Myanmar’daki İnle Gölü, Kevin Costner’ı göremeseniz de, insanı bir anlamda o su dünyasına götüren büyüleyici bir bölge. Bu gölün etrafında ve içinde yaşayanlar ülkedeki etnik çoğunluk Şan’lardan daha farklı bir halk, İnta’lar.. Sözcüğün anlamı ise göl’ün oğlu. Nüfuslarının 200.000 kadar olduğu tahmin ediliyor bunların 70.000’i ise suyun üzerinde yaşayanlar.
Sanayinin olmadığı bu bölgede, tarım önemli bir geçim kaynağı. Son dönemlerde ise turizm önemli bir gelir kaynağı olma yoluna girmiş. Gölde yaşam suyun üzerinde geçiyor. Tüm ulaşım ince uzun kayıklarla yapılıyor. Biz de onların motorlu tipiyle bütün bir gün boyunca gölün üzerinde oradan oraya gidip durduk.
İnle’nin en önemli simgesi balıkçıları. Simge’den daha çok bence göl’ün süsleri, dekorları...İnce uzun kayıklarında, ayakları ile kürek çeken bu balıkçıları günün her saatinde görebilmek mümkün. Ayağı ile kürek çekerken, boşta kalan elleri ile balık ağlarını atıyorlar, topluyorlar...
Burada kara nerede başlayıp, nerede bitiyor anlamak çok mümkün değil. Tamamen suyun üzerinde kazıklara oturtulmuş tapınaklar ve evler olduğu gibi bir kısmı da sanki kıyıda ama hangileri çok da emin olamadım. Gölde tarım yüzen bahçelerde yapılıyor. Inta’lar Bataklık çamuru, su ve toprağı birleştirerek son derece bereketli bahçeler oluşturmuşlar. Bu toprak parçalarıda gölün üzerinde oradan oraya sürüklenmemesi için bambu sopalarla gölün dibine bağlanıyor. 1 metre kalınlığında bir toprak parçası ise ancak 50 yılda oluşturulabiliyormuş. Bu bahçe adacıklar son derece düzenli yerleştirilmiş, ve gölün üzerinde kanallar, caddeler oluşturulmuş. Şehircilik anlayışı kesinlikle bizden iyi. Bu bahçelerde çeşitli çiçekleri, ve pek çok sebzeyi yetiştirebiliyorlar. Benim en hoşuma gidenlerse muz ağaçları ve bir kaç yerde gördüğüm kafesler içinde yetiştirdikleri domuzlardı..
Su ihtiyacı doğal olarak gölden karşılanıyor. Yemek, içmek ve benim en hoşuma giden diş fırçalamak. Hatta gömmek veya yakmak zor seçenekler olduğu için, ölülerini bile gölün derin kısımlarına bir taş bağlayarak bırakıyorlarmış.Aslında tam bir yaşam döngüsü değil mi? Ölüleri yiyen balıklar, balıkları yiyen insanlar.. Böyle düşününce yaşam aslında hiçde karışık bir şey olarak gözükmüyor..
Budist bir ülkede olduğunuz için, suyun üzerinde olsanız bile tapınaklardan kaçma ihtimaliniz yok. En önemlisi Pong Do U Pagodası. Burada 12. yüzyılda kalma, kutsal kabul edilen 5 adet Buda heykeli var. Bunlar altınla kaplanmış, büyükçe patateslere benzeyen figürler. Her tarafta kocaman ve aynı tarz Buda heykellerini gördükten sonra bu ufak ve modernize edilmiş figürler bana son derece hoş ve değişik gelmişti. Meğerse işin aslı öyle değilmiş, altın varakla kaplana kaplana bu ufak heykeller zaman içinde irice patateslere dönüşmüşler, sanırım eski hallerini de hatırlayan kalmamış olacak ki, Pagoda’nın içinde sergiledikleri eski fotoğraflarında da yine bu patates hallerindeler.
Ziyaret ettiğimiz bir başka yer ise, bence kesinlikle bir pazarlama başarısı olan, gölün üzerine inşa edilmiş, Sıçrayan Kediler Manastırı. İçerde tembel tembel yatan rahiplerden ve kedilerden başka pek bir şey yok ama bir zamanlar yaratıcı gücü yüksek olan rahiplerden biri nasılsa kedilere bir halkanın içinden atlamayı öğretmiş. Kediler biraz huysuzlansalar da, ödül olarak verilen kuru mamanın hatırına 3-5 kere halkanın içinden atlıyorlar. Bütün şov bundan ibaret, ama herkes bunu görmek için orada..
Akşam kaldığımız otel de, gölün üzerine yapılmış ahşap ve sazdan kulübeler. İçleri çok geniş, güzel döşenmiş ve son derece rahat ancak güneş çekilince hava öylesine soğuyor ki. Bu birde gölün nemi ile birleşince bütün bir geceyi titreyerek geçiriyorum.
Buradan beynime kazınan son bir görüntüde güneşin son ışıklarının yerini yavaş yavaş gecenin karanlığına bıraktığı zamanlardan kalma. Ne var ne yok, sıkı sıkı giyinmiş, sarınmış, balkonda viskimi içip, hiç olmazsa biraz içerden ısınmaya çalışırken, elinde fenerle bir adam yavaş yavaş kürek çekerek geldi ki, etrafta onun küreklerinin suya değerken çıkardığı sesten başka hiç bir ses yoktu. Ağır ağır teknesiyle birinden öbürüne giderek, göle bambu çubukların üzerine asılmış fenerleri yakmaya başladı. Zamanın donduğu, an’ın yaşandığı o çok ender zamanlardan biriydi. Adam belkide bunu her Allahın günü yapıyordu ama ben yarı ipnotize olmuş bir biçimde bu ufak töreni izlerken kendimi çok şanslı ve özel hissettim. Myanmar’ın insan üzerinde böylesi bir etkisi var galiba....
9 yorum:
Bütün bu anlatıların, resimlerle bir kitapta toplandığını hayal ediyorum da...
Tüm bu anlatılanlar,fotoğraflar muhteşem. Bu dünyadamı oluyor tüm bunlar? Dünya kesinlikle küçük değil..
Sevgili Nihat Abi,
siz bu gidişle bana bir kitap yazdıracaksınız...
Merhaba Evren,
Bana da bazen çok küçük bazen de çok büyük geliyor bu dünya...
Ayşegül şu suyu kullanma biçimleri pek akıllıca gelmedi bana; yani ölülerini bağladıkları suyu aynı zamanda steril etmeden her şey için kullanıyorlar mı?
Bu meseleyi saymazsak İnle Gölü benim Myanmar'da en beğendiğim yer oldu. Belki senin anlatımının etkisinde kaldım bilemiyorum ama sakin ve romantik bir fotoğraf bıraktı burası zihnimde.:)
Sevgiler...
Kitap için yazılarınız zaten hazır, Ayşegül; yalnız düzenlemesi kalıyor. Okuyucusunun da hazır olduğundan eminim.
Uzun zamandır yazamamıştım, gerçekten özlemişim. Biraz mola verdim ve çok iyi geldi. Yine çok güzeldi, sanki ben de oraları görmüşüm gibi hissettim.
Sevgiler...
Sevgili Geveze Kalem,
bu tarz ülkelerde steril su pek aramamak lazım, resim kalitesi çok iyi olmadığı için bloga koymadım ama en hoşu kesinlikle sabah kapısının önündeki suya diş fırçasını daldırıp, diş fırçalayanlardı..Aslında bu tarz suların en etkileyicisi Ganj nehridir, orada da hiç bir sterilizasyon olmadan yaşamla, ölüm kesinlikle iç içedir, ve de suyu kutsal kabul ettikleri için onu içmeden de durmazlar..Oralar Hindistan'ı yazarken...
Sevgili Nihat Abi,
bana ciddi ciddi düşündürtmeye başladınız bu işi...
Sevgili Ayşegül,
Hoşgeldin ama artık bu kadar uzun ara verme..
ayşegül,
hazır ol, en az iki paragraf yorum yazmadan bırakmayacak bir kapasitem var şu anda. :)
*eskiden çocuklar için ayşegül dizisi vardı, hani güzel resimli kitaplar, hatırlıyor musun? Ayşegül pazarda, Ayşegül mutfakta, Ayşegül hastabakıcı filan... İşte o kitaplardan birinde Ayşegül bir arkadaşıyla su üstünde yaşayan insanların ülkesindeydi. Senin anlattığın gibi böyle sallar üzerinde evler, tarlalar, lunapark, kafeslerde hayvanlar,.. Bana o kitabı anımsattın, belki yazarı da Myanmar'dan ilham almıştı. Tesadüfen kahramanı da Ayşegül. :)
*Balıkçının dengesine hayran kaldım.
*Ben de kedilerime tokalaşmayı, oturmayı, "dışarı" dediğimde dışarı çıkmalarını filan öyle zerzevatça gereksiz şeyler öğretmiştim. Herhalde rahip de benim gibi boş vakti bol olan biriymiş.
*Son olarak da, Ayşegül sen zaten çok şanslı ve özel birisin. Ama tabii insanın kendisini özel hissetmesi ancak böyle dediğin gibi küçük ve belki de önemsiz, ne zaman geleceği belli olmayan anlarda gerçekleşiyor.
Bu şahane okuma için teşekkürler, sevgiler..
Svgili Yaban
Ayşegül kitaplarını nasıl bilmem, bizim nesil galiba hep onlarla büyüdü. Ama senin bahsettiğini hatırlayamadım, dediğin doğru olabilir belki İntaları anlatmıştır. Bu arada kedilerine öğreteceğin bir sonraki numara belli oldu herhalde...
Sevgiler
Yorum Gönder