11 Mayıs 2009 Pazartesi

Şiraz - 2


Şiraz’da pırıl pırıl güneşin parladığı bir sabaha İrem yani Cennet Bahçesinde başladık. Herkesin kendi cennetini de, cehennemini de bu dünyada yaratma yeteneği olduğuna inanırım. 1823 yılında Nasreddin Şah’da işte burada kendi cennetini yaratmaya çalışmış. İran bahçe düzenleme sanatı dünyaca ünlü ve burası belkide bunun en güzel örneklerinden biri. Nasreddin Şah önce bahçenin tartışmasız mücevheri olan malikaneyi yaptırır, sonrada önündeki bahçeleri. Bahçe cağar bağ, yani dörde bölünmüş düzende. Su kanalları bahçenin ortasında haç şekline gelerek bahçeyi dörde bölüyor.

Malikane’yi süsleyen çinilerde ise İran İslam Cumhuriyeti’nden çok farklı bir İran’ın izlerini bulabilmek şaşırtıcı. Ben, malikanenin önündeki havuza düşen renklerinde, başka zamanların seslerini ararken, bahçe bir anda çocuk sesleri ile doluveriyor. Okulları ile geziye gelmişler. Çocuklar her yerde çocuk, kıpır kıpırlar ve fotoğraf çektirmeye bayılıyorlar. Ana okulunda kız erkek beraber okuyabiliyorken, sonrasında eğitim sistemi aman ne olu ne olmaz diye cinsleri farklı sınıflara koyuyormuş. Ana okulundaki minik prenseslere bakıyorum. Daha henüz onların başının bağlanma zamanları gelmemiş ama kimileri yinede bir başörtüsünü acemice kafalarında tutmaya çalışıyorlar.

İran, Türkiye, Orta Doğu…. Bizler aslında topraklarında bir zamanlar ana tanrıçaların dolu dizgin hüküm sürdüğü ülkelerin çocuklarıyız. Nasıl olmuşta kaybetmişiz bütün gücümüzü. Onurlandırılmak, korunmak adına kıyılara, köşelere, karanlıklara atılıp yok sayılmışız ve zaman aktıkça bir zamanlarki o eşsiz gücümüzü unutup kabullenmişiz ve bu kabullenmeyi de erdem saymışız. Bu zor soruların yanıtlarının belki artık DNA’larımızdan bile silinmiş olabileceği gerçeği o sabah cennet bahçesindeki, çocuk cıvıltılarına karışarak beni bir an derinden ürpertiyor.

Şiraz’da başka zamanların İran’ını bulabileceğiniz bir başka yerde Narencistan Sarayı. Adı ile uyumlu bahçesine girer girmez portakal çiçeklerinin kokusunu almaya başlıyorsunuz. Saray 1700-1800 lü yıllardan kalma, ancak tek bir yapı değil. Biz genellikle yabancı konukların ağırlandığı Zinat El Moluk malikanesini geziyoruz. Bahçenin bir yanında üstü kapalı şadırvan biçimli bir bölüm, karşısında ise içi aynalarla süslü,büyük camlı ama kapalı bir köşk. Sarayın bu kısmının altınada çok hoş bir balmumu heykel müzesi yapmışlar.İran’ın renkli tarihinden kişileri burada görmek mümkün.

Şiraz’da zamanı Hafız’ın ve Sadi’nin türbelerinde, sokaklarında, çarşılarında hovardaca tükettikten sonra son akşam yemeği için rehberimiz Mustafa Bey bizi genellikle Şiraz’lı ailelerin gittiği Sufi lokantasına götürüyor. İran mutfağı genellikle kebablardan oluşuyor. Cüci(tavuk) kebab, şiş kebab, bahtiyari (karışık) kebab sofraların mutlakları. Yanında da ortaya gelen koca bir tabak çoğu kez safranla süslenmiş muhteşem pilav. Önden çorba, salata ve yoğurt neredeyse standart. Kebabı çok sevmeme rağmen, öğle akşam kebab doğrusu biraz fazla geliyor. Ama İran mutfağında yemeğini çok sevmesemde patlıcan’a bademcan demelerine bayılıyorum.

Akşam yemekte canlı müzikte var. İran’da kadın şarkıcılar yasak ama uydu antenlerle yakaladıkları bizim Sibel Can, Ebru Gündeş ve Seda Sayan’a bayılıyorlar. Yemekte ki müzisyenlerimizde doğal olarak erkek. Yemeğin başlarında ağır ağır inleyen nağmeler gibi başlayan müzik sonlara doğru fıkır fıkır fıkırdamaya başlıyor. İran’da dans etmek te yasak ama malum bizlerde kapı gıcırtısında göbek atmaya başlayan bir ulusun evlatları olduğumuz için sonuçta ortaya derin bir ikilem çıkıyor. Sonuçta rehberimiz sevgili Mustafa Bey, grubumuzun hanımlarına engel olsa da, erkeklerden dayanamayıp kendini piste atanlar oluyor. Bizlerde neşe ile etraflarında onlara alkışlarla tempo tutuyoruz. Yan masalarda oturan İran’lılara bakıyorum. Oturdukları yerden bir iki çelimsiz alkış ile tempo tutmaktan fazlasını yapmıyorlar / yapamıyorlar. Anlıyorum ki devrim insanların üzerine oldukça ağır bir perde örtmüş, yemelerini, içmelerini, giyimlerini, kuşamlarını, düşüncelerini tanımlamanın dışında nasıl eğleneceklerini bile tanımlamış.

İran’lılar ise bu durumda eğlenmek için evlerine çekilir olmuşlar. Kadınlı erkekli ev ziyaretleri, yemekleri, partileri sosyalleşmenin yolu olmuş. Duyanların, görenlerin anlattıklarına göre bu ev partilerinin kimilerinde alkol su gibi içilirken, eğlencenin boyutları çoğumuzun hayallerine bile giremeyecek noktalara ulaşırmış. İstanbul’a dönerken uçakta yanıma İran’da diplomat olarak çalışan, Türkiye’yi de çok iyi tanıyan bir hanım oturuyor. Israrla ona İran’daki gündelik yaşam hakkında sorular soruyorum. İran’lı kimi ailelerin ev hallerine birinci elden tanık olmuş. ‘Sizde de, bizde de şu veya bu derecede bir aile terbiyesi vardır ama buradaki kimi ailelere diyecek bir şey bulamıyorum’ diyor kızgınlıkla. ‘Kızım olsa burada verilen görevi asla kabul etmezdim, şimdi de oğlum çok fazla büyümeden buradaki süremi tamamlayıp bir an önce ayrılmak istiyorum’ diye ekliyor yolculuğun sonlarına doğru. Her devrim beraberinde karşı devrimi de getirirmiş ama İran’da bir turist olarak gezerken bu karşı devrimi anlamak, tanımlamak çok zor ancak anlaşılan o ki, gündelik hayatın kimi son derece sıradan olaylarının yer altına çekilerek, toplumsal sağ duyunun süzgecinden geçememesi, beraberinde aşırılıkları da getirmiş.

5 yorum:

Tijen dedi ki...

Ayşegül'cüğüm,
İran şu anda görmeyi en çok istediğim yerlerin başında geliyor. Tek başına gitmek ve evlerde kalmak istiyorum. Kardeşime söylediğimde öyle olumsuz konuştu ki korkuttu beni. Oysa İran'a dair duyduğum herşey onların çok misafirperver oldukları, gezginlerin kendilerini çok güvende hissettikleri. Sen ne diyorsun?

mavimantar dedi ki...

Pembe önlüklü beyaz örtülü iki küçük kız çocuğu...Tertemiz gülümseyen, hafif ürkek gözlerde takılı kaldım yahu...daha okuyamadım.

mavimantar dedi ki...

Ayşegül,ne yalan söyleyeyim,bu tür aşırılıkların genelde kadın ve erkeğin bir arada sosyal yaşamda bulunmasının sakıncalı sayıldığı, kadının her alanda kısıtlandığı ülkelerde nasıl ve ne şekilde olduğunu öğrendiğimde inanamamış ve içten içe bunun bir karalama yöntemi olabileceğini düşünmüştüm.Ama her yol nedense beni hep aynı yere, bu tür aşırılıkların gerçekten yaşandığına çıkarmıştı.Şimdi sen de bu konuya değinince artık, bunun karalamanın çok daha ötesinde yani gerçek olduğunu görüyorum.Zaten öyle değilmidir.Kim ki bir konuda aşırı tutucudur, bilin ki o kunuda zaafları , zayıflıkları vardır.Tıpkı burada olduğu gibi işte,baskı ve yasaklar, aşırılıkları beraberinde getirmiş.Ve eğer birgün, oralarda mevcut sistem değişirse, yerine ikame edecek olan sistemin yapısını,işleyişini hayal bile edemiyorum.Şimdi kapalı kapılar ardında yaşananların, gün yüzüne alabildiğine vıcık vıcık çıkacağını düşünüyorum.

Konu dışı:Blogumda kullandığım temayı bende çok seviyorum.İstersen sana da gönderebilirim.Yada senin yazılarına daha uygun bir tema bulursam , senin bloglarında da bi tema değişikliği yapalım.Dahası , dediğim gibi, bence sen artık uzantısı "com","net" olan, istediğin düzenlemeleri yapabileceğin sunuculara geç derim.
Sevgiler.

Alp ve Ege'nin Annesi dedi ki...

Örtunun arkasindaki orospuluk diye bir belgesel filim seyretmistim Iran hakkinda! Gecici, sureli nikahlar para karsiligi; devrim polisini rusvetle susturmalar; kapalilik mustehcenligi artirira kanit birsuru ayrinti, offf icim daralmisti...

Basak dedi ki...

Bu bilgilerin ve yorumların hiç birine şaşırmıyorum. İran bir siyasi rant oyununun ilk kurbanlarından biri. Ortadoğu halklarına has bazı muhafazakarlıkları, bu oyunun kolayca sahne almasına yardımcı olmuş. Sanırım gezdiğin eski saraylardan İran'ın özünde nasıl derin ve aydın bir kültür geçmişi olduğunu anlamışssındır.ama ya şimdi? şu eğreti baş örtüsü takmış kız çocukları içimi cızlattı:(