21 Şubat 2008 Perşembe

Colombo

Dubai’den kalkan uçağımız Colombo için inişe hazırlandığı sıralarda, uçağın ufacık penceresinden Hint Okyanusunun lacivert rengini seyrediyordum. Kafamı bir an için yana çevirip, tekrar cama döndüğümde, lacivert yerini yeşile bırakmıştı bile. Uçak alçalmaya başladığı anda, yeşilin yüzlerce tonu arasından ilk seçmeye başladığım Hindistan cevizi ağaçları oldu. İstanbul’un ıslak ve gri havasından sonra, yemyeşil bir bitki örtüsü, lacivert okyanus, hindistan cevizi ağaçları ve güneş.... Marco Polo haklıydı galiba, dünyanın en güzel adasına gelmiştim.

Yeni bir ülkeye geldiğinizde çoğunlukla başkentteki havaalanına inersiniz. Başkentler de aslında yine çoğu kez oldukça sevimsizdir, çoğu kez bende hayal kırıklığı yaratmışlardır. Colombo’da biraz öyle oldu. Yıllardır bildiğimin aksine ilk önce oranın aslında ülkenin başkenti olmadığını öğrendim. Ülkenin resmi başkenti 1978’den beri Sri Jayawardenepura Kotte. Böylesi zor bir ismi kimse kolay kolay ezberleyemeyeceği için, galiba Colombo demek herkese daha kolay geliyor.

Havaalanı, şehir merkezi arası yaklaşık 30 km. Yol boyu sıralanmış evler, büyüklü küçüklü iş yerleri ve etrafta koşturan insanları, sari’li kadınları, enerjisi ve kokuları ile burası adeta Hindistan’dan bir köşe.. Günün erken saatlerinde en yoğun olan dükkanlar, küçük manav dükkanları ve belliki sabah erken saatte kesilen etlerin, açıkta satıldığı kasap tezgahları. Küçük kafeslerde getirdiği tavukları, isteğe göre hemen kesip satan portatif bir tavukçu dükkanının, hemen Kentucky Fried Chicken’ın yanına tezgah açmış olması sabah sabah beni çok eğlendiriyor. Rekabetse rekabet, hadi bakalım hodri meydan der gibi..


Şehir merkezine doğru yaklaştıkça, görüntüler büyük şehir sıradanlığına bürünmeye başlıyor. Sıkışık trafik, ve yüksek yüksek binalar. Colombo doğal bir liman olarak, ikibin yıldır Arap, Romalı ve Çinli gözüpek gemiciler ve tüccarlar tarafından bilinse de, ilk şehirleşmenin tohumları Kolonyal dönemde atılıyor. Sri Lanka’nın zengin bir kolonyal geçmişi var. Önce Portekizliler, daha sonra Hollandalılar ve en son olarak ta İngilizler bu bereketli ülkeyi bir dönem topraklarına katmışlar. O dönemlerde bu şehrin tarçın bahçeleri ile dolu olduğunu, şimdi hayal etmek, benim gibi hayal gücü çok geniş biri için bile oldukça zor. Ama etrafta bolca görebileceğiniz kimi onarılmış, kimi zamana bırakılmış kolonyal yapıların bolluğu, bambaşka bir zamana ait bir dekorda dolaştırıyor sizi.


Günün büyük bir kısmını, bir turistin yapması gereken ziyaret ve uğraşlarla geçirdikten sonra, akşam üzeri kendimi, sıcak ve nemli havanın etkisinden biraz da kurtulurum belki umuduyla, Galle Face Yeşilliğine atıyorum. Burası okyanus kıyısında uzun bir yürüyüş yeri ve günlerden de Pazar olduğu için tıklım tıklım dolu. Dolaşanlar beni inceliyor, bense ufak tezgahlarda sattıkları atıştırmalık yiyecekleri. Parlak turuncu renk bir hamurun üzerine yapıştırılmış karidesleri ile, kurabiyeye benzettiğim bir parça, renginden dolayı ilgimi çok çekse de, hijyen koşullarını yeterli bulmayarak, kendimi sağ duyuya davet ediyor ve yemekten vaz geçiyorum.


Bir süre sonra üstlerindeki kıyafetlere aldırmadan kendilerini Hint Okyanusunun büyük dalgalarına atan çocuklara özenip bende, sahile iniyorum. Belkide koskoca Okyanus olduğu için suyun soğuk olmasını bekliyordum ama su bizim tabirle hamam suyu ayarında. Yakıştıramıyorum bu kıvam bir suyu Hint Okyanusuna, ama gelen dalgalar ve de tabiki sürekli onlardan kaçma oyunu oynamak çok keyifli. Fotoğraf çekmeye çalıştığım sırada bir tanesi beni kötü avlıyor, şortum sırılsıklam...Madem ıslandım daha kalıp uzun uzun yürümek var sahilde ama kendime verilmiş bir sözüm var. Sri Lanka’da ki bu ilk günümde güneşi Galle Face Otelin’de elimde bir bardak cin tonik ile uğurlayacağım.

Islak şortuma ve ayaklarıma bulaşmış kumlara aldırmadan kendimi 1864 yılında yapılmış bu şık ve eski kolonyal otele atıyorum. Bahçesi çok güzel ama bir sürü turist dolu, en sonunda verandasınada sakin bir masa bulup hemen siparişimi veriyorum. İçkimin gelmesi güneşin son ışıklarının yok olmasından sonraya denk gelse de, ne gam.. İşte sonunda Sri Lanka’dayım, ve şimdi bambaşka zamanları ve hayatları hayal etmenin zamanı...

6 yorum:

Burçin'in Denemeleri dedi ki...

Aaaa tadı damağımda kaldı, kesmedi beni, devamını bekliyorum :) Tam hayal alemine dalmıştım, yazının bitmesiyle kendime geldim. Ne güzel anlatmışsın Ayşegül.

Nihat Akkaraca dedi ki...

İşte geldim. ve bi solukta okudum, bir kez daha okusam iyi olacak. gerçekten özledik yazılarını okumayı.

Geveze Kalem dedi ki...

Şahane!:) Seninle geziyor gibiyim. Hadi devam edelim.;-)
(Bu arada ne kadar kıskandığımı kendime saklamıştım ama şu an ellerim kendi kendine itirafımı yazıyor.:))

Butterfly dedi ki...

ee sen şimdi buraya turit olarakmı gittin yoksa iş gezisi mi? yaa iş gezisiyse eğer iş nerde? turist isen ben kıskanıyorum yaaa bu ne böyleee, buzullarda kalmışken biz sen güneşin tenini yakması okyonusa atlamaktan bahsediyorsun:)
devamı hani? bu kadar olmamalı değil mi:) sevgilin olsaydım bu resimlerden sonra bir dahaki geziye ne yapar eder senle gelirdim kesin:)

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Sevgili blog komşularım,
Sri Lanka tabiki bitmedi, adetim olduğu üzere daha uzatır uzatır yazarım ben orayı.. Ama soğuk bir mevsimden gidip önce güneşini ve denizini yazmak istedim.
Sevgilerimle

ilknur dedi ki...

Selam Ayşegül,
Ben asil ve necip rehberin İLKNUR:)))) Senin verdiğin fikir üzerine ben de hemen bir blog açtım. Haberin olsun...
www.ikonundunyasi.blogspot.com
Sana teşekkür ederim,