları ile ilk kez Şam da Emeviye camini yanında karşılaştım. Fransız mutfağının bu pahalı ve ender bulunan ve afrodizyak özellikleri olduğu söylenen tadının burada karşıma çıkması beni şaşırtmıştı ama belki geri götürürken bozulabilir endişesiyle o zaman almamıştım.

Güneydoğu Anadolu gezisi sırasında önce Mardin de bir balıkçı tezgahında küçük bir torbada, sonra da yanılmıyorsam Urfa da yine az bir miktara rastladık. Mustafa, saklama koşullarını öğrendikten sonra Mardin den bir miktar aldı ve onları her gün otellerde gazete kağıtlarına sarıp buzdolaplarına koyarak gayet başarılı bir şekilde İstanbul a ulaştırdı. ( KG/ 20 YTL)

Pişirmeden yendiğinde hafif kıtır ve birazda baharatlı bir tadı var ama okuduğum internet sitelerinde asıl önemli olan unsurunun kokusu olduğu yazıyordu. Ne yalan söylemeli ben dışındaki hafif toprak kokusu dışında başka da bir koku alamadım.

Truffe toprağın altında yetişen bir mantar türü, dolayısıyla bu ürüne oldukça talep olan Fransa da koku duyusu keskin özel yetiştirilmiş köpekler kullanılıyormuş bu değerli mantarın yerini tespit edebilmek için. Peter Mayle, Encore Provence adlı kitabında geceleri gizlice köpeği ile beraber komşularının tarlalarından truffe çıkartıp satan bir adamı anlatıyordu. Köpek dışında bu işte dişi domuzlarnı kullanıldığını ise dün ilk kez internette bir siteden öğrendim. ( www. truffle-and-truff.com ) Mantarın kokusu erkek domuz kokusuna benzediği için, Miss Piggy ler bu işte çok başarılılarmış.


Hayatımda hiç erkek domuz koklamadım ama bu deneyimden şu üç çıkarımı yapabilirim, ya benim burnum da bir arıza var, ya bizim mantarlar kokusuzdu yada erkek domuzların hafif, güzel bir toprak kokusu var. Risotto ise bir harikaydı...

1 Mayıs 2007 Salı

VAN

20 Nisan sabahı kalkan Van uçağına yetişmek için için evden ayrıldığımızda, İstanbul da ılık, pırıl pırıl bir hava vardı.Yaklaşık iki saat sonra Van havaalanında uçağın merdivenlerinden inerken, üşümemek için üzerimdeki mont a sıkı sıkı sarınıyordum. Hava gerçekten soğuktu..


İçinde önemli Urartu eserlerinin sergilendiği Van müzesi tadilat nedeniyle kapalıydı, ne zaman açılacağı ise belli değildi. Bizde MÖ 855 yılında Urartu Kralı 1. Sardur tarafından yaptırılan kale ye doğru yola koyulduk. Saat öğleye doğru geliyordu ve hava artık iyice soğumuştu. Bütün kış İstanbul da giymeye fırsat bulamadığım eldivenlerimi ve yün beremi taktım ve yaklaşık yirmi yıl önce üniversiteden yeni mezun olduğum sıralarda geldiğim Van ın halini hatırlamaya çalıştım. Kalenin etrafında şimdi olduğu gibi park bahçe düzenlemesi yoktu, ve de galiba etrafta o zaman daha çok çocuk vardı. O zaman resimlerini çektiğim çocukların şimdi kendi çocukları olmuş olmalı.

Kaleden bakınca düzlükte birbirine oldukça benzer şekilde görünen Kaya Çelebi Cami ve Hüsrev Paşa Külliyesini de ziyaret ettikten sonra tekrar şehire döndük. Her iki camide de restorasyon çalışmaları devam ediyordu. Öğle yemeğini yiyip, Van ın uluslararası isimli çarşılarına daldığımızda artık hava hafiften kar serpiştirmeye başlamıştı. İran, Rus, Japon ve Avrupa pazarlarında bol bol Çin ve Hindistan malı satılması işin ironisi ama dükkanları biraz eşelerseniz çok ilginç şeyler bulabilirsiniz. Altı tanesini, beş liraya aldığım İran tabaklarında aklı kalan Figen, daha sonra ki güzergahımız boyunca ne kadar aradıysada benzerlerini bulamadı. (Figencim bende şimdi pazarı açtım, ilgilenirsen, tabakların tanesi beş lira, haberin olsun. :) )



Ögleden sonra sevgilimle beraber, biraz da Van ın tadına bakmak üzere, yiyecek satılan pazarlara daldık. Büyük Peynirciler Çarşısının isminde sadece peynirciler geçiyor ama çarşının önemli bir kısmında sakatatçılar da var. Yan yana dizilmiş kelleleri, paçaları,beyinleri ve dilleri sadece seyretmekle yetinip, peynircilerden Van ın meşhur otlu peynirinden birkaç çeşit aldık. Küçük Yıldız Pide Fırınından alınan incecik ve sıcacık pide ile İzzetin kahvehanesinde sıcak çay ile beraber yediğimiz otlu peynirlerin tadı hala damağımda. Bir de Balcı Behçet in balı iyi olur dedi çarşıdaki esnaf, kaçırmadık tabii onu da bulup bir kavanoz bal aldık.

Akşam Van gölü yanında olan otelimiz Merit Şahmaran a giderken, minübüste sohbet ettiğim hanımlar bu havanın kendileri içinde sürpriz olduğunu, genellikle ılık bir kış geçirdiklerini anlattılar. Akşam yağmaya başlayan kar ve gece uyku arasında duyduğum fırtına sesinden sonra ertesi gün Akdamar adasına gidemeyeceğimizden neredeyse emindim.


Ama 21 Nisan sabahı bizi, masmavi bir göl, bembeyaz karla kaplı yerler ve güneşli pırıl pırıl bir hava ile karşıladı. İstanbul da bu kış göremediğimiz kar, Nisan ayında en güzel haliyle karşımızdaydı. Nisan başında restorasyonu tamamlanarak tekrar açılan Akdamar Kilisesini bizim küçük grubumuzdan başka gezen kimse olmadığı için, adanın ve havanın tadını çıkarmak daha kolay oldu. 915 – 921 yılları arasında Vaspurakan Kralı 1. Gagik tarafından, mimar keşiş Manuel e yaptırılan kilisenin yirmi yıl önce çektiğim fotoğraflarına baktığımda, yer yer yıkılmış çatısını otların bürüdüğü o zamanki haliyle, yenilenmiş hali arasındaki fark çok bariz. Ama bu kez ada da kiliseden daha çok, üzerlerindeki karları ile duran badem ağaçlarının çiçeklerini fotoğrafladım.

Gece kalacağımız Tatvan a doğru Van gölünün kenarında yol alırken, güneş, kar ve göl üçlüsünün en güzel hali hep bizimle birlikteydi. Van şehrine göre gölün tam karşısında bulunan en büyük Selçuklu mezarlarının bulunduğu Ahlat a ulaştığımızda beyazlık artık sadece uzaktaki dağlarda kalmıştı.