Sabah karargâh merkezinde toplandık ve MAN marka kamyonların arkasına doluştuk, açıkta ayakta gittik, bir süre sonra ana yoldan ayrıldık. Ağrı'ya çıkan toprak yol ise felâket, 2.000 metre civarında kamyonlar daha fazla gidemediler. Annesinden süt emen tayın fotosunu çekerken yukarı zirveye doğru baktım. Ve bir anda soğuk ter boşandı. Mağrur ve heybetli Ağrı herkesi aşağılıyordu.
Orada bekleyen onlarca katırcıya eşyalarımızı emanet ettik. Ağrı'daki mevcut katırcı mafyasının başının o sene rakip katırcıyı nasıl vurdurtup katır cennetine yollattığını öğrendik. Ayrıca, elindeki tapuda "Ağrı Dağı" yazan bu ağanın bu bölgedeki en nüfuzlu kişi olduğunu da..:-)
3.200 metredeki ilk kampımıza kadar 1.000 küsur metreyi hızlı tempoda çıktık. Çadırları kurduk. Bir sonraki kamp yeri olan 4.200 metrede 250 kişilik çadır yeri olmadığından zirveye çıkış için ekibi ikiye böldüler. Biz orada kalan ikinci ekipte yer aldık. Benim 5 kişilik arkadaş grubum, tortulu kaynak suyunun ve yüksek rakımın da etkisiyle telef oldu: İlk gün akşam itibarıyla hemen herkes bağırsak ve mideyi bozup baş ağrısına yakalanmıştı.
Ödünç aldığım çadırı arkadaşlarıma verip, iki kişilik çadırda iki kişi kalan, tecrübeli iki dağcı olan Bora ve Yasin'e katıldım.
O gece çadırdaki kadar bunaldığımı pek hatırlamıyorum.
Uyku tulumu zaten klostrofobik bir şey, ayaklarınız yapışık, içeride hareket edemiyorsunuz. Üstelik ben “sazan gibi” kıyafetimle yatmışım. Gecenin birinde uyandım. Hareket edemiyorum. Çadırı meyilli arazide kurmuşuz, uyku tulumu üzerinde bulunduğu mattan aşağı dogru kaymış. Sağımda ve solumda nefes mesafesinde iki kişi, ortadayım, adamları uyandırmamak lazım... Yarabbi!
Uyku tulumundan nasıl zar zor çıktığımı, bacaklarımı ve kollarımı nasıl oynattığımı hatırlamıyorum. Doğrulup biraz nefes almaya çalıştım. Çadırın içi buz gibi. O sabahı nasıl ettim bir ben bilirim.
…
Ertesi gün (28 Ağustos) herkesin sağlığı düzeleceğine bozuldu, bende ise pek bir farklılık yok: Sabah iki, akşam iki posta kamp civarında gizlenecek kayalık arayıp doğayı şenlendiriyorum. Bağırsakların durumu vahim, çok etkili bir ilacı (beton ilacı diye tabir ettiğimiz Lomotil) çifter çifter almama rağmen beni sadece gün içi idare edebiliyor.
Bu arada ilginç şeyler olmuyor değil. Mesela, Bora ile gün batımını seyredelim dedik, biraz kamptan uzaklaştık, bir anda 3-4 metre önümüzde kayalıkların ardında bir adam telaşlı bir şekilde ayağa kalkıp pantalonunu çekiştirmeye başladı. Bilmeden adamın hususi WC'sine girmişiz. :-))
…
29'u sabahı üst kamp icin yola koyulduk. Yolda bizim 15 kişilik ekibin liderinin yanlış rota seçimleri yüzünden “çarşak”lara (taşlık zemin) girmemiz dışında vukuatımız yok. Ancak, 4.200 metreye önceden varıp çadır yeri seçmiş olmamıza rağmen, grup dökülüyor. Biri ishal, tuvalet için acil yer arıyor; diğerleri istifra ediyor (nazik Arapların kusma faaliyeti). Bora ise çadırdan başını çıkaracak durumda değil, Doğubeyazıt'a gidip serum bağlatmaktan söz ediyor.
Akşam bizim gazlı ocak tutuşmayınca yan çadırdan ödünç ocak alıp Bora ile çorba yapıyoruz. Ben çadırın önünde çömelmişim, o da içeride doğrulmuş çorbayı karıştırıyor. O sırada olan oluyor, biraz önce "miden kötü ise torba al yanına" dediğim Yasin tepkili motor gibi dışarı sarkıp üzerime...
...kusuyor.
Ayağa fırlamakta yeteri kadar hızlı hareket edemiyorum maalesef, polar pantolon batıyor. İşin kötü tarafı pantalonu ertesi gün zirve çıkışında giymek zorundayım. Nitekim, pantalonu temizlememe rağmen, ertesi gün her sol adım atışımda burnumun direği kırıldı.
İşin bir başka yönü ise çorba. Acaba Yasin istifra ederken hemen yanındaki çorba tenceresine sıçrattı mı? Fenerle tencereye bakıyorum, bir şey göremiyorum. Bardağımı daldırıp içini çorba ile dolduruyorum ve içmeye başlıyorum. Vee, ağzıma gelen bir parça ile sorunun cevabını öğreniyorum.
Maalesef, çorbaya yabancı bir madde karışmış... :-((
Çadır önündeki “kuskus”lu bölgeyi toprakla kapatıyorum, çorba yapılan tencere ve bardakları da elde kalan son su ile temizliyorum. Bu arada, Murphy kanunları hâlâ geçerli olsa gerek ki hava karardığında el fenerimin pili bitiyor. Çanta hafiflesin diye yedek kalem pilleri Doğubeyazıt'ta bırakan ultra zeki zat-ı muhterem'e (yani ben :-)) ) saygılar.....Fener bitince de çadırın kazıklarına ayağım takılıyor ve yeni yıkadığım kap-kacak paldır küldür yeri boyluyor...
O gece karnım doymayınca, çadır kurulan bölgeleri ayıran kayalardan atlayıp yan komşunun makarnasına dadanıyorum. Yağsız ve tuzsuz makarna yanında çay! Bu mükellef akşam yemeği kaskatı kesilmiş pide ve krem peyniri ile şenleniyor. Yatmadan önce, çadır arkadaşımdan kafaya monte edilen feneri ödünç alıp kayalar üzerinde akrobasi yaparak, Doğubeyazıt'a nazır tuvalet güzel bir fikir. Bacaklarımın arasından süzülen “meltem” sayesinde popomun bu kadar üşüdüğünü ise hiç hatırlamıyorum. :-)))
Yattıktan 2 saat kadar sonra, Yasin'in böğürmesiyle zirve öncesi derin bir uyku çekme hayalim suya düşüyor.
Sabah 03.00'de kalkış... Zirve için son etap… ama çadırdakilerin gelecek halleri pek yok.. Koca gruptan bir tek ben çıkacağım! Foto çantasını boşaltıp su, emniyet kemeri gibi malzemeleri dolduruyorum. Yine yan çadırdan arak bir bardak çorba ile sabah kahvaltısını edip karanlık ve ayazda Robocop gibi kat kat giyinip yukarı yollanıyorum. Yukarı kamp yeri hareketli, ben kazmayı sabitlemek için bir ip sorunca, grup lideri kazmayı sırtımdan aşağı sokuveriyor.
"Şükür Allah’ıma, bir de aşağıdan soksaydı halim nice olurdu?" diye avunuyorum.. ;-)
Liderimiz canlı bir sesle, "Herkes hazır mı, kuvvetli kahvaltı ettiniz mi?" diye sorduğunda ben "keh küh, ben pek edemedim" diye geveliyorum. Karanlıkta yüzü seçilmiyor ama cevabındaki ses tonundan beni ilk görüşte çok sevdiği anlaşılıyor.
Karanlık.... Kimse fenerini kullanmıyor, öndekinin konsantrasyonunu bozmamak için. Çok dik bir yamacı, kayaları tırmanarak yürüyerek çıkıyoruz. Açlığı ballı çubuk yiyerek gidermeye çalışıyorum. 1.5 saat kadar sonra gün ağırıyor. Hava serin ama manzara bunu unutturuyor. Manzara dediysem önde yürüyen hanımın narin hatları. Şaka şaka... ;-)
Bu arada son derece sakin gözüken 4.200 metre kampında, arkamda yürüyen dağcının kolunun incindiğini öğreniyorum. Önceki gece çadırlarının üstüne bir kaya parçası düşmüş !
Zirveye doğru yavaş fakat herkesi geride bırakan bir tempo ile çıkıyorum. Herhalde ishal turbo etkisi yaratmış olmalı...Bakıyorum da, çıkarken rakım (yükseklik) hastalığına yakalanan bir doktor, herkese tavsiye ededurduğu tedaviyi kendisi için uyguluyor: İyi hissedene kadar yokuş aşağı inerek basınç dengesini yakaladıktan sonra o seviyede biraz dinlenip, sonra tekrar çıkmayı deniyor yani.
4.900 metreye gelince, o ana kadar sabreden kalbim fazla mesai yapmaya başlıyor. Geri inme metodunu pas geçip sık sık mola veriyorum. Kelebek kalbim bir süre sonra ancak duruluyor.
5.000 metreye gelince, artık her yer karla kaplı. Tecrübeli bir dağcı çıkışın en tehlikeli noktası olan geçit öncesi bana yardım ediyor, emniyet kemerimi takıyor... İpin nasıl bağlanacağını, klipsin nasıl takılacağını, botların altına geçirilen kramponların nemenem birşey olduğunu öğreniyoruz. En ilginci ise kazma: eğer ayağımız kayar da buzulda düşersek, emniyet kemeri tutmadığı takdirde hayatımızı kurtaracak alet bu. Kazmayı kara bütün gücümüzle saplamamız gerek... Yoksa aşağı doğru yuvarlanıp oradan gözükmeyen uçuruma düşebilirmişiz. Tıpkı Atlas Dergisi’nden tecrübeli dağcı İskender’in fotoğraf çekerken ayağının kayıp Cehennem Deresi denilen bu yerde birkaç ay önce hayatını kaybetmesi gibi. Çok sevimli.
Tek başıma hafif yana meyilli tepede, emniyet kemerinin klipsini ipe geçirip yürüyorum. Bu ip hattını sabah ilk çıkan tecrübeli grup döşemiş. Her 20 metrede bir kazık olduğu için durup klipsi eski ipten çıkarıp yeni ipe bağlamak gerekecek.
O anda ayağım kaysa? Kazmam var ya!
Aslında sandığınız kadar zor birşey değil, uçurumu görmediğimiz için çok heyecanlı da sayılmaz.:-))
Asıl zorluk ise, dik tepeyi çıkarken sağdan esen rüzgâr. Dondurucu! Yorulunca durmak istiyorsun, ama, o kadar soğuk ki, durmak donmak demek. Hava süper, istisnai bir şekilde gökyüzü açık ve mavi. Dağcıların hep dedikleri gibi: Ağrı'nın zirvesindeki hava durumunu aşağıdan kestirmek neredeyse imkânsız. Aşağıda yaz varken burada kış kıyamet olabiliyor, ya da tam tersi...
Buzullaşmış karların şekilleri ise gerçeküstü görüntüler arz ediyor...
En sonunda Türkiye, Orta Doğu ve “Balkanlar”ın zirvesine ulaşıyorum. 5.137 metre.
Küçük Ağrı, neredeyse 4.000 metre ama, ufacık gözüküyor.
Dünyaya tepeden bakmak ilginç bir duygu. "Becerdim" diyorum.
Birkaç foto çektikten sonra bir kareyi de oradakilerin beni çekmeleri icin ayırıyorum. Ancak, foto çekmek için eldivenlerimi her çıkardığımda ellerim donuyor ve hissizleşiyor. Morardıklarını gördüğümde ise inmeye karar veriyorum.
Orada bekleyen onlarca katırcıya eşyalarımızı emanet ettik. Ağrı'daki mevcut katırcı mafyasının başının o sene rakip katırcıyı nasıl vurdurtup katır cennetine yollattığını öğrendik. Ayrıca, elindeki tapuda "Ağrı Dağı" yazan bu ağanın bu bölgedeki en nüfuzlu kişi olduğunu da..:-)
3.200 metredeki ilk kampımıza kadar 1.000 küsur metreyi hızlı tempoda çıktık. Çadırları kurduk. Bir sonraki kamp yeri olan 4.200 metrede 250 kişilik çadır yeri olmadığından zirveye çıkış için ekibi ikiye böldüler. Biz orada kalan ikinci ekipte yer aldık. Benim 5 kişilik arkadaş grubum, tortulu kaynak suyunun ve yüksek rakımın da etkisiyle telef oldu: İlk gün akşam itibarıyla hemen herkes bağırsak ve mideyi bozup baş ağrısına yakalanmıştı.
Ödünç aldığım çadırı arkadaşlarıma verip, iki kişilik çadırda iki kişi kalan, tecrübeli iki dağcı olan Bora ve Yasin'e katıldım.
O gece çadırdaki kadar bunaldığımı pek hatırlamıyorum.
Uyku tulumu zaten klostrofobik bir şey, ayaklarınız yapışık, içeride hareket edemiyorsunuz. Üstelik ben “sazan gibi” kıyafetimle yatmışım. Gecenin birinde uyandım. Hareket edemiyorum. Çadırı meyilli arazide kurmuşuz, uyku tulumu üzerinde bulunduğu mattan aşağı dogru kaymış. Sağımda ve solumda nefes mesafesinde iki kişi, ortadayım, adamları uyandırmamak lazım... Yarabbi!
Uyku tulumundan nasıl zar zor çıktığımı, bacaklarımı ve kollarımı nasıl oynattığımı hatırlamıyorum. Doğrulup biraz nefes almaya çalıştım. Çadırın içi buz gibi. O sabahı nasıl ettim bir ben bilirim.
…
Ertesi gün (28 Ağustos) herkesin sağlığı düzeleceğine bozuldu, bende ise pek bir farklılık yok: Sabah iki, akşam iki posta kamp civarında gizlenecek kayalık arayıp doğayı şenlendiriyorum. Bağırsakların durumu vahim, çok etkili bir ilacı (beton ilacı diye tabir ettiğimiz Lomotil) çifter çifter almama rağmen beni sadece gün içi idare edebiliyor.
Bu arada ilginç şeyler olmuyor değil. Mesela, Bora ile gün batımını seyredelim dedik, biraz kamptan uzaklaştık, bir anda 3-4 metre önümüzde kayalıkların ardında bir adam telaşlı bir şekilde ayağa kalkıp pantalonunu çekiştirmeye başladı. Bilmeden adamın hususi WC'sine girmişiz. :-))
…
29'u sabahı üst kamp icin yola koyulduk. Yolda bizim 15 kişilik ekibin liderinin yanlış rota seçimleri yüzünden “çarşak”lara (taşlık zemin) girmemiz dışında vukuatımız yok. Ancak, 4.200 metreye önceden varıp çadır yeri seçmiş olmamıza rağmen, grup dökülüyor. Biri ishal, tuvalet için acil yer arıyor; diğerleri istifra ediyor (nazik Arapların kusma faaliyeti). Bora ise çadırdan başını çıkaracak durumda değil, Doğubeyazıt'a gidip serum bağlatmaktan söz ediyor.
Akşam bizim gazlı ocak tutuşmayınca yan çadırdan ödünç ocak alıp Bora ile çorba yapıyoruz. Ben çadırın önünde çömelmişim, o da içeride doğrulmuş çorbayı karıştırıyor. O sırada olan oluyor, biraz önce "miden kötü ise torba al yanına" dediğim Yasin tepkili motor gibi dışarı sarkıp üzerime...
...kusuyor.
Ayağa fırlamakta yeteri kadar hızlı hareket edemiyorum maalesef, polar pantolon batıyor. İşin kötü tarafı pantalonu ertesi gün zirve çıkışında giymek zorundayım. Nitekim, pantalonu temizlememe rağmen, ertesi gün her sol adım atışımda burnumun direği kırıldı.
İşin bir başka yönü ise çorba. Acaba Yasin istifra ederken hemen yanındaki çorba tenceresine sıçrattı mı? Fenerle tencereye bakıyorum, bir şey göremiyorum. Bardağımı daldırıp içini çorba ile dolduruyorum ve içmeye başlıyorum. Vee, ağzıma gelen bir parça ile sorunun cevabını öğreniyorum.
Maalesef, çorbaya yabancı bir madde karışmış... :-((
Çadır önündeki “kuskus”lu bölgeyi toprakla kapatıyorum, çorba yapılan tencere ve bardakları da elde kalan son su ile temizliyorum. Bu arada, Murphy kanunları hâlâ geçerli olsa gerek ki hava karardığında el fenerimin pili bitiyor. Çanta hafiflesin diye yedek kalem pilleri Doğubeyazıt'ta bırakan ultra zeki zat-ı muhterem'e (yani ben :-)) ) saygılar.....Fener bitince de çadırın kazıklarına ayağım takılıyor ve yeni yıkadığım kap-kacak paldır küldür yeri boyluyor...
O gece karnım doymayınca, çadır kurulan bölgeleri ayıran kayalardan atlayıp yan komşunun makarnasına dadanıyorum. Yağsız ve tuzsuz makarna yanında çay! Bu mükellef akşam yemeği kaskatı kesilmiş pide ve krem peyniri ile şenleniyor. Yatmadan önce, çadır arkadaşımdan kafaya monte edilen feneri ödünç alıp kayalar üzerinde akrobasi yaparak, Doğubeyazıt'a nazır tuvalet güzel bir fikir. Bacaklarımın arasından süzülen “meltem” sayesinde popomun bu kadar üşüdüğünü ise hiç hatırlamıyorum. :-)))
Yattıktan 2 saat kadar sonra, Yasin'in böğürmesiyle zirve öncesi derin bir uyku çekme hayalim suya düşüyor.
Sabah 03.00'de kalkış... Zirve için son etap… ama çadırdakilerin gelecek halleri pek yok.. Koca gruptan bir tek ben çıkacağım! Foto çantasını boşaltıp su, emniyet kemeri gibi malzemeleri dolduruyorum. Yine yan çadırdan arak bir bardak çorba ile sabah kahvaltısını edip karanlık ve ayazda Robocop gibi kat kat giyinip yukarı yollanıyorum. Yukarı kamp yeri hareketli, ben kazmayı sabitlemek için bir ip sorunca, grup lideri kazmayı sırtımdan aşağı sokuveriyor.
"Şükür Allah’ıma, bir de aşağıdan soksaydı halim nice olurdu?" diye avunuyorum.. ;-)
Liderimiz canlı bir sesle, "Herkes hazır mı, kuvvetli kahvaltı ettiniz mi?" diye sorduğunda ben "keh küh, ben pek edemedim" diye geveliyorum. Karanlıkta yüzü seçilmiyor ama cevabındaki ses tonundan beni ilk görüşte çok sevdiği anlaşılıyor.
Karanlık.... Kimse fenerini kullanmıyor, öndekinin konsantrasyonunu bozmamak için. Çok dik bir yamacı, kayaları tırmanarak yürüyerek çıkıyoruz. Açlığı ballı çubuk yiyerek gidermeye çalışıyorum. 1.5 saat kadar sonra gün ağırıyor. Hava serin ama manzara bunu unutturuyor. Manzara dediysem önde yürüyen hanımın narin hatları. Şaka şaka... ;-)
Bu arada son derece sakin gözüken 4.200 metre kampında, arkamda yürüyen dağcının kolunun incindiğini öğreniyorum. Önceki gece çadırlarının üstüne bir kaya parçası düşmüş !
Zirveye doğru yavaş fakat herkesi geride bırakan bir tempo ile çıkıyorum. Herhalde ishal turbo etkisi yaratmış olmalı...Bakıyorum da, çıkarken rakım (yükseklik) hastalığına yakalanan bir doktor, herkese tavsiye ededurduğu tedaviyi kendisi için uyguluyor: İyi hissedene kadar yokuş aşağı inerek basınç dengesini yakaladıktan sonra o seviyede biraz dinlenip, sonra tekrar çıkmayı deniyor yani.
4.900 metreye gelince, o ana kadar sabreden kalbim fazla mesai yapmaya başlıyor. Geri inme metodunu pas geçip sık sık mola veriyorum. Kelebek kalbim bir süre sonra ancak duruluyor.
5.000 metreye gelince, artık her yer karla kaplı. Tecrübeli bir dağcı çıkışın en tehlikeli noktası olan geçit öncesi bana yardım ediyor, emniyet kemerimi takıyor... İpin nasıl bağlanacağını, klipsin nasıl takılacağını, botların altına geçirilen kramponların nemenem birşey olduğunu öğreniyoruz. En ilginci ise kazma: eğer ayağımız kayar da buzulda düşersek, emniyet kemeri tutmadığı takdirde hayatımızı kurtaracak alet bu. Kazmayı kara bütün gücümüzle saplamamız gerek... Yoksa aşağı doğru yuvarlanıp oradan gözükmeyen uçuruma düşebilirmişiz. Tıpkı Atlas Dergisi’nden tecrübeli dağcı İskender’in fotoğraf çekerken ayağının kayıp Cehennem Deresi denilen bu yerde birkaç ay önce hayatını kaybetmesi gibi. Çok sevimli.
Tek başıma hafif yana meyilli tepede, emniyet kemerinin klipsini ipe geçirip yürüyorum. Bu ip hattını sabah ilk çıkan tecrübeli grup döşemiş. Her 20 metrede bir kazık olduğu için durup klipsi eski ipten çıkarıp yeni ipe bağlamak gerekecek.
O anda ayağım kaysa? Kazmam var ya!
Aslında sandığınız kadar zor birşey değil, uçurumu görmediğimiz için çok heyecanlı da sayılmaz.:-))
Asıl zorluk ise, dik tepeyi çıkarken sağdan esen rüzgâr. Dondurucu! Yorulunca durmak istiyorsun, ama, o kadar soğuk ki, durmak donmak demek. Hava süper, istisnai bir şekilde gökyüzü açık ve mavi. Dağcıların hep dedikleri gibi: Ağrı'nın zirvesindeki hava durumunu aşağıdan kestirmek neredeyse imkânsız. Aşağıda yaz varken burada kış kıyamet olabiliyor, ya da tam tersi...
Buzullaşmış karların şekilleri ise gerçeküstü görüntüler arz ediyor...
En sonunda Türkiye, Orta Doğu ve “Balkanlar”ın zirvesine ulaşıyorum. 5.137 metre.
Küçük Ağrı, neredeyse 4.000 metre ama, ufacık gözüküyor.
Dünyaya tepeden bakmak ilginç bir duygu. "Becerdim" diyorum.
Birkaç foto çektikten sonra bir kareyi de oradakilerin beni çekmeleri icin ayırıyorum. Ancak, foto çekmek için eldivenlerimi her çıkardığımda ellerim donuyor ve hissizleşiyor. Morardıklarını gördüğümde ise inmeye karar veriyorum.
Yarın, üçüncü ve son bölümde dağdan iniş ve ekip üyelerinin durumu....
1 yorum:
İnanılmaz keyif aldım.Erdem arkadaşın ,esprili anlatımı,bu muhteşem tırmanışın renklerine renk katmış.Söylemeden geçemiyeceğim,Erdem arkadaşım,neyseki Murphy kampta kalmış,tırmanışta yanınıza uğramamış...umarım inişte de uğramamış olsun. :D
Varsın kamp alanında,fenerin piliyle,temiz kapkacağın devrilmesiyle,çorbanın içine yabancı maddenin sıçramasıyla uğraşsın(valla burda resmen koptum :D )...Zaten kanunları bu gibi durumlar için değil mi? O, bunlarla uğraşırken,sizde ona çaktırmadan zirveye ulaşıp bu güzel resimleri ve izlenimleri bizimle paylaştınız.Tekrar diyorum, umarım iniştede sizi ve ekibi fark etmesinde,rahat bir iniş yaşayın.
3.bölümü iple çekiyorum.Ve Ayşegül,bu güzel yazıyı bizimle paylaştığın için sana çok teşekkür ediyorum.
Yorum Gönder