5 Ocak 2009 Pazartesi

Mexico City

Mexico City’e doğru yola çıktığım gün hayatımdaki en uzun doğum günümüde yaşamaya başlamıştım. 3 Aralık 2002’nin ilk saatlerinde, soğuk bir İstanbul gününde yeni bir yaşa ve yeni bir yolculuğa da başlıyordum. Paris’te uzun bir bekleyiş sonrası, yine uzun bir uçak yolculuğu beni Mexico City’e ulaştırdığında doğduğum ülkede, takvimlerdeki yapraklar değişmişti bile ama Meksika’da hala doğum günümdü.

Çok uzun yoldan gelmiştim, çok yorgundum ama doğum günümü de kutlamalıydım.Otelin küçük barında, sonraki günlerde Meksika’da onlarcasını tüketeceğim ilk margarita’yı keyifle yudumladıktan sonra, havanın kararmasına aldırmadan kendimi hemen otelin yakınlarındaki Zocala meydanına attım. Bu yabancı şehrin seslerine, kokularına hemen aşina olmakta fayda vardı.

Latin Amerika’daki en büyük kilise olan Metropolitana Katedralinin, önünde uzanan meydan, yoğun geçen bir günün son saatlerini doldurmak üzereydi. Yaklaşan Noel’i haber veren çok büyük plastik bir çam ağacı ile süslenmiş koca meydanda birkaç turist, üç beş çocuk ve bir pamuk helva satıcısından başka kimse kalmamıştı. Hadi artık Ayşegül, bugünün bittiğine razı ol ve otele dön diye kendi kendime konuşurken, pamuk helva satıcısı, henüz benimle aynı fikirde değildi, ve birden gökyüzünden beyaz beyaz küçük bulutlar yağdırmaya başladı. İlk şaşkınlığım geçer geçmez anladım ki Meksika’lı pamuk helvacılar bizdeki gibi helvayı efendi efendi bir çubuğun etrafına sarmıyorlar, bir boru yardımı ile önce havaya fırlatıyorlar, sonra isterseniz yere süzülmekte olan helva parçalarını usta manevralarla havada yakalayıp çubuğun etrafına sarıveriyorlar.

Nedendir bilinmez, etrafta ona para veren kimse olmamasına rağmen, helvacı geceyi bitirmeden son bir atış yapmıştı. Etraftaki çocuklar benden evvel koşup hoplayıp zıplamaya başlasalar da, ben bu gökten yağan helvaları bana Meksiko City’den bir doğum günü hediyesi kabul ettim ve boy farkınında getirdiği avantajdan da yararlanarak kocaman bir parça yakalamayı ihmal etmedim.

Dünyanın en büyük metropollerinden biri olan bu şehirde sonraki günler adeta rüzgar gibi geçti. Neler mi yaptım???

- Öncelikle Frida’nın büyük aşkı Diego Rivera ile tanışıp, Ulusal Saray’da sergilenen onun yaptığı büyük duvar resimleri aracılığıyla Meksika’nın renkli tarihine daldım. Diego’nun resimlerinde Frida’yı bulmaya çalışırken, Meksika benim için Diego oldu, Diego’da Meksika.

-İllede yerel tatlar diye tutturduğumuz bir gece seyahat arkadaşlarım Nilgün ve Nazan’la gittiğimiz Meksika aile lokantasında kenar bir masada oturup, kimse ile konuşamadan, bol yağlı yemekleri çatalın ucuyla tadıp talihimize küstüğümüz anda, birden içeri dalan geleneksel Mariachi orkestrasının harika müziği ile inanılmaz keyifli saatler geçirdim. Gecenin ilerleyen saatlerinde hesabı ödeyip çıkarken, bilmediğimiz bir dilde söylenen şarkılara tüm müşterilerle birlikte eşlik ediyor, hatta alkışlar arasında kemancı ile dans bile ediyordum.

- Chapultepec semtinin renkli sokaklarında dolaşıp yorulduğum bir öğleden sonrası, yine Diego Rivera’nın Meksika yağmur tanrısından esinlenerek yaptığı ürkütücü çeşmenin ( Fuente de Tlaloc) yanında resimlerini satmaya çalışan Ruiz’den belki de bir sonraki Diego olur ümidiyle sıkı bir pazarlık sonrası iki parça suluboya resim aldım.

- Yine Chapultepec’teki muhteşem Arkeoloji müzesinde saatler geçirip Azteklerin ve Mayaların büyülü dünyasına ilk girişi yaptım. Yine bizim niye böyle bir müzemiz yok diye üzüldüm ama üzüntümü müzenin dükkanında yüklü bir alışveriş yaparak bir hayli hafiflettim.

-Coyoacan semtinin renk renk kolonyal binaları arasında Frida ve Troçki’nin ruhlarını aradım. Frida’nın çivit mavisi evinde deli aşık bir kadının yaşamına dokunup geçerken, Troçki’nin son yıllarını geçirdiği ve öldürüldüğü evinin karanlık odalarında hayali kan damlalarına rastladım.

- Buraya kadar gelipte, Meksika’nın baş azizesi Guadalupe Meryem’ini görmeden olmaz diye. Guadalupe Bazilikasında kısa bir ayine katıldım. Rivayete göre 1532 yılında kara derili bir Meryem, Meksika yerlisi Juan Diego’ya görünür ve bu sırada bir mucize sonucu Meryem’in görüntüsü Diego’nun gömleğine geçer. İşte bu gömlek bugün çerçevelenip yüksekçe bir yere asılmış ve önünden de yürüyen yollarla geçilebiliyor. Gömlekteki resim son derece başarılı bir ressamın elinden daha dün çıkmışcasına tazeydi ama oturup mucizeyi incelemenin pek imkanı yoktu. Dediğim gibi kısa bir yürüyen yol sizi 2 saniyede odanın bir ucundan öbür ucuna pıt diye atıveriyor, hadi oradan ters yöne doğru gidene bir kez daha biniyorsunuz ama yolculuk gene aynı hızda. Gömlekteki resimden umudu kesince, Meryem’i ayine gelen köylülerin huşu içindeki yüzlerinde aradım. Onların gözlerindeki Meryem’de Meksika’nın bir başka yönünü yakaladım. Çok ilginçti ama o başka bir yazı konusu olsun.

-Meksico City’nin dışındaki, dünyanın en etkileyici antik şehirlerinden biri olan Teotihuacan’da ay piramidinin tepesine tırmanıp, ayaklarımın altındaki görkemli şehre ve tam karşımdaki Güneş Piramidine bakıp, çok eski zamanlardaki halini hayal ettim. Belkide tam durduğum yerde Aztekler bir sürü insanı tanrılara kurban edip, piramitten aşağı atmışlardır diye ürperdim.

-Yine Teotihuacan’daki tüylü yılan Quetzalcoatl’ın tapınağında hiç tahmin etmediğim bir başka ayine daha tanık oldum. Civardan grup halinde gelen köylü kadınların okudukları ilahiler ve şarkılarda artık yasaklanmış bir tanrıya duyulan özlem şaşırtıcıydı. O gün ve sonraki günler anladım ki, Katolik kilisesi yüzyıllardır ne kadar uğraşırsa uğraşsın, Azteklerin ve Mayaların torunlarının ruhlarından eski tanrılarının izlerini hiçbir zaman silmeyi başaramamıştı.

5 yorum:

ipek dedi ki...

Bütün hepsini okumak muhteşem keyifli ama,bu seyahatine çok imrendim Ayşegül; orada olmak istedim. Gitseydim eğer, senin rotanın aynını takip ederdim herhalde.
Yine çok güzel bir yazı olmuş, sabah sabah Mexico City'ye gittim geldim.
Doğum günün kutlu olsun:)
sevgiyle
ipek

Geveze Kalem dedi ki...

Ayşegül, bir parmak bal çalmak diye buna denir.:) Her bir konudan yudumlar vermişsin yalnızca. Bizi alıştırdın detaylı gezi öykülerine, kısacıktan bitirme bu gezi dizisini olur mu?;-)

Sahiden okurken heyecanlandım. Niye bu kadar etkiliyor beni bilmem ama Aztek-Maya, Frida, Diego falan dediğin yerlerde yazının içine düşesim geldi.:)

Ayrıca ne güzel ve özel bir doğum günü olmuş. Ah bir de bu yazıya o tarihte başlasaymışsın ne hoş olurmuş.:) Geçmiş doğum gününü kutlarım.
Sevgiler...

Adsız dedi ki...

Çok şanslısın yaa! Ben de yazılarını okuyabildiğim için şanslıyım aslında.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Sevgili İpek, Geveze ve Ayşegül..
Meksika benim hala aklımda, gittiğim yerlere bir daha gitmeyi çok sevmiyorum ama bir fırsat yaratırsam, Meksika'ya bir kez daha gitmek istiyorum. Büyük şehirleri bir kenara bırakırsak her yer öylesine renkliydiki...

ssbb dedi ki...

Diego'lu fotografı çok beğendim