Ama şimdi yeniden Asya’ya gidiyoruz, hemde bu sefer Tibet’e…Yıllar boyu hayallerimi süsleyen ülkeye.
Tarihleri hatırlama konusunda belleğim inanılmaz zayıftır ama kendi doğum tarihim gibi, Tibet’e gitmem gereken tarihi ne zaman sorsanız, size hiç düşünmeden cevap verebilirim. 10.Ekim.2000, yani 10.10.2000, yani bundan tam dokuz yıl önce. Sayıların dizilişinde bir gizem var mı bilmiyorum ama 10.10.2000’de ilk kez bir uçak kazasına inanılmaz derecede çok yaklaştım ve o tarihten sonra hep ikinci bir hayata başladığımı hissettim.Katmandu’da keyifli bir gün ve gece geçirdikten sonra 10 Ekim’de sabah uçağı ile Lhasa’ya hareket etmek üzere uçağa bindik. Kısa bir süre sonra havalanmayı beklerken, nedeni açıklanmadan neredeyse 1-1,5 saate yakın uçağın içinde beklediğimizi hatırlıyorum. Sonunda uçak yavaş yavaş pistte hareketlenmeye başlayınca, tüm yolcular derin bir sıkıntıdan kurtulmuştu.’İşte geliyorum Tibet’ diye düşünmüş olmalıyım. Ama gidemedim.
Hani uçağın yerden hemen havalanmadan önce pistte maksimum hıza eriştiği birkaç saniye vardır ya, işte tam o saniyelerin birinde uçağımız patlamalar eşliğinde fren yapmaya başladı. Dışarıda dumanlar ve içeride çığlıklar eşliğinde bir süre sürüklendik En sonunda uçak durmayı başardığında ise hostesler bizi hemen dışarı çıkartmaya başladılar.
.jpg)
Hala öyle mi bilmiyorum ama o zamanlar Katmandu’nun çöplerinin toplandığı yer hemen havaalanının yanında bir arazi idi. Çöplüğün çevresinde uçan kuşların motora girmesinden korkulduğu içinmiş ilk beklememiz. Sonrasında uçuşa izin verilmiş ancak anlaşılan kuşların planları başkaymış. Etraftaki dumanlar ve patlamalar, hem uçağın patlayan lastiklerinden, hemde motora giren kuşlardan gelmiş. Uçaktan dışarı çıktığımızda ise bizi bekleyen asıl facianın farkına vardık. Uçak ve havaalanının hemen dışına yapılmış evler arasında birkaç metre ya vardı ya yoktu. O gün havaalanı tüm uçuşlara kapatıldı, biz ise ancak Tibet’e ertesi gün hareket edebildik.Tibet’in coğrafyası inanılmaz büyüleyici. Bunu daha uçakta iken anlamaya başlıyorsunuz. Pencereden himalayaların karlı tepelerine bakıp giderken, birden onların sanki hemen dibinden kahverengi bir toprak parçası uzamaya başladı. Yüksek bir düzlüğe yani Tibet platosuna ulaşmıştık. Son derece sevimsiz bir havaalanından giriş yaptıktan sonra bu büyüleyici coğrafya içinde yol almaya başladık.Lhasa’nın havaalanı Gangor, şehre iki saat uzaklıkta. Bu kadar düz yer varken, havaalanını bu kadar uzağa yapmaları sanırım sadece stratejik. Burada renkler çok parlak, gökyüzü masmavi, sular ve göller parlak mavi, toprak ve etraftaki çıplak dağlarda kahverenginin net tonları. Güneş hemen insanı yakmaya başlıyor ve güneş gözlüksüz gezebilmek çok zor. Lhasa 3600 metrede, çok hızlı hareket etmedikçe yükseklik beni çok fazla rahatsız etmiyor.
.jpg)
İlk anda görebildiğim kadarıyla, Lhasa’nın yeni kısımlarının Çin’den çok bir farkı yok. Yollar, büyük marketlet ve dışı fayans kaplı binalar. Gerçek Tibet’ten kalanları görebilmek için biraz daha beklememiz gerekecek. Bir sonraki yazıda Lhasa’da uzun uzun dolaşacağız…
.jpg)
.jpg)
.jpg)
Göle tepeden bakan küçük bir pansiyonun bahçesinde çay ve poğaçalardan oluşan bir kahvaltı yaptıktan sonra, bir kayık kiralayarak Bafa gölünü keşfe başladık. Antik şehir Heraklia'nın parçaları her yerdeydi. Gölün üstünde, gölün altında, kıyısındaki tepelerin üzerinde. Göl kıyısında suyun hemen altında kalan Latmos limanının parçalarını ve bazı lahitleri görmek mümkünken, daha derinlerde suyun altında kalan kısımları görmek için, gölün sularının bulanık olmadığı serin havalarda buralarda olmak lazımmış....jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
Güneş tepeye ulaşıp, biz sıcaktan oflayıp puflamaya başlayınca, kaptanımız ' durun ben sizi bir yere götüreyimde göle girip serinleyin' dedi., ve kayığının izin verdiği hızda süratli bir şekilde gölün karşı taraflarına doğru gitmeye başladık.. Bir süre sonra önümüzde belirmeye başlayan kumsal, sanki Maldiv'lerden buralara gelmiş gibiydi... Gölün bir zamanlar deniz olduğunu hatırlatan, hafif tuzlu suları, oldukça ılıktı.. Biz suya girip çıkıp oyalanırken, kaptanımızda şnorkel ve zıpkınla gölün ünlü yılan balığının peşine düştü ama pek şansı yoktu...jpg)
Kumsalda biraz dinlendikten sonra son bir gayret, Kaptanımızın oğlunun göstermeye söz verdiği mağara resimlerini görmek için arkamızdaki tepelere doğru ufak bir yürüyüş ve tırmanışa başladık. Sıcakta parmak arası terliklerle kaya tırmanışı yapmak biraz zor oldu. Buralarda mağara resimleri olabileceğini daha önce hiç düşünmediğimden ve nedense doğru dürüst bir şey göremeyeceğimizden emin olduğum içinde bir süre sonra çizilen ayaklarım yüzümden sızlanmaya başlamıştım, ama sonrasında gördüğüm tek bir resim tüm bunlara fazlasıyla değdi. O anda fark ettim ki, aslında ilk defa bu kadar eski bir sanat eserine bakıyordum. Adeta bir mağara adamı ile göz göze gelmek gibi bir şeydi. Tarifi imkansız ,harikaydı.
.jpg)
Sıcak bir yaz günü bu muhteşem ve son derece fotojenik tapınağın her yönden sayısız fotoğrafını çektim ve küçük bir dilekle ayrıldım bu yüzlerce yıldır ayakta olan yapıdan.. Bir gün aynı resimleri karlar altında, bambaşka bir ışıkta yeniden çekmek...jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)
.jpg)

.jpg)
.jpg)
Zanzibar’ın başkenti Stone Town sahilinden Hint Okyanusu’na has bir balıkçı teknesi...
.jpg)

.jpg)
.jpg)

.jpg)

.jpg)
.jpg)
.jpg)
