Sur ( Tir veya Tyre olarak’da geçiyor) Beyrut’un 80 km
güneyinde yer alan hoş bir Akdeniz kenti. Muz bahçelerinin arasından uzayıp
giden keyifli bir yol sonrası kente varılabiliyor. Sur’daki ilk hedefimiz
Unesco dünya mirası listesinde yer alan Al Bass arkeolojik alanı ve oradaki çok
iyi korunmuş durumda olan 20.000 kişilik Roma hipodromu.
Ören yerinin girişi açık ve etrafta da kimseler olmadığı
için Behçet bir arabanın peşine düşüp içeri giriyor ve bizde harabelerin hemen
yanına kadar araba ile ulaşıyoruz. Bir süre etrafta dolandıktan sonra bir asker
ortaya çıkıyor ve hem bilet almamız gerektiğini hem de arabayı girişe
götürmemiz gerektiğini söylüyor. Biz kapıda kimse yok diyince sağa sola bir
dolu telefonlar edip sonuçta birini buluyor ve görevini yerine getirmiş adamların
huzuru içinde bizi gerisin geri yolluyor. Arabamızı park edip, biletimizi alıp,
bu sefer yürüyerek antik kente tekrar giriyoruz. Adamın
İngilizcesi fena değil, sonrasında bize bayağı bilgi veriyor, yardımcı oluyor.
İlk dikkatimizi çeken, atalarımız sağ olsun, antik şehri
neredeyse tam ortasından yarıp geçen Hicaz demiryolundan kalma raylar. Kim bilir
neler kırılıp, dökülüp, çalınmıştır bu demiryolu buradan geçerken.
Sur çok eski bir şehir. Heradot’un anlattığına göre buralarda
ilk yerleşim MÖ 2750 yılına kadar gidiyor. Uzun süre Mısır’ın kontrolünde
kalmış. MÖ 11.yüzyılda Fenike şehirleri arasında en kuvvetlisi sayılıyor. MÖ 60
yılında ise şehir Roma’nın koruyuculuğunu kabul ediyor.
Al Bass alanında oldukça geniş bir nekropolis var.
Nekropolis’in içinden geçen yol Bizans döneminde yapılmış ve MÖ 1.yüzyıldan
kalma, anıtsal bir Roma kapısına doğru
uzanıyor. Al Bass gerçekten çok güzel ve
oldukça iyi kazılmış, korunmuş bir alan. Roma ve Bizans yapıları çoğu yerde iç
içe geçmiş durumda. Bizim gibi arkeoloji tutkunları için çok keyifli bir yer.
Ancak buradaki en görkemli yapı, yapımı MS2. Yüzyıla
tarihlendirilen 20.000 kişilik muhteşem hipodrom. Dünyadaki en iyi korunmuş
hipodrom olduğu yazılı kitaplarda. Gerçektende yapı parça parça bölümler
halinde olsa da pek çok yerde ayakta kalmış. Gerçek bir hipodrom sahnesini, seyircileri,
yarışan arabaları burada hayal edebilmek oldukça kolay.
Hipodromun neredeyse orta yerinde ise ateistler tarafından
öldürülen Hıristiyanlara adanmış MS 3.yüzyıla tarihlendirilen bir kilise
bulunuyor. Bizimkiler nasıl antik şehrin ortasından demiryolu geçirebiliyorsa,
o zamanki Bizanslılarda nam olsun diye hipodromun orta yerine kiliseyi
konduruvermişler işte..
Al Bass arkeolojik alanı aslında şehrin içinde bir nevi
kurtarılmış bölge. Etrafını uzun uzun hipodrom manzaralı apartmanlar çevirmiş
durumda. Bu güzel arkeoloji turundan sonra arabayı şehrin içinde bir yerlere
bırakıp eski çarşılara dalıyoruz. Etrafa bakınırken bir taraftan da Lonely
Planet tarafından tavsiye edilen balıkçı limanındaki Le Phenicien restaurant’ı
arıyoruz.
Lübnan’da ne İngilizce ne de Tarzanca anlaşabilmek pek
mümkün olmadığı için, insanlara elimizdeki kitaptan küçük deniz fenerinin
resmini gösterip nerede olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz. Sonuç sıfır kimse
bilmiyor. Sonuçta kendimiz deniz kenarına inip yürümeye başladıktan sonra Hıristiyan
mahallesinde kalan küçük balıkçı limanını buluyoruz. Belki 700 metre ötede
sorduğumuz Müslüman dükkan sahiplerinin
burayı bilmemesi ise oldukça manidar..
Restaurant’ın yerini bilen tabiî ki yine yok ama tesadüfen
tabelasını görünce sorun çözülüyor. Ancak kapısına gelince başka bir sorun
çıkıyor çünkü kapıda otomatik tüfekleri kuşanmış hazır olda bekleyen çekik
gözlü iki asker var. Garsonlara çekinerek girebilirmiyiz diye soruyoruz,tabii
diyorlar, sonuçta da hem Lübnan’da yediğimiz en iyi yemeği, hem de kendi
açımdan uzun zamandır yediğim en iyi deniz ürünleri çeşitlerini yiyorum.
İçlerinde humus’un da yer aldığı klasik 1-2 mezenin yanında Fatuş salatası ve
unutulmaz balık karpaçyo. Ana yemek olarak ise ızgara jumbo karideslar. Benim
etobur sevgilim bile bayılıyor yediklerine.
Bu arada yemek yerken kapıdaki askerlerin koruduğu, bizim
arkamızdaki masada yerel liderler olduğunu tahmin ettiğimiz kişilerle yemek
yiyen diğer çekik gözlülerin kim olduğunu öğreniyoruz. Lübnan’daki BM barış gücünde görev yapan
Güney Koreli komutanlar ve hanım sağlık görevlileri. Bir taraftan yemek yediler
bir taraftan da yerel liderlerin kanını alıp, adamlara sonrasında da fotoğraf
makineleri hediye ettiler. Aslında oldukça komik görüntüler vardı ama
okuduğumuz her türlü kaynak aman askerlerin resmini çekmeye yeltenmeyin dediği
için fotoğraf makinemden uzak durdum..
1 yorum:
Benim listemde de sırada Lübnan. Bakalım ne zaman? Bu kış olursa güzel olur tabii!
Yorum Gönder