15 Haziran 2007 Cuma

Shibam - Yemen

Son yazımı,bir kaya parçasının üzerine oturup, yaklaşık 2000 yıllık bir geçmişi olan Shibam’ın ardından batmakta olan güneşin son kırmızılıklarına bakıp, hayal kurarken bitirmiştim. Ama şimdi filmi geri sarıp, son derece yerinde bir adlandırma ile Çölün Manhattan’ı olarak nitelendirilen şehrin sokaklarında, evlerinde biraz dolaşalım.



Shibam yaklaşık yarım kilometrekarelik bir alanda sayıları 500’ü bulan 5-7 katlı gökdelenlerden oluşuyor. Durun hemen protesto etmeyin, biz bunlara apartman diyoruz, gökdelende ne demek oluyor şimdi diye. Bunlar tarihteki ilk gökdelenler, hepsi çamurdan yapılmış ve çoğunluğu 16. yüzyıldan kalma.

Ahşap iskeletin çamur ile sıvanması ile yapılan evler, taş temelin üzerinde yükseliyor. Bir orta direğin etrafında kat kat yükselen evlerin çamuruna, palmiye yaprağı katılıyormuş. Ama asıl önemli olan evin dışına uygulanan koruyucu sıva. Bu sıvanın içine katılan çeşitli kaya tozları ve sönmüş kireç binayı yağmura ve rüzgara karşı korumaya yarıyor. Ancak yinede bu evlerin bakımı çok zor, her yıl tekrardan elden geçirilmesi gerekiyormuş. Bu da yüklü bir maliyeti beraberinde getirdiği için, 1980’lerde Unesco Kültürel Mirası Koruma Listesi’ne giren şehir için yabancı fonlar son derece gerekli. Güney Yemen’deki sosyalist rejim sırasında devletleştirilen bu evler, iki Yemen’in birleşmesi sonrasında eski sahiplerine iade edilmiş.



Evlerin kimileri de otel olarak kullanılmak üzere yabancılara satılmaya başlamış. Hollandalı bir çiftin aldığı bir evi son rotüşları yapılırken gezme fırsatımız oldu. Merdiven boşluğu doğal olarak oldukça dar ama odalar oldukça geniş görünüyordu. Tüm evlerin en üst katı teras, ama bizim alıştıklarımızdan oldukça farklı. Terasların duvarları başkalarının görmesini engellemek amacıyla çok yüksek yapılmış. Yan binalar dan komşuların sesi gelse bile görebileceğiniz tek şey masmavi bir gökyüzü. Eğer yanlış hatırlamıyorsam iki yıl önce yaklaşık altmışbin amerikan dolarına alınabiliyordu böyle bir gökdelen, ama almaya niyetiniz olursa yıllık bakım giderlerinide hesaba katmayı unutmayın.

Sonra sokaklara iniyoruz. Daracık, kıvrıla kıvrıla bir yerden diğerine uzanıyor. Etrafta çocuk gürültüleri ve salına salına dolanan keçilerin melemeleri. Tüm Yemen’de olduğu gibi kadınlar etrafta çok az. Kara çarşaflarının içinde hızlı hızlı yürüyerek geçiyorlar sokaklarda yanımızdan. Şehrin meydanındaki açık hava kahvesinde ise erkekler nargile içerken, bir taraftan da domino oynuyorlar. Bizim grubumuzun dışında Fransız TV5 kanalı da orada, kahvedeki adamların burnuna kameraları dayasalar da kimse istifini bozmuyor, oyun her şeyden daha önemli. Kimbilir ne iddialar dönüyor etrafta.



Bende bir süre çay eşliğinde domino oynayanları seyredip, etraftakiler ile işaret dili ile hoş beş ederken, kahvede yere oturmuş kimi erkeklerin dizlerinin etrafından, belin arkasına gelecek şekilde bir eşarp sarıp oturduklarını görüyorum. Daha sonra yol kenarlarında oturanlarda da gördüğüm bu uygulama daha uzun süre, ayaklar uyuşmadan daha rahat oturmayı sağlıyormuş. Ben de denedim, sanki daha bir stabil oluyormuşum gibi geldi ama çok da rahat olduğunu söyleyemeyeceğim.


Adını Yemen tarihindeki bir kral’dan alan Shibam’ın evlerinin kimi, ve camileri beyaza boyanmış. Beyazın, çölün renklerine çok yakıştığını düşünüyorum. Elektrik telleri evlerin yukarı kısımlarını adeta bir örümcek ağı gibi örmüşse de, onların arasından Yemenli ustaların yaptığı ahşap kafeslerin ardından salınan rengarenk perdeler gözümü alıyor. Pencerelerde kimse yok, içerde yaşayanları, yaşananları hayal etmeye çalışıyorum. Yavaş yavaş sokaklarda dolanırken, Yemenli ustaların nesilden nesile aktararak getirdiği mimari birikime tekrar tekrar hayran oluyorum. Gün yavaşca kayıp giderken, tüm gördüklerimi, duyduklarımı, sesleri ve kokuları, tekrar tekrar çıkarıp bakmak üzere beynime kazıyorum.


Son fotoğraf Yemen'e de beraber gittiğimiz sevgili arkadaşım Semiha'nın objektifinden

2 yorum:

Adsız dedi ki...

900 yıl boyunca, o zamanın Londra ya da New York’u olarak adlandırabileceğimiz, şimdiyse Pakistan’ın sınırları içinde olan Moenjodaro şehri (ölü taş yığını gibi anlamı var) dünyanın en büyük medeniyetlerinden birinin merkeziydi. M.Ö. 1700’lü yıllarda, İndus Vadisi sakinleri terkettiler şehirlerini, yüzyıllarca fırtınalara maruz kalan Moenjodaro ise kumlar altında kayıp bir şehir olarak kaldı, ta ki 1920’lerde arkeologlar tarafından keşfedilene kadar. Bugün tarih meraklılarının yüzlerce dönümlük arazide huşu içinde gezdiği Moenjodaro şehrinin yabancı kuvvetlerce işgalinden sonra ekonomik bir krize düştüğü ve bu krizden bir daha asla çıkamadığına, dolayısıyla İndus Vadisi medeniyetinin kısa bir süre sonra yokolduğuna inanılıyor. Yemen kadar ilginç bir yer.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Merhaba Mümtaz bey
Bu şehri sizin sayenizde ilk defa duydum ve çokda merak ettim. Internetten hemen bir araştırma yapacağım.. İndus Vadisi zaten pek çok medeniyetin beşiği sayılıyor. En az bizim topraklarımız kadar bereketli... Size keyifli ve serin bir gün diliyorum..