3 Temmuz 2008 Perşembe

Olimpos Antik Kenti

Bu yaz başında sevgilimin çalışarak, benimde uzun uzun dinlenerek geçirdiğim Kemer günlerinin birinde, sabah erkenden arabaya atlayarak Kemer’den yaklaşık 40 km uzaklıkta bulunan Olimpos’a gittim.

Likya bölgesinin en büyük antik kentlerinden biri olan Olimpos MÖ 2. yüzyılda kurulup, MS 15. yüzyıla kadar varlığını sürdürse de, benim gelip görmem ancak 2008 yılını bulmuştu. Ama olsun hiç olmazsa bugün için erken gelmiştim. Antik kentin girişinde yer alan pansiyonlarda, motellerde kalan turistler daha henüz yeni yeni uyanmaya başlamışken, ben çantamı yüklenip Indiana Jones’culuk oynamaya başlamıştım bile.

Kentte bugüne kadar ciddi bir kazı yapılmadığını yazıyor kaynaklar, dolayısıyla antik yapıların önemli bir kısmı bitki örtüsü altında. Ancak Antalya Müze Müdürlüğünün yaptığı temizleme ve bakım çalışmaları ve daha önemlisi iyi yerleştirilmiş tabelalar, kenti oldukça rahat dolaşmanızı sağlıyor. Ben aslında kentin bu kazı yapılmamış ve yarı gizlenmiş halini sevdim.

Çiçero’nun zenginlikler ve sanat eserleri ile dolu olarak tarif ettiği Olimpos’un tarih boyunca meraklısıda çok olmuş. MÖ 1.yy ve MS 4.yy da iki kez korsanlarca yönetilen kent, 7. ve 8. yy.’da Arapların, sonrasında 16. yy’a kadar Cenevizlilerin egemenliğine girmiş.Kentin sonunu getiren ise Barbaros Hayrettin Paşa. Akdeniz’in Osmanlı egemenliğine girmesi, kentin yavaş yavaş terk edilmesine neden olmuş.

Dediğim gibi sabahın erken saatleriydi. Denize ulaşan ana yolda bir kaç kişi olsa da, o saatte harabelerin tek meraklısı bendim. İlk daldığım aralık beni MS 6 yy da yapıldığı düşünülen bir kilisenin kalıntılarına, sonra da biraz ilerideki MS 2.yy dan kalma bir Roma tapınağının ayakta kalabilmiş anıtsal kapısına ulaştırdı. Yemyeşil bitki örtüsünün altında, birden karşınıza çıkıveren 4.88 m. yüksekliğinde bir kapı. Ayaklarınızı çizen çalı çırpıya aldırmadan, sanki balta girmemiş bir ormanda yalnız başınıza araştırma yapıyormuş gibi, hafiftende bu eften püften zorluklardan keyif alarak, kendinizi Indiana Jones gibi hissetmezsinizde ne yaparsınız...

Kentin kuruluşu Helenistik döneme kadar uzansada, bu gün görülebilen kalıntılar geç Roma, erken Bizans dönemine aittir diye yazıyor elimdeki kaynak. Bol bol fotoğraf çekip, etrafımdaki sesleri dinliyorum. Yaprakların hışırtısı, böceklerin cızırtısı....Bir senfonidir sürüp gidiyor bu görkemli ve yanlız kapının etrafında.

Ana yola çıkıp, biraz ileride daldığım bir başka yeşil tünel önce beni iki adet lahite ulaştırıyor. Buraya ulaşabilmek için 1800’lü yıllarda Kıbrıs’lı Hacı Hasan adlı bir kişi tarafından, değirmen çalıştırmak amacıyla yaptırıldığı söylenen su kanallarının üzerinde yürümek gerekiyor. Üzerine üzüm salkımları işlenmiş lahit kentin ileri gelenlerinden Hoplon adında biri tarafından ailesi ve kendisi için yaptırılmış. Bu arada Hoplon bu güzel lahitin üzerine bir vasiyet de yazdırmayı ihmal etmemiş ve demiş ki; ‘ Eğer birisi bu mezara başka bir ceset koyarsa, başkasının mezarını açmakla suçlu bulunacak ve bu durumu kanıtlayan kişi servetimden 1000 denar alacak ve konulmuş ceset dışarı atılacaktır.’

Hoplos üşenmeden güzelim lahitinin üzerine bunları kazıttığına göre, bir vakitler ölülerini gizlice güzel lahitlere koymaya meraklı insanlar olduğu kadar, bu meraklıları yakalayarak para kazananlarda varmış demek ki..

Hoplos’un lahitinin yanındaki Lykiarch Lahdi, Antalya müzesinde sergilenirken, diğer taraftaki, daha sade lahit hakkında her hangi bir bilgi yok.

Lahitlerden ayrılarak yine Hacı Hasan’ın su kanallarını kullanarak ulaşılan bir sonraki bina MS 5.yy da piskopos evi olarak kullanıldığı düşünülen mozaikli yapı. Yerlere saçılmış mozaiklerin, zaman içinde solup yıpranmış renkleri, unutulmuşluğun içine saplanıp kalmış hüzün tadında.

Biraz ileride, yaprak ve dallardan yapılmış bir çadırın içinde bir lahit daha. Bu seferki Antimochos ve ailesine ait. Semerdam biçimli lahit kapaklarının Likya tipi olduğu bilgisi var buradaki tabelada. Lahit büyük olasılıkla önce mezar soyguncularının, sonra da zamanın sillesini yemesine karşın, üzerindeki kabartmaları ile halen çok güzel.

Tekrar ana yola dönüp, denize doğru yürümeye başlarken, kentin içinden geçen dereye katılan buz gibi bir kaynak su akıntısı yolunuzu kesiyor. Artık iyice ısınmaya başlayan günün içinde adeta bir mucize gibi. Cengaverce yürüyerek içinden geçmeye çalışıyorum ama öylesine soğuk ki, istikamet hemen kenarına kondurulmuş ahşap iskele oluyor.

Biraz ileride Akropol ve meşhur Eudemas Lahitini görsem de, Akdeniz’in mavisi hepsinden daha çekici. Olimpos’un içinden geçen derenin Akdeniz’e ulaştığı noktada, tepemde artık cayır cayır yanmakta olan güneşe aldırmayıp, bol bol fotoğraf çekiyorum, ama denize girecek vakti yok.

Tekrar geriye dönüp Kaptan Eudemos’la tanışıyorum. Kalkhedon (Kadıköy) un onursal hemşerisi olan Kaptan’ın bir zamanlar Marmara ve Karadeniz’de yelken basmış bir kişi olduğunu öğreniyorum. Lahitin üzerindeki eski süngerci tekneleri tirhandillere benzer tekne ve Akdeniz doğumlu tanrıça Afrodit kabartmaları, Kaptan’ın hayatını tutkularını başkaca söze gerek kalmadan kısaca anlatıveriyor. Ama ya lahidine kazılan o şiir;

Son limana girdi demirledi gemi çıkmamak üzere
Çünkü ne rüzgardan, ne de gün ışığından yarar var artık
Işık taşıyan şafağı terk ettikten sonra Kaptan Eudemos
Oraya gömüldü kısa ömürlü gemisi kırılmış bir dalga gibi.


Kaptan’dan aldığım motivasyonla, haydi Ayşegül tırman bari şu Akropol’e diyorum. Etrafta fazlaca bir yapı kalmamış olsa da, en tepeden görülen Olimpos kumsalı ve Akdeniz manzarası harika olmalı diye başlıyorum kayalara tırmanmaya.

Ama tabi içimde uyanan Eudemos motivasyonlu Indiana Jones bir 15 dakika sonra bana kocaman bir yuh çekiyor. Parmak arası, plastik, üstelikte üzeri pullu terliklerimin teknik donanımının böyle bir tırmanışa uygun olmadığı aşikar. Yarı yolda pes edip geri dönmeye karar veriyorum ama bildiğiniz gibi hayatta olduğu gibi, tırmanışta da inişler herzaman çıkışlardan daha zordur. Dolayısıyla bende kırılmış bir dalga edalarında, karizmayı da çizdirmeyi umursamadan, çıktığım yolun çoğunu popo üstü oturarak gerisin geri iniyorum.

Benim bir kaç saate sığdırmaya çalıştığım Olimpos gezimin ardından derim ki; Olimpos’a tekrar mutlaka gidilmeli, orada kalınmalı, ve insanın yanında da mutlaka doğru düzgün tırmanışa, yürüyüşe uygun bir ayakkabı olmalı.

7 yorum:

Kirpikteki Gözyaşı dedi ki...

O güzelim denize girmeden mi döndün?? Benim bugüne kadar gördüğüm en temiz ve güzel sulardan birine sahip Olimpos.Biz Olimpos'un hemen yanındaki Çıralı köyüne gidiyoruz. İnanılmaz doğal bir yer. Sakin, sessiz. Gitmeyenler mutlaka görmeli!!! Sen de en kısa zamanda birkaç gün kalmalısın orada!...

Butterfly dedi ki...

Ayşegül bu yaz tatil planıma alıncak kadar güzel anlatmışsın cidden ama bende katılıyorum bu güzel denize girmedne gelmyeydin keşke, bir de keşke sevgilini de kaçırsaydın bu geziye keşke diye geçirdim içimden ama onada böyle anlattığın düşünülürse canlı canlı gitmesine gerek yok gibi geldi:)
sevgiler, özlemişim seni

Geveze Kalem dedi ki...

Biz bir trekking gurubuyla, kış dönemi gitmiştik oraya, yıllar önce. O zamandan beri her yaz aklımı çeler. Şimdi yazını okuyunca bu yaz da gitmemiş (ve planlanmış programlardan dolayı gidemeyecek) olmama hayıflandım. Yanılmıyorsam Çıralı'da bir de hobi kampı varmış; resim, heykel, seramik vs. Orayı da görmek hatta katılmak istiyorum. Oğlum biraz daha büyüdüğünde birlikte gideriz hayalleri kuruyorum.

İndiana Jones'çuluk oynamaya bayılırım ben de.:) Yazın bana hissettiklerini tattırdı.
Yine bilmediğim bir sürü şey öğrendim yazından. Ne güzel, sana gezmek yakışıyor Ayşegül, bohçanı tepeleme doldurarak dönüyorsun her seferinde.
Sevgiler...

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Sevgili Kirpikteki gözyaşı, Butterfly ve Geveze, haklısınız o denize girmeden dönmemeliydim ama o gün için Antalya'da da bir program yapmıştım, ikisinin aynı güne sığması zor görünüyordu. Bu arada bilirsiniz ben DAtça'nın denizinden başka deniz bilmem :))) Bu kadar da tutucuyumdur. Ama Olimpos'u kesinlikle daha uzun uzun ziyaret edilmesi gereken yerler listesine ekledim. Sizler nerelerdesiniz bu yaz??
Sevgiler

elektra dedi ki...

olimpos'a oğlum doğduğu yıl gitmiştik. kadir'in yeri'nde kalmış, gecenin köründe yanan dağ göreceğiz diye omuzumuzda el kadar bebeyle çakmak alevi kadar bile yanmayan dağa tırmanmıştık:) ama erek olimos, gerek kaunos'un dibindeki dalyan benim favori tatil mekanlarımdandır. ille de dalyan. gitmişsindir kesin tereciye tere satmayayım, ama blogunu okuyup da gitmeyen varsa, ben de onun reklamını yapmış olayım.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Sevgili Elektra,
şu ateşi yazdığın iyi oldu, bende dağda gürül gürül yanan bir ateş olduğunu düşünerek gidemediğim için bayağı bir hayıflanmıştım. Ama çakmak alevi kadarsa bir süre daha bekleyebilir sanırım :))

Adsız dedi ki...

Your blog keeps getting better and better! Your older articles are not as good as newer ones you have a lot more creativity and originality now keep it up!