20 Nisan sabahı kalkan Van uçağına yetişmek için için evden ayrıldığımızda, İstanbul da ılık, pırıl pırıl bir hava vardı.Yaklaşık iki saat sonra Van havaalanında uçağın merdivenlerinden inerken, üşümemek için üzerimdeki mont a sıkı sıkı sarınıyordum. Hava gerçekten soğuktu..
İçinde önemli Urartu eserlerinin sergilendiği Van müzesi tadilat nedeniyle kapalıydı, ne zaman açılacağı ise belli değildi. Bizde MÖ 855 yılında Urartu Kralı 1. Sardur tarafından yaptırılan kale ye doğru yola koyulduk. Saat öğleye doğru geliyordu ve hava artık iyice soğumuştu. Bütün kış İstanbul da giymeye fırsat bulamadığım eldivenlerimi ve yün beremi taktım ve yaklaşık yirmi yıl önce üniversiteden yeni mezun olduğum sıralarda geldiğim Van ın halini hatırlamaya çalıştım. Kalenin etrafında şimdi olduğu gibi park bahçe düzenlemesi yoktu, ve de galiba etrafta o zaman daha çok çocuk vardı. O zaman resimlerini çektiğim çocukların şimdi kendi çocukları olmuş olmalı.
Kaleden bakınca düzlükte birbirine oldukça benzer şekilde görünen Kaya Çelebi Cami ve Hüsrev Paşa Külliyesini de ziyaret ettikten sonra tekrar şehire döndük. Her iki camide de restorasyon çalışmaları devam ediyordu. Öğle yemeğini yiyip, Van ın uluslararası isimli çarşılarına daldığımızda artık hava hafiften kar serpiştirmeye başlamıştı. İran, Rus, Japon ve Avrupa pazarlarında bol bol Çin ve Hindistan malı satılması işin ironisi ama dükkanları biraz eşelerseniz çok ilginç şeyler bulabilirsiniz. Altı tanesini, beş liraya aldığım İran tabaklarında aklı kalan Figen, daha sonra ki güzergahımız boyunca ne kadar aradıysada benzerlerini bulamadı. (Figencim bende şimdi pazarı açtım, ilgilenirsen, tabakların tanesi beş lira, haberin olsun. :) )
Ögleden sonra sevgilimle beraber, biraz da Van ın tadına bakmak üzere, yiyecek satılan pazarlara daldık. Büyük Peynirciler Çarşısının isminde sadece peynirciler geçiyor ama çarşının önemli bir kısmında sakatatçılar da var. Yan yana dizilmiş kelleleri, paçaları,beyinleri ve dilleri sadece seyretmekle yetinip, peynircilerden Van ın meşhur otlu peynirinden birkaç çeşit aldık. Küçük Yıldız Pide Fırınından alınan incecik ve sıcacık pide ile İzzetin kahvehanesinde sıcak çay ile beraber yediğimiz otlu peynirlerin tadı hala damağımda. Bir de Balcı Behçet in balı iyi olur dedi çarşıdaki esnaf, kaçırmadık tabii onu da bulup bir kavanoz bal aldık.
Akşam Van gölü yanında olan otelimiz Merit Şahmaran a giderken, minübüste sohbet ettiğim hanımlar bu havanın kendileri içinde sürpriz olduğunu, genellikle ılık bir kış geçirdiklerini anlattılar. Akşam yağmaya başlayan kar ve gece uyku arasında duyduğum fırtına sesinden sonra ertesi gün Akdamar adasına gidemeyeceğimizden neredeyse emindim.
Ama 21 Nisan sabahı bizi, masmavi bir göl, bembeyaz karla kaplı yerler ve güneşli pırıl pırıl bir hava ile karşıladı. İstanbul da bu kış göremediğimiz kar, Nisan ayında en güzel haliyle karşımızdaydı. Nisan başında restorasyonu tamamlanarak tekrar açılan Akdamar Kilisesini bizim küçük grubumuzdan başka gezen kimse olmadığı için, adanın ve havanın tadını çıkarmak daha kolay oldu. 915 – 921 yılları arasında Vaspurakan Kralı 1. Gagik tarafından, mimar keşiş Manuel e yaptırılan kilisenin yirmi yıl önce çektiğim fotoğraflarına baktığımda, yer yer yıkılmış çatısını otların bürüdüğü o zamanki haliyle, yenilenmiş hali arasındaki fark çok bariz. Ama bu kez ada da kiliseden daha çok, üzerlerindeki karları ile duran badem ağaçlarının çiçeklerini fotoğrafladım.
Gece kalacağımız Tatvan a doğru Van gölünün kenarında yol alırken, güneş, kar ve göl üçlüsünün en güzel hali hep bizimle birlikteydi. Van şehrine göre gölün tam karşısında bulunan en büyük Selçuklu mezarlarının bulunduğu Ahlat a ulaştığımızda beyazlık artık sadece uzaktaki dağlarda kalmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder