11 Kasım 2010 Perşembe

Merv - Türkmenistan

Aşkabat’tan sabahın tam köründe kalkan bir uçakla Türkmenlerin Mari olarak adlandırdığı şehre uçarken, orta okul ve lise yıllarımın sarı, solgun yapraklı tarih kitaplarına gidiyor aklım. Az ezberlemeye çalışmamıştım bizim Merv olarak bildiğimiz Mari’yi ve Büyük Selçuklu Devletini. Ne de olsa bir zamanlar tarih ve ezber eş anlamlı sözcükler gibiydi. Ezberlenen onca tarihten, savaştan ve barıştan ise aklımda kala kala Anadolu’ya ulaşan Türklerin uzun yolculuklarına buradan başladığı kalmış. Yani Ata yurduna dönüş oluyor bir anlamda bizimkisi..


Antik Merv şehri bugün büyük çöllük bir alan. Önce Cengiz’in sonra da Timur’un yağmalarından ve yıkımından kurtulabilen ve de yıllara da direnebilen birkaç eser ise restore edilmiş.

Merv’e Türklerin toplu olarak gelip yerleşmeye başlamaları 1035 yılı civarları, 1040’da ise Selçuklular buraya egemen oluyorlar ve sonrasında Merv İpek Yolu’nda çok önemli bir merkez haline geliyor, Büyük Selçuklu Devletine başkentlik yapıyor.

Merv’deki en önemli eser Alp Arslan’ın torunu Sultan Sencer’in (1085-1157) türbesi. Oldukça yüksek ve nereden bakılırsa bakılsın görülebilen bir yapı. T.C. Devleti tarafından restore edilmiş ve deyim yerindeyse taş gibi yepyeni bir bina yapmışız. Restorasyon çok zor bir iş, eğer bir binayı restore ederken oradaki tarihin izlerini, dokunuşlarını korumayı beceremiyorsanız, sadece sağlamlaştırıyor, yeniden yapıyorsanız ortaya replika eserden fazla bir şey çıkmıyor. İşte burada da böyle olmuş her şey yepyeni, sapasağlam…Halbuki çölden esen rüzgarın fısıltılarında ne kadar çok hikayeler dinleyebilirdim burada…




Türkmenistan’da gördüğüm tüm türbelerde olduğu gibi burada da ciddi bir adak yığını var. Çaput bağlamak daha az olsa da, ev isteyenlerin birbirine çatıp durdurdukları taşlar türbenin etrafındaki araziyi adeta işgal etmiş. Buralarda türbeleri tavaf etme geleneği de çok yaygın. Yerel halk mutlaka dua ederek birkaç kez bunların etrafında dönüyor..



Merv şehrinin yıkılmış, erimiş surlarını ise hemen hemen her yerden görebilmek mümkün. Bir zamanlar bu kerpiç surların yüksekliğinin 12-15 metrelere ulaştığı ve içinde / dışında son derece canlı ve renkli bir yaşamın sürdüğünü, bugünkü çölün boşluğunda hayal edebilmek oldukça güç..



Bir zamanlar İpek Yolun da önemli bir nokta olan Merv’e karavanlar , yedi gün süren zorlu bir yolculukla geçtikleri Karakum çölünü aştıktan sonra ulaşırlarmış. Büyük zenginlikler vaat eden İpek Yolu macerasına kalkışanların 1/3 ü bu yolculuğu hiçbir zaman sonlandıramazlar ve en çok kayıp da Karakum çölünün geçişi sırasında verilirmiş..

Merv’in bana göre en güzel yapısı ise Kızlar Sarayı..Gofralı yani girintili çıkıntılı yapılara çok güzel bir örnek olan saray aradan geçen bin yılın tüm yıpratıcı ögelerine kısmen dayanmayı başarmış. Normalde üç katlı bir bina iken, uzun zamandır üst kat tamamen ikinci katın üzerine yıkılmış durumda. Biraz ilerisinde ufak kale halk arasında oğlan kale olarak bilinse de, tarihi olarak isimleri büyük ve küçük kız kulesi ve her ikisinde de kızlar kalırmış. Buraya gelen bir Arap’ın kızı için inşa ettirdiği düşünülüyor.





Moğolların yıkımına uğrayan bu kulelerin halk arasında anlatılan hikayesi de çok güzel. Rivayete göre erkeklerin yaşadığı kuleden kızların yaşadığı saraya yılda bir kez elma atmaya izin varmış. Elmayı oraya ulaştırmayı başaran oğlan ise, kaleden dilediği kızla evlenebilirmiş..Aralarında ki mesafe oldukça uzak ve böyle hikayeleri çok seven ben, tam bu iş nasıl oluyor acaba diye düşünürken, rehberimiz oğlanların kısa bir süre sonra ip sapanını icat ettiğini anlatınca, gizem çözülüyor..




Merv’deki son durağımız, buranın en renkli ve hareketli yeri olan Hoca Yusuf Hamedani türbesi. Kendileri Nakşibendi yolundan gelen bir evliya olurmuş. Ahmet Yesevi ve Bahattin Nakşibendi’nin hocası olarak bilindiği gibi, 10.000 kere Kuran’ı hatim ettiği ve 38 kez de yürüyerek hacca gittiği söyleniyormuş..


Daha öncede yazdığım gibi buralarda türbe ziyaretleri ve adak adamak inanılmaz derecede çok. Her bir türbenin etrafını birkaç kere tavaf etmeden bırakmıyor Türkmenler. Ama tüm gördüklerim içinde en ilginci ise buranın hemen yakınında bulunan melekler kuyusu. Ama orası Orta Asya inançlarını yazmayı planladığım başka bir yazının konusu olsun.. Çok yakında…..

Hamedani türbesinin en keyifli yanı ise etraftaki cıvıl cıvıl insan kalabalığı. Türbenin bahçesinin bir ucunda açık mutfaklar var, burada kurban edilen hayvanların etleri pişirilip, pilav eşliğinde gelen misafirlere ikram ediliyor. Israrla beni de yemekhaneye davet ediyorlar. Gelen yemeklerin kokusu ağzımı sulandırsa da, önümüzdeki uzun dönüş yolculuğunu düşünerek , korkudan reddetmek zorunda kalıyorum, çünkü buralarda temizini geçtim herhangi bir tuvalet bulabilmek çölde vaha gibi bir şey..





Birde burada çok hoşuma giden bütün bahçeleri kaplayan kırmızı gelincikler oldu. Demek dağda bayırda, kendi keyfine göre açmasının yanında böyle bahçelerde de ehlileştirilebiliyormuş.

2 yorum:

zarocean dedi ki...

bu benim hazırladığım bitirme ödevim için çok güzel makale oldu teşekkürler

Unknown dedi ki...

sayın blogger
türkmenistan mary şehrinde çalışıyorum ve rast geldiğim bu blog benim için iyi bir ziyaret rehberi oldu.Teşekkür ederim.emeğinize sağlık.