Beijing’de dolaşmaya devam etmeden önce bir soruya cevap... Neden sürekli Pekin yerine Beijing adını kullanıyorum???? İstanbul’a biz neden Konstantinapol denmesini sevmiyorsak, istemiyorsak, Çinliler’de bu Pekin konusunda aynı duyguları taşıyorlar. Bende onlara hak veriyorum...
Ming Mezarları: Kentin 48 km kuzeybatısında kalan Ming Hanedan mezarlarını planlayan kişi 3. Ming imparatoru YongLe. 1402-1424 yılları arasında hepi topu sadece 22 yaşayan YongLe başkentini Nanjing’den Beijing’e taşımanın dışında, oturmuş bir de henüz daha 18 yaşındayken kendisi için bir mezar yeri planlamış. 18 yaşında ölüm biz deli-kanlı fanilere milyonlarca yıl uzak gözükebilir, ama tabi ki, cennetin oğlu Çin imparatoru, bizden biraz daha ulvi bir kişilik olmalı. Feng Shui ilkelerine göre seçtiği, 40km2 lik mezar yerine sonraki 13 Ming imparatoru da gömülür. 1368 – 1644 yılları arasında ülkeyi yöneten Ming’ler, Çin’lilerce yabancı olarak kabul edilen Moğol Hanedanlığına son verdiği için, Çin tarihinde çok önemli olarak kabul ediliyorlar.
Benim Çin’de bulunduğum 2004 yılında, buradaki imparator mezarlarının sadece iki tanesi açıktı, diğerlerinde ise halen arkeolojik çalışmalar devam etmekteydi.
Açık olanlardan YongLe’nin mezarına, mezar demek aslında yanlış bir tanımlama, üstelik gömülü olduğu yer henüz kazılmamış bile. Burası birbirini takip eden bahçeler ve tapınaklardan oluşan bir birim. Bunlardan geçerek en sonunda imparatorun gömülü olduğu sanılan bir tepeye ulaşılıyor.
Ming mezarlarının bulunduğu kompleks’deki en etkileyici ve hoş yer ise, kutsal yol yada ruhlar yolu olarak bilinen toplam 7 km uzunluğundaki yol. Cennetin oğlu olarak bilinen imparatorun ölümden sonra bu yoldan yürüyerek cennete ulaştığına inanılıyor. Sonu cennete ulaşıyor mu bilmiyorum ama, iki yanında yüksek rütbeli görevlilerin ve deve, aslan, fil, at gibi çeşitli hayvanların büyük heykellerinin bulunduğu yolda serin bir Beijing sabahında, şehrin gürültüsünden uzakta yürümek son derece keyifli...
Gök Tapınağı: Her ülkede önünde mutlaka resim çektirdiğiniz, bir tapınak, doğal harika ya da tarihi eser mutlaka vardır. Mısır’a gidip piramitlerin , Hindistan’a gidip Taç Mahal’in, ya da Peru’da Machu Picu’nun veya Kamboçya’da Angkor’un önünde fotoğraf çektirmemek olmaz. Çin’de ise bu fotoğraf, bir fotoğraf karesine sığabilmesi dolayısıyla olsa gerek Gök Tapınağı’dır.
Ming ve Çing Hanedanları döneminde imparatorların iyi bir hasat için dua edip cennete kurbanlar sundukları bu tapınak, Çin’ce bereketli hasat için dua binası anlamına gelen adı ile ülkedeki en büyük tapınak. Ana tapınak, mavi renkli ve ahşaptan yapılmış, silindir biçimli, çatısı konik olarak biten muhteşem bir yapı. Yine gezdiğimiz her yer gibi bu tapınak kompleksi de çok büyük bir alana yayılmış durumda. Etrafındaki parklar nedeniyle, burası oldukça canlı bir yer. Tapınağa giden yolun gölgeliklerinde pek çok Çin’li kağıt oynuyor, bir kısmıda yerel müzik aletleri eşliğinde şarkı söylüyorlardı. Dediklerine göre burası yaşlı Beijing’lilerin gelip günlerini geçirmekten hoşlandıkları bir yermiş.
Yazlık Saray: 1115 – 1234 yılları arasınad ülkeye adını da veren Jin hanedanı zamanında Beijing’in batısında kurulan bu bahçeler, sonraki yıllarda Yasak Şehir sakinlerine sayfiye olarak hizmet etmiş. Çin’ce adı ise çok hoş: Sağlık ve Uyumu koruma bahçeleri...
Çok büyük, yapay bir gölün etrafına inşa edilmiş bahçeler, köprüler ve çeşitli binalardan oluşmuş, keyifle turlanacak bir yer. Özellikle dul imparatoriçe Cixi tarafından, denizcilik bakanlığının, deniz gücünü çağdaşlaştırma amacıyla topladığı fonları kullanarak, gölün kenarına inşa ettirdiği, mermerden büyük bir Çin kayığı görünümündeki köşk sanırım sarayın en hoş sürprizi.
Yazlık saray’da dolaştığımız gün hafif bir sis tüm binaları, tepeleri sarmalamış durumdaydı. Gölün üzerinde ejderha biçimli tekneyle yaptığımız kısa bir yolculuk sırasında kıyıdaki binalar, daha yükseklere inşa edilmiş olanların görkemli uçan çatıları, sisin içinden rüya gibi bir görüntü veriyordu. Yanımda ısrarlı bir şekilde sadece 1 dolara sahte Rolex saat satmak için direnen satıcı olmasa, bambaşka bir zamana kayabilmek öylesine kolay olacaktı ki.....
Lama Tapınağı: (Yong HeGong) 1694 yılında sarayda bulunan hadımlara yada bize daha tanıdık bir söylemle harem ağalarına yaşamaları için yapılan bina 1722 yılında Tibet’li budistlere manastır olarak verilmiştir.
Tapınak tipik Tibet manastırlarından çok farklı. İçerideki Buda, Arhatlar ve diğer budist figürler benim için tanıdık olsa da, mimari tamamen Çin. Yine arka arkaya, sonu bir türlü gelmeyecekmiş gibi duran bahçe ve salonlardan oluşmuş. Turistlerin dışında ibadet etmeye gelen bayağı Çin’li de var.
Çin’lilerin son dönemde eskiyi yıkıp, yerine gökdelen dikme merakları malum, ama Çin’deki en büyük yıkımlardan birinin yapıldığı dönem ise 1966-76 arasındaki Kültür Devrimi sırası. Yozlaşmış hanedanın izlerini silmeyi hedef alan Mao ve kurmayları, toplumu uyuşturan afyon diye niteledikleri din’in etkisini de bu dönemde ortadan kaldırmaya çalışırlar. Bunu için yapabildikleri en kolay şey ise tüm tapınakları yıkmak veya kapamaktır. Bu tapınağı kızıl öfkenin hışmından koruyan, yıkılmasını önleyen kişi ise Kültür Devrimi sırasında kendisi de önemli hedeflerden biri haline gelen,Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilk başbakanı Zhou Enlai’dan başkası değildir.
Konfüçyüs Tapınağı: Lama tapınağının çok yakınındaki bu yapıya, tapınaktan ziyade, Konfüçyüs’e adanmış bir bina demek belkide daha doğru.
Çizik bir elmas, çizik olmayan bir çakıl taşından daha iyidir diyen Konfüçyüs’ün öğretileri asıl imparatorluk döneminde önemli bir rol oynamışsa da, bugün halen Çin kültüründe izlerini çokca bulabilmek mümkündür.
Tapınak yine tipik Çin tarzında bir yapı ama burada ilginç olan şey, bahçenin giriş kapısının yan taraflarına sıralanmış taş tabletler. 198 adet olan bu tabletlerde 51.624 adet JinShi’nin adı kazılı. JinShi, okulu başarı ile bitirmiş, ve bürokratik görevler için, en yüksek imparatorluk sınavına girmeye hak kazanmış, başarılı adaylara verilen isim.
İmparatorların, kralların yaptırdığı, adlarını verdiği büyük büyük binaların yanında, sıradan insanların izlerini görmek bana her zaman çok daha sıcak gelmiştir. Bir zamanlar genç bir adam, isminin o taşlara kazınmış olmasından kimbilir ne kadar çok gurur duymuştu.
Çin Operası: Beijing akşamlarının birinde buraya kadar gelmişken görmeden olmaz haleti ruhiyesi içinde LiYuan Tiyatrosuna gidiyoruz. Tiyatro ilginç bir yer. Gösteriyi seyretmek için bizi 6-7 kişilik masalara oturtuyorlar, masamızıda hemen fındık fıstık ve yeşil çay ile donatıyorlar. Sonuçta batı opera ve tiyatrolarından oldukça farklı olarak hem yiyoruz, hem seyrediyoruz.
Çok kısa bir süre sonra aktörlerin renkli kostümleri, maskeleri, nedense hep tiz perdeden söylemek zorunda oldukları şarkıları, davullar, ziller, danslar beynimde birbirine karışıyor.
Çin, renkleri, sesleri, tınıları, sonu gelmeyecekmiş gibi sayılan imparatorları, uzun tarihi, zor telafuz edilen isimleri, batıdan çok farklı sanatı ile aslında insanı çok yoran bir kültür. Çok fazla yeni şey görüyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz, sonuçta yoruluyorsunuz. Tiyatroda fındık fıstık vermelerinin amacı herhalde bu yorgunluğun etkilerini silmek diye düşünüyorum. Yemek, içmek olmasa tüm gürültüye karşın, yorgun bir günün sonunda beş dakika içinde huzurlu bir uykuya dalmanız içten değil....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder