11 Ocak 2011 Salı

BUHARA’YA DOĞRU…. Bahauddin Nakşibendi Türbesi..

Hiva’dan Buhara’ya ulaşmak için Kızılkum çölünü aşmak gerekiyor. İpek Yolu kervanları için en zorlu ve tehlikeli bölgelerden biri olan bu geçişi, biz otobüs’le sekiz saatte yapıyoruz. Kervanlarınkiyle kıyaslanamasa da son derece yorucu bir yolculuk oluyor. Çölün tekdüzeliği de insanı yoruyor, otobüsün gürültüsü ve sarsıntısı da.. Ama bir zamanlar tarih kitaplarında okuduğum, masallarda dinlemeye doyamadığım bir coğrafyada dolaşmakta bir o kadar büyüleyici…

Çöl tamamen kumdan oluşmuyor, büyük bir kısmı yeşil, bodur, çalımsı bir bitki türü ile kaplı. Zaman zaman Amu Derya nehrinin kenarından geçsek de o bile, buralarda etrafına çok fazla yeşillik getirememiş, ama yine de öğle yemeği için mola verdiğimiz bir yerde, kocaman dut ağaçlarının gölgesinde, püfür püfür esen rüzgarda piknik yapmak ta buraların bir mucizesi olsa gerek..

Seyahat ederken uzun otobüs yolculuklarında, özellikle çöl geçişlerinde en önemli konu, uygun bir tuvalet bulabilmektir. Hem su içmek çok gereklidir, hem de içilen suyu uzunca bir süre bünyede tutabilmek, ama sonuçta öyle bir an gelirki mutlaka bir tuvalet yeri bulmak zorundasınızdır. Çölde bu iş çok daha zor olur, arkasına sineceğiniz ne bir ağaç vardır, ne de bir kaya. Hele bir de otobüsteki tüm yolcular aynı anda aynı amaçla aşağı inmişse durum neredeyse imkansızlaşır..


Kızılkum çölünü geçerken çöldeki vaha misali bir tuvalet buluyoruz..Nehrin kenarına inşa edilmiş, duvarına da gururla giriş ücreti yazılmış. Ücret kimsenin umurunda değil, yazanın 20 katını isteseniz de herkes vermeye hazır, üstelik yanında burayı inşa ettiren kişiye onlarca hayır duası ile…Ama hayat bu, her zaman mükemmel olmuyor işte….Tuvalet kilitli ve etrafta açacak kimse de yok..

Buhara’ya girmeden önce İslamiyet’in en güçlü tarikatlarından Nakşibendiliğin kurucusu, Bahauddin Nakşibendi’nin türbesini ziyaret ediyoruz. Bir zamanlar Türkiye Cumhuriyeti’nin de restorasyonuna katkıda bulunduğu, son derece düzenli ve büyük bir kompleks, türbe ‘de mermerden son derece zarif bir yapı..





1318-1389 yılları arasında yaşayan Bahauddin Nakşibendi’nin efsanelerle, hikayelerle süslense de son derece örnek bir yaşantısı olmuş.. Gerçek anlamıyla Nakşibendi tarikatı ise onun ölümünden sonra, müritleri tarafından kurulmuş ve sünni İslam Orta Asya’ya Nakşibendilik adı altında girmiş..



Nakşibendiliğe göre Tanrı’ya ulaşma insanın kendi içine çekilmesi, ve kendi içine yapacağı yolculuklarla olacaktır. Kendi bilincine, kişiliğine hakim olma halidir ve kendi maddi varlığından sıyrılıp, Tanrı ile bütünleşebilmektir. Bir zamanlar ünlü İpek Yolunun en canlı güzergahlarından biri olan Buhara’da, bir başka inancın, Budizm’in esintilerini , önemli bir İslam tarikatında bulmak ise hem şaşırtıcı, hemde son derece doğal. Ne de olsa dağları, tepeleri, çölleri, aşıp gelen kervanlar, mallar ve insanların dışında fikirleri de taşımış o zamanlar..




Nakşibendiliği bu topraklarda yücelten öncelikle Timur’un oğulları ve sülalesi olmuş ve o dönemde resmi devlet dini özellikleri taşımaya başlamış, ancak sonraları daha tutucu bir inanç haline dönüşmüştür. 15.yüzyıl Nakşibendiliği ile 18.19.yüzyıllardaki Nakşibendilik birbirinden çok farklıdır. Tarikat gittikçe politikanın içine çekilmiştir. Kurucusunun insanın kendi içine dönerek, Tanrı’ya ulaşılabileceğini öğrettiği bir inancın , bugün bu kadar dışa dönük ve politik güç peşinde olması ise tam bir ironi..


Yeniden Bahauddin Nakşibendi’nin türbesine dönersek, içeride otururken, dua eden insanları izlerken hissettiğim şey huzurdu..Orta Asya’da süregelen Müslümanlığın, Arabistan’da sürene göre dünyevi hayata çok daha olumlu baktığını, korkutmadığını, kutsadığını ve hayatı sevdiğini galiba en çok buradaki insanları izlerken hissettim..Umarım cebi her daim dolu yarımada’nın etkileri buralara hiçbir zaman ulaşamaz…


2 yorum:

La Loba dedi ki...

Aysegul, Buhara ve Semerkand gorecegim yerler arasinda listenin ust siralarinda yeralirlar. Cunku Sulalemin Tirmiz`den baslayan yolculugu Belh ve ardindan Buhara`ya kadar ulasir. Uzun yillar Buhara`da yasamislar ve Mogol istilasindan kacarak Anadolu`ya gelmisler. Senin gozunden ve objektifinden oralari gormek cok guzeldi. Tesekkurler.

Kalacoş dedi ki...

1997 yılında Buhara ve Semerkant'ı gördüm. Sosyalist dönemde bakımsız ve yıkılmaya terk edilen yüzlerce cami ve medrese, Dünya bankası aracılığıyla restore ediliyordu. Kimisinin tuğla duvarları çatlayarak ayrılmış, kimisinin kubbeleri çökmüş, işlemeli ahşap direkleri çatlamış çürümeye terk edilmiş durumda idi. Aradan geçen bunca yıl sonra ne durumda olduklarını merak ediyorum. Çünkü sizin çektiğiniz fotoğraflardaki binalar, yeni yapılmış gibi gözüküyor. Yok sa siz o harabe durumları göstermek mi istemiyorsunuz?