13 Ocak 2009 Salı

Oaxaca


Adının yazıldığı gibi değilde, genizden gelen seslerle Vohaka olarak okunduğunu ancak Meksika’ya geldikten sonra öğrendiğim şehir, onu uzaktan ilk gördüğüm sabahın erken saatlerinde pırıl pırıl bir güneşin altında şıkır şıkırdı.

Yeşil bahçelerle çevrelenmiş, şehri kuş bakışı gören güzelim otelimiz Victoria’nın terasında bu sıcak güneş altında yaptığım keyifli bir kahvaltı Mexico City’nin bütün yorgunluğunu bir çırpıda atıvermişti.Çok kısa sürede anladığım gibi, Meksika çok renkli bir ülkeydi ve bugün bambaşka bir rengin günüydü.

Zapotek ve Mikstek yerlilerinin anavatanı olan şehir, bu garip adını etrafta bolca yetişen guaje ağaçlarından alıyor. Aztek dilinde guaje ağaçlarının yetiştiği yer anlamına gelen Huaxyacoc kelimesi sonradan gelen İspanyollarca dillerinin daha kolay dönmesi için Oaxaca olarak söylenivermiş.

Neredeyse her Meksika şehrinde olduğu gibi burada da bir katedralin önünde uzanan ve şehrin merkezi olan meydanın adı Zocala. Meydan turistler ve neredeyse her turiste iki tane düşen satıcılarla dolu. Satıcılar, dünyanın her tarafındaki meslektaşları gibi, ısrarları ile sizi hafiften bunaltsa da, renkli yerel giysileri ile çiçekten çiçeğe konan kelebekler gibiler. Onların elde dokunmuş kemerlerine özenip sıkı pazarlıklar sonrası birkaç tane kemer alıyorum.

Kolonyal dönemde, İspanyolların güney Meksika’daki en önemli yerleşim yeri olan şehirde bu geçmişin izlerini son derece iyi korunmuş kolonyal yapılarda görebilmek mümkün. Renk renk evlerin süslediği sokaklarında avare avare gezip – kötü – İspanyollardan izler aramak mümkün. Tahmin edebileceğiniz gibi dünyanın bu bölgesindeki filmde kötü adam rolü İspanyollara düşüyor. Kötü adamların başı, görkemli Aztek imparatorluğunun sonunu getiren kişi Hernan Cortes’e ise Oaxaca bölgesi İspanya Kralı tarafından hediye verilirken 1. Oaxaca Markizi olarakta ödüllendirilmiş. Kötü adamın sonunu getiren kişi ise şaşırtıcı bir biçimde bizden biri. Cortes, Meksika sonrası döneminde, son savaşını Andrea Doria komutasındaki İspanyol donanmasında, Barbaros Hayrettin Paşa’ya karşı 1541 yılında yapar. Boğulmaktan son anda kurtularak kısa bir süre sonra askerlik hayatına, sonrasında da hayata veda eder.


Türkçe’ye çevrildimi bilmiyorum ama eğer bir gün yolunuz Meksika’ya düşerse, bu istilaya katılan askerlerden biri olan Bernal Diaz del Castillo’nun The true history of the conquest of New Spain adlı kitabı mutlaka okumanızı öneririm. Bu dönemi ilk elden anlatan, güçlü Aztek imparatorluğunun nasıl sadece 530 askerle yenildiğini anlatan masalsı bir kitap.


Oaxaca yakınlarında iki önemli eski şehir bulunuyor. İlki Zapoteklerin en büyük şehirlerinden biri olan Monte Alban. MÖ 500 yıllarında kurulmaya başlanan şehir MS 800 yıllarında o zamanki filmlerin kötü adamları Azteklerin baskıları yüzünden terk edilmiş. Değişik köşegen yapısı ile gözlem evi, bu şehrin en tanınan binası. Ayrıca burada National Geographic kanalında defalarca izleyip, her seferinde de dehşet içinde kaldığım, futbol benzeri bir oyunun oynandığı stadyumlardan birinide görüyorum. Bu oyunda yenilen takımın oyuncuları, hemen oracıkta tanrılara kurban edilirmiş. Zamanımızda milyonlarca dolar alıpta, sonra sahada deyim yerindeyse uyuklayan kimi futbolcuları, bir zaman tüneli aracılığı ile oraya gönderip, sonrada izlemek çok keyifli olurdu her halde…

Oaxaca yakınlarında bir başka önemli ören yeride Mitla. Önce Zapotekler, sonrada Mikstekler tarafından kullanılan şehir, geometrik desenli taş işçiliği ile ünlü. Dedim ya İspanyollar bu bölgede kötü adam,işte burayı ele geçirince ilk iş buradaki tapınakların çoğunu yıkarak, taşlarından kendileri için San Pablo kilisesini inşa etmişler. Eski şehrin kalıntıları arasından yükselen kilise, Vatikan’ın bu ülkede yüzlerce yıldır süren kısmen beyhude mücadelesinin simgesi gibi.

Akşamüzeri tekrar kente döndüğümüzde, kendimi hemen her şehirde en sevdiğim yerlerden biri olan Pazar yerine atıyorum. Çeşit çeşit sebzeler, meyveler, bol bol acı biberler arasında gördüğüm birkaç ilginç (!) lezzet bir sonraki blog yazısının konusu olsun.

Akşam otele döndüğümde günün son ışıklarına harika margaritalar eşliğinde veda ederken, o gece hayatıma yeni bir kavram giriyor. Efendim, Tekila’yı gringolar içerken, gerçek Meksika’lılar mezcal içermiş. Eeee, madem Meksika’dayız, harbi Meksikalılar gibi içelim derken, gece odamı nasıl bulup, kapısını nasıl açtığımı hatırlamıyorum..

Oaxaca ateşi mezcal’de bir sonraki yazımda….

4 yorum:

Elit dedi ki...

Canım her zaman ki gibi yine süpersin, yeni bilgiler kattım sayende.

Yalnız merak ettiğim sen ne iş yapıyorsun? Bu kadar gezmek zor olmuyor mu?

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Sevgili Elit ben bir zamanlar bankacıydım, ama bir kaç senedir kendimi emekli etmiş durumdayım. Burada yazdığım seyahatlerin çoğunuda geçmiş yıllarda yıllık izinlerimde yapmıştım, ama şimdi tahmin edebileceğin gibi daha rahat oluyor...

Tijen dedi ki...

Ayşegül'cüğüm bil bakalım ne oldu! Bir iş için İstanbul'da idim ve işimin bir parçası olan Çiya Sofrası'nda Murad'la görüştük. İş için orada olduğum gün tesadüfen Mutlu da geldi ve yıllar sonra onu da gördüm. Karşımda göbekli ve beyaz saçlı bir adam vardı. Tanrım dedim, biz gerçekten yaşlanıyoruz...

Basak dedi ki...

Sevgili Ayşegül, yazılar, paylaşımlar harika. Seyahtlerinin katlanarak atmasını dilerim. Takipteyim:))