28 Ekim 2007 Pazar

Ağrı Dağı Tırmanışı (3)

Hani çadırda serum bağlanmasını isteyen dağcı arkadaşım Bora vardı ya... Adam dokuz canlı olsa gerek, birinci can serumla uğraşırken adam Zombi gibi benim arkamdan gelmiş, zirve inişi karşılaştık. Hikayesi ise pek hoş:

Ben sabah 03.00'de zirveye gelip gelmeyeceklerini sorduğumda uykulu bir sesle hayır demişti. Benden hemen sonra tekrar uykuya dalmış, rüyasında ise apartman kapıcılarını görmüş. Kapıcıya nereye gittiğini sormuş; adamdan "Ağrı'ya zirveye çıkıyorum" cevabını alınca "Nee! Ben burda yatarken Mehmet Efendi zirve mi yapacak, hayatta olmaz!" diyerek soğuk terler içinde uyanmış, apar topar giyinmiş. Bunu gören Yasin de dolduruşa gelip Bora'nın peşine takılmış, ama dik çıkışın ilk metrelerinde tekrar istifra ederek projeden istifa etmiş.... :)

Neyse, buzuldan sonra aşağı iniş başladı. Ancak, iniş her zaman olduğu gibi çıkıştan daha zor. Fren yapmaktan bacaklar titremeye başlıyor. Kaçkarlar'dan farklı olarak, burada patika-vari yerlerden inerken ufalanmış, kum gibi olmuş toprak devamlı kayıyor, bastığın taşlar toprak yığınıyla birlikte aşağı doğru iniyor, insanlar zırt pırt düşüyor.

4.200 metredeki kampa geliyorum. Çadırda beni bekleyen arkadaşlar sayesinde (Sekiz canlı Bora uçup geleli çok olmuş) biraz dinleniyorum. Ancak, yaklaşık 10 saatlik çıkış-iniş henüz sonra ermedi, çünki, programa göre aynı gün 3.200'deki ilk kampa ulaşmak gerekiyor. Önceden anlaştığım katırcı, Dağcılık Federasyonu'ndan birilerinin "yanlışlıkla" sıraya kaynaması yüzünden benim sırt çantasını alamıyor...

Bu arada, eşeklerin üzerine, taşıdıkları yüklerin sahiplerinin isimleri yazılmış... Üzerinde “Alaattin Bey” tabelası olan katırı görünce gülmekten kasıklarımıza ağrılar giriyor.


Hemen herkes gittiği için de ortada kalakalıyoruz. Neyse ki, aynı Federasyon yetkilisi imdada yetişiyor, katırcının birini zorla ayarlıyor. Fakat bunun diyetini birinin ödemesi gerekecek: Kamptaki dağcıların yanlarında götürmedikleri çöpleri bana toplattırıp koca bir torba yaptırıyor ve 1.000 metre aşağı indirmemi söylüyor. Ben de iniş sırasında, arkamda 6 kg'lik foto çantam, ona bağlı kocaman siyah çöp torbası, elimde kazma, 1.5 litrelik su şişesi, zırt pırt düşe kalka kampa iniyorum.

İniş sırasındaki en dikkat çekici olay ise, önümde yürüyen birinin ufak bir taşı yuvarlaması sonucu hareketlenen orta boy bir kayanın, bayır aşağı hızlanarak, hoplaya zıplaya inmesi... Allah'tan yolunda kimse yok, yoksa kaçma imkânı mevcut değil. Kaya gittikçe hızlanıyor. En aşağıda karlara ulaşıyor. Ben kara saplanıp kalmasını beklerken sanki sektirmek için denize atılmış taş gibi hızlanıyor ve mermi hızında uçurumda gözden kayboluyor. Vay canına...

Ben ise ağzım açık, bakakalıyorum. Sonra birden dank ediyor, panik içinde arkamı dönüp, tepenin üzerinde bize doğru inmekte olanlara korkuyla karışık bakıyorum. Allah’tan korktuğum olmuyor…

Aşağı kampa yaklaştığımda, o ana dek farketmediğim bir gerçekle yüzleşme zamanı: Bizim 250 kişilik kampımıza nadiren jet hızı gelen ve yine jet hızıyla kaybolan, birkaç kişilik gruplar halindeki komandolar vardı. Meğer bunlar, kampımızdan 1-2 dakikalık uzaklıkta, yukarıda kayalar içinde kamufle olmuş, bizi korumakla görevli, kocaman, tam teçhizatlı bir komando birliğinin üyeleriymiş. Bizi sabah akşam gözetim altında tutarlarmış. Fedakâr Mehmetçik, "zıpır" dağcılar yüzünden dağda azap çekiyormuş...

Kampa vardığımda, artık bitap haldeyim. Önceki gün 6-7 saatlik çıkıştan sonra gece 2-3 saat uyuyup, o gün sabah 3'de kalkarak 12 saat yürümek, masabaşı çalışan bir finansçının olağan günlük programına göre bir nebze yüklü sayılır.

Akşam menüsü mükemmel: kızların yaptığı ton balıklı salata, oksijen eksikliğinden yanmayı yine reddeden ocakta pişememiş blok hamur halindeki makarna, ve… komşulardan araklanmış çikolatalı bir sufle! Kat kat giyinmiş olmama rağmen titreme geliyor, ardından kayalıklar arasında klasik WC molası ve hemen hoooorrrr..

He he he... Tabii ki değil...

Çünki, birkaç gündür uyku tutmadığı için planladığım Zihni Sinir projesini hayata geçiriyorum. Omuzlar yüzünden iki kişilik çadırda üç kişi sığışamadığımız için, ben ortada ters yönde yatıyorum. Çadır aşağı doğru meyilli bir arazide kurulmuş, bu yüzden matın başa gelen tarafını giysi v.s. ile dolduruyorum, düzleşsin diye. Tabii evdeki hesap Ağrı'ya uymuyor, hâlâ baş aşağı kaldığım için gece burnum tıkanarak uyanıyorum. Uyku tulumundan çıkıp iki kişi arasındaki dar yerde ayağa kalkmadan ters dönmek pek kolay değilmiş. İşin komiği, benim ters yatmamdan kaynaklanan boşluğu arkadaşlar baş ucunda gayri ihtiyari yayılarak doldurmuşlar. İte kaka aralarına girip onları köşelere yolluyorum.

Ertesi sabah, Federasyon üst düzey yöneticileri halimize acıyıp bizi sucuklu yumurtaya davet ediyor. Hayatımın en lezzetli kahvaltılarından biri...

( yazarımızı merak edenlere: en önde yere çömelmiş durumda)

Suyumuz bitince iş başa düşüyor, çadır çadır dolaşıp su dileniyorum. İçlerinden biri ise aklimda yer ediyor. Verebilecek fazla suyu olmamasına rağmen matarasını benimle paylaşan, İzmir Dağcılık Kulübü'nden bir hanım... Valide tarafindan memleket kanı çekti herhalde.. :-)))

İniş sırasında, ayaklarımın su topladığı ortaya çıkıyor. Yürümek pek rahat değil.

Ağrı ise muhteşem. Oldukça nadir karşılaşılan bir berraklıkta, çıplak, bulutsuz bir zirve.. Deklanşör fazla mesai yapıyor.


O sırada, fazla mesai yapan başka bir şey daha var.

Bingooo... Bağırsaklarım...

Taşlarla çevrilmiş ve hayvan sürüsü sahiplerinin geçici olarak kullandığı barakalardan birini gözüme kestiriyorum, yukarıdan gelen grupların menzil dışı olduğunu gördüğüm anda oturup hacet gidermeye başlıyorum. Ancak, anlaşılan, uzakları kollarken yakındaki birini atlamışım. En heyecanlı yerinde önümden geçiyor. Ben adama "buraya sakın bakma, bakma, bakma" diye içimden haykırırken, bahtsız benden habersiz yanımdan geçip gidiyor. Aklıma o ünlü Temel fıkrası geliyor:

Bültenlerinde flaş haber olarak "dört ayaklı uzaylıların dünyaya geldiği" duyurulur ve bütün Karadenizlilere, bir uzaylı ile karşılaşmaları halinde ilk önce isimlerini, sonra o anda ne yaptıklarını söylemeleri salık verilir.

Haber bültenini can kulağıyla dinlemiş olan Temel, karanlıkta yerden bitme bir yaratıkla karşılaşınca hemen tavsiye edilen şekilde seslenir:

"Merhaba uzaylı, ben dünyadan Temel, Tirabzon'a gideyrum".

Yaratık cevap verir:

"Merhaba Temel, ben Rize'den Tursun, siçayrum"...

...

Sağ salim indik. İshal 2-3 gün daha devam etti. 5 kg vermişim.

Geriye de bu hoş anılar ve dialar kaldı...

Eylul 2002
Erdem'in son derece eğlenceli ve harika yazısı burada bitiyor. Buradan bir kez daha çok teşekkürler. Eğer bu arada sizlerin de paylaşmak istediği gezi fotoğrafları ve yazılarınız varsa, mavilimon sizi de misafir etmekden çok keyif alacaktır...

4 yorum:

mavimantar dedi ki...

"Bitmesin ,lütfen bitmesin" diye okuduğum harika bir yazı.Neyseki Murphy izinliymiş ,iniş sırasında.Bir ara (küçük taş parçasının hareketlendirdiği kaya parçasını okurken)"eyvah!" dedim ama neyseki,korktuğum olmamış.
Alaattin Bey'e bayıldım.:)
Ha birde matarasındaki son suyu paylaşan İzmirli bayan dağcının tavrına hayran kaldım.İnsaoğlu böylesi durumlarda nedense(!) epey bir bencil oluyor çünkü.
Bu güzel paylaşım için sevgili Ayşegül ve Erdem arkadaşım,her ikinizede çok teşekkür ediyorum.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Yorumun için teşekkürler mavimantar. Benim içinde Erdem'i okumak çok eğlenceliydi. Umarım bundan sonra başka yazıları ile de burada olur.

Alp ve Ege'nin Annesi dedi ki...

Sayin Allattin Bey levhali olan esek Allatttin Karaca'nin esyalarini tasiyor olmali, kendisi beni sopa zoruyla dagci yapacakti, uni.de spor mudurumuzdu ve her firsatta kayak, basket turnuvalarinda kaya tirmanislari gösterirdi, cok korktum o tirmanislarda ve dagciliga devam etmedim. :)))).
Erdem'e cok tesekkur bu arada...

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

İşte dünya küçük diye buna denir. Alaattin Bey'in kendisi değil ama, eşeginin resmi çıktı burada:))