8 Mayıs 2011 Pazar

Semerkant

Semerkant çok güzel bir şehir, bizim Türkiye’de hep özlemini çektiğimiz cinsten çok yeşil bir şehir. İklimi de insanı yakıp kavuran Buhara’ya göre çok daha iyi. Tarih boyunca da hep böyle olmuş. Marakanda adıyla anıldığı yıllarda, MÖ 329 yılında Büyük İskender burayı ele geçirdiğinde, tarih kitaplarında anlatıldığına göre, yol ve savaş yorgunluğunu uzunca bir süre burada dinlenerek geçirmiş. Hatta tek çocuğunun annesi olacak kadına da burada aşık olmuş..



16. yüzyıla ulaşıldığında, Semerkant Orta Asya’daki en büyük ve en zengin şehirdir. 17. Yüzyıla ulaşıldığında, şehrin en ünlü meydanı Registan artık bugünkü halini almıştır. Meydandaki en eski yapı, sol tarafta kalan Timur’un torunu ve devrin ünlü astronomu Uluğ Bey adına 1417 yılında yaptırılan medrese. Tam karşısında 1617 yılında yaptırılan bir başka medrese Şirdar ve tam ortalarında da 1661 yılında yapılan Tilyekari medrese.


Uluğ Bey kendi adını taşıyan medreseyi astronomi çalışmalarını yürütmek ve öğretmek için yaptırmış, ve burada kendisinin de ders verdiği biliniyor. Bugün Uluğ Bey’i ders verirken gösteren çok güzel bir heykel grubu da medresenin içinde. Medresenin kapısında ise yazan yazı çok hoş ‘’Bu kapıdan geçen, gökyüzünün sırrına erecektir’’ Ancak tabi ki bu işler sadece kapıdan geçmekle olmayacağı için, Uluğ Bey’in ölümünden sonra Semerkant’da yaptırdığı ve o günün koşullarında dünyanın en iyi gözlemevi olarak kabul edilen ünlü rasathanesi, içinde yaşayan kırk cini kovmak amacıyla yıkılır. Bugün cin kovucuların adı sanı bilinmez ama Uluğ Bey’in Galile’nin 200 yıl sonra yapacağı gibi dinsel katkıya şiddetli bir eleştiri getirmek amacıyla söylediği şu sözler, anlayabilenlerin ruhlarına yüzyılların ötesinden meltem gibi eser. ‘’ Dinlerin getirdiği sis gibi dağılabilir, krallıklar yok olur, ancak bilimin çalışmaları ile ortaya çıkarılan sonuçlar sonsuzluğun hanesine kaydedilir.’’

Özbekistan’daki her tarihi yapıda olduğu gibi medreselerin içi turistik eşya satıcıları ile dolu. Hatta müze görevlilerinin bile, size bir şeyler satmak istemesini, bir süre sonra yadırgamamaya başlıyor insan. Ama renk renk Özbek suzenilerine de bakmadan geçmek neredeyse imkansız..

Bu yapıların tamamlandığı yıllar artık Semerkant’ın son parlak yıllarıdır. 1700’lü yıllara gelindiğinde artık tüm medreseler boşaltılmış ve binalar yaklaşık 300 yıl kendi kaderine terk edilmiştir. Rus araştırmacılar burasını neredeyse bir toprak yığınının altında bulmuşlar ve sonrasında uzun bir restorasyon çalışması sonucu bu hale getirmişler. Sovyetler Birliği döneminde de Registan meydanı halk mahkemelerinin ve infazların yapıldığı yer olmuş.Hikayeleri, hayaletleri çok olan bir yer burası..





Semerkant tarihi eserlerle bezeli bir şehir olsa da, görsel medyada en çok kullanılan yeri bir mezarlık, ama tabi sıradan bir mezarlık değil burası. Şahı Zinde isimli bir evliyanın türbesinin etrafı 9.yüzyıldan beri Semerkant’ın mezarlık alanı olarak gelişmiş.14. ve 15 yüzyıllarda Timur ailesinin kadınları da buraya gömülmüş. Etrafı bugün de mezarlık olarak kullanılmakta. 40 merdiven ile ulaşılan ana yolunun sağı ve solu, adeta değerli bir kolyenin taşları gibi yan yana dizilmiş, mavinin her tonuna bulanmış türbeler ile dolu. Orta Asya’da bizde olduğu gibi türbe ziyaretleri çok seviliyor, dolayısıyla Semerkantlılarla da günün her saatinde burada.

Semerkant’ın bir başka güzel yapısı da 36 metre yüksekliğe, 46 metre genişliğe sahip kapısı ile sizi karşılayan Bibi Hanım Cami. Bibi Hanım Timur’un Çin’li olduğu tahmin edilen eşi. Timur, Hindistan seferinden elde ettiği filler dolusu altınla 1397-1398 yıllarında, 1,5 yıl gibi çok kısa bir sürede bu camiyi inşa ettirmiş. Çok hızlı yapıldığı için, çok da sağlam olmamış ve ileriki yıllarda içinde çatlaklar oluşmaya başlayınca, meydandaki cami kullanılmaya başlanmış.




Efsanevi Timur ve güzelliği dillere destan bir Bibi Hanım olur da, İpek Yolunda onların hikayeleri anlatılmaz mı??? Asırlar boyunca kulaktan kulağa aktarılırken, hikaye ne kadar değişikliklere uğradı bilinmez ama benim kulağıma anlatılana göre Timur, Bibi Hanım’a çok güvenir ve sefer için Semerkant’dan ayrıldığında tüm işlerini ona devredermiş. Yine bir başka seferde olan Timur bu caminin inşaatını da Bibi’ye emanet etmiş ve döndüğünde bitmiş olmasını istemiş.

Timur’un seferden dönmek üzere olduğunu haber alan Bibi, bakmış ki cami de işler çok yavaş ilerliyor, bu işin sorumlusu olarak gördüğü mimarı yanına çağırmış ve bir an önce inşaatı bitirmesini emretmiş. Ama bizim mimar Bibi’ye sevdalı, gönlü ne ferman dinliyor ne de Timur’un dillere destan gazabını.

‘’Cami’yi bir şartla bitiririm’’ demiş mimar, ‘’eğer bu kulunuza bir öpücüğü çok görmezseniz..’’ Bibi mimara başka kızlar, büyük paralar önerdiyse de, onu kararından caydıramamış ve sonuçta razı olmuş. Derler ki mimar Bibi’yi tüm hasreti ve tüm aşkı ile öptüğünde, yanağında bu öpücüğün izi kalmış ve Bibi ne yaparsa yapsın bu izi silememiş. Tabi bu işi önce gören,sonra da öğrenen Timur hem Bibi’yi, hem de mimarı bu caminin kapısının üzerinden attırıvermiş, ve yine anlatılanlara göre Bibi gitti giderken, mimar kanatlanıp kuş olup Hicaz’a uçmuş. Kadınların yazgısı bu coğrafyada hiç değişmiyor galiba. Bu tarihten sonra da Timur’un talimatı üzerine, kadınlar yüzlerini başkalarına göstermemek için peçe takmaya başladı derler.

İpek Yolu’nda masalların hiç sonu yok değil mi???

Son fotoğraflar aslında en çok sevdiğim yerden: Semerkant pazarı



Hiç yorum yok: