12 Haziran 2007 Salı

Hadramut Vadisi - Yemen

Başkent Sanaa’dan sonra Yemen bize daha başka sürprizler hazırlamaya ve kimi beklentilerimizi de karşılamaya devam etti. Güney Yemen’de bulunan ve Arabistan yarımadasının en büyüğü olan Hadramut Vadisi yüzyıllar boyunca bölgede ki en önemli kervan geçiş yollarına ev sahipliği yapmış. Vadinin içinde şehirden şehire giderken, yamaçlara yapılmış çamurdan evleri, şehirlere yapılmış yine çamurdan sarayları, yolları süsleyen palmiye ağaçlarını ve tarlalarda ki yeşil bereketi görünce bu bölgenin tarih boyunca bizler tarafından çok bilinmese de, bir dönem çok ciddi bir kültür birikimini sağladığını hemen hissedebiliyorsunuz.


Ama önce biraz Hadramut’a giden yol üzerindeki gözlemlerimi sizlerle paylaşmalıyım. Sanaa’dan Güney Yemen’deki Mukalla şehrine kadar olan yolu uçakla aldıktan sonra, Hadramut Vadisinin en büyük şehri, 30.000 nüfüsu olan Seyun’a kadar olan 4-5 saatlik yolu, benim çölün mekanik develeri olarak adlandırmayı seçtiğim cip’ler ile yaptık. Bu yollarda ve çölde deve ve cip hariç başka bir aracın ilerlemesi çok zor. Havanın aniden sıcağa doğru birden değişmesi, yolu olduğundan da zor hale getirdi. Gün içinde 43 dereceyi gördüğümüzü hatırlıyorum. Yemen sonunda benim çöl ve sıcaktan oluşan beklentimi karşılamıştı.


Eski çağlarda olduğu gibi, şimdide gelip geçen kervanlara ihtiyaçlarını sağlamaları için yol üzerinde kimi kontrol noktaları kurulmuş. Benzin istasyonu, market, fırın, araç tamirhaneleri ya da dört ayaklı tezgahlara kurulmuş küçük baraka dükkanlardaki seyyar satıcılar da ihtiyaç duyulacak pek çok şeyi bulmak mümkün. Bu küçük tezgahların arasında dolaşırken nihayet Yemen’e gelmeden önce okuduğum bir haberin de doğruluğunu ait ilk izleri burada buluyorum. Yemen’in dünyanın en çok silahlanmış toplumu olduğunu yazıyordu haber. Üç beş çeşit sebzenin sergilendiği bir tezgahın yanında görüyorum onları. Çeşitli boylarda tabancalar, Kalaşnikof markalısını tanıdığım tüfekler, çeşitli boyda kurşunlar ve el bombaları satışa hazır müşteri bekliyorlar.

Sıcak ve sürekli hoplaya zıplaya giden cip’in içinde yapılan bir yolculuk sonunda Seyun’da bizi harika bir otel bekliyordu. Hawta Palace Hotel , hem içi hem dışı geleneksel mimariye sadık kalarak, kimi bölümleri kerpiçten yapılmış beş yıdızlı bir otel. Yemyeşil bahçeleri, yüzme havuzu ve güzel yemekleri ile kelimenin tek anlamı ile çöl ortasında bir vaha. Havuz’da bir kaç tur kulaç attıktan sonra, ılık bir çöl gecesinde dışarıda yediğimiz barbekü, günün tüm yorgunluğunu üzerimizden alıyor.


Seyun, İÖ 1400 lü yıllardan itibaren vadide ki en önemli şehir, uzun yıllar boyu pek çok uygarlığa başkentlik yapmış, en son olarakta 19.YY da İngilizlerin kurduğu Hadramut özerk bölgesininin başkentliğini üstleniyor. Zenginliğin elde edildiği yer olan bu bölgede pek çok saray inşa edilmiş. Güney Yemen saraylar bölgesi demek yalnış olmaz sanırım. 1920-30 yılları arasında Sultan Mansur bin Galip ve oğlu Ali tarafından yaptırılan saray, dünyadaki bilinen en büyük kerpiç saray. Şu anda müze olarak kullanılan bina hem içten hem dıştan çok iyi korunmuş durumda. Bembeyaz duvarların ardındaki serin odalara girdiğinizde, tahta oymacılığının en güzel örneklerini görebileceğiniz pencerelerdeki kafeslerden, sarayın altındaki kent pazarının içeri sızan gürültüsü ve enerjisi sizi bir an önce dışarı çağırıyor.


Sarayın orta katların dan birinde yazar ve gezgin Freya Stark’ın 1935 yılında Yemen’de çektiği ressimler sergileniyordu. Resimlere bakarken Yemen’i çok özel yapan şeyi de keşfettim. Stark’ın objektifi ile yakaladığı görüntüler ile benim şimdi etrafta gördüklerim neredeyse birbirinin aynı. Zaman burada sanki daha ağır ilerlemiş, sosyal olaylar daha az iz bırakmış.

60 yıl önce de burada olsam aynı görüntülerin içinden bu kez canlı bir devenin tepesinde geçebileceğimi hiç zorlanmadan hayal ediyorum. Sonra 60 yıl az geliyor, 100-150 yıl önce de buraları aynen şimdiki gibi olmalı. Düş gücümü çok çalıştıran bir ülke oldu Yemen benim için. Bu kez de, beyaz keten kıyafetler içinde, yanında onlarca valizi, çadırları, uşakları, porselen yemek takımları ve kristal kadehleri ile seyahat etmeyi seven 19. Yüzyıl Avrupalı aristokrat gezginlerden biri oluveriyorum. Vadinin en görkemli şehirlerinden Shibam’ın üzerinden güneş batıyor, çadırımın önündeki şezlong’a oturmuş elimdeki kadehte nasıl soğutulduğunu hiç merak etmediğim harika bir beyaz şarabı yudumluyorum. Buhur ağaçlarının kokuları burun deliklerimde, Shibam sakinlerinin evlerine çekilirken ki son sesleri kulaklarımda. Güneşin ışıkları yavaş yavaş binaların arkasından yok oluyor. Kafanızdan hiç bir düşüncenin geçmediği, sizi tamamen içine çeken o özel anlardan biri. Birden yine şimdiki ben oluyorum, bir taşın üzerine oturmuşum ama karşımdaki görüntü aynı.

8 yorum:

Adsız dedi ki...

Kahve Yemen'den gelir. 1955'te bugün, kahvenin kilosu 14,20 TL'dan 15,00 TL'na yükselmişti. Bir süredir kahvede görülen darlık da, piyasaya 1030 çuval dağıtılarak önlenmişti. Türkçeye Arapça "Gahva" (keyif verici) kelimesinden geçen kahve, daha sonra da tüm dünyaya yayılmıştı. Adı Arabistan'dan gelmişti ama, kahve bitkisinin anavatanı Habeşistan'dı. El Moha (veya Mokka) adlı bir derviş tarafından Yemen'e getirilip ekildiği söylenen kahve bitkisinin ürünü, Türkler aracılığıyla 1547'de İstanbul'a taşınmıştı. Avrupa'ya götürülmesi ve "Türk kahvesi" olarak yaygınlaşması ise 17. yüzyılda gerçekleşmişti.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Merhaba Mümtaz bey,
Ben de önümüzdeki günlerde Yemen ve kahve ile ilgili yazmayı planlıyorum. Keyif verici kelimesinden geldiğini ise şimdi öğrendim. İzninizle buradaki bilgileri kullanmak isterim. Yemen'de ne yazık ki kahve çok fazla yok, gat ekimi daha çok para kazandırdığı için kahve oldukça ihmal edilmiş. Ama Yemen kahvesi hakikaten çok lezzetli, çok yoğun aromalı kahveleri sevenler belki hoşlanmayabilir ama ben ve ikram ettiğim pek çok kişi çok sevmişti.
Size güzel bir gün diliyorum

Adsız dedi ki...

Kahvenin yanına da çikolata yakışır değil mi? Çikolatanın yaşını bilirmisiniz? Yaklaşık 1500 yaşında. Ancak ilk kullanıldığında acımsı bir içki olarak tüketiliyormuş. Kökeni Orta Amerika. Maya halkı, yağmur ormanlarında yetişen bir ağacı evlerinin arka bahçelerinde yetiştirmeye başlamışlar. Yılda iki kez ürün veren ağaçlarının meyvelerinde bulunan tohumlarını önce kavurup sonra ezerek macun haline getirmişler; bu macunu suyla ve çili denilen acı biberle, mısır unuyla ve başka şeylerle karıştırıp mayalanmaya bırakmışlar; böylece köpüklü, baharatlı bir içki elde etmişler. Maya dilinde ağacın tohumlarına "acımsı" anlamına gelen "xococ" deniliyormuş. Elde edilen sıvıya "su" anlamına gelen "atl" eklenince, ortaya "xococatl" adı çıkmış. Yani İspanyolların dönüştürdükleri adıyla "chocolate". Anlamı "acımsı su". Bu içeceğin elde edildiği tohumları veren ağacın adı Maya dilinde "tanrı yiyeceği" anlamına gelen "cocoa" imiş. Latince adı olan "Theobrama Cacao" da "Tanrıların yiyeceği" demek. Kakao tohumları öylesine değerliymiş ki, Aztekler alışverişlerde nakit para yerine kullanmaya başlamışlar. Aztek İmparatoruna vergi tohumla ödeniyormuş. Bu tohumlardan elde edilen içkiyi de, gerek Mayalar'da gerekse Aztekler'de, salt varlıklıların ve dinsel elitin içebildiğini ve onların da ancak törenlerde tüketebildiğini belirteyim.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

işte bu sefer beni can evimden vurdunuz Mümtaz bey, çukulataya asla dayanamam, irademi tamamen silip süpüren bir şey, ve her güzel şey gibi fazlası sağlığa zararlı ne yazıkki. Meksika gezim sırasında onların çukulatalı içeceğinden tatmıştım. Biraz fazla tatlı ve fazla sulu gelmişti. Ama sizin yazdıklarınızdan sonra belki de doğru hazırlanmamış sıradan bir şey di diye düşünüyorum.
Sevgiler

Adsız dedi ki...

Bununla da kalmıyor, "xocoatl" afrodizyak olarak benimsendiğinden ötürü, Aztek imparatoru günde elli kez altın bir kupadan bu içkiyi içermiş. "Dayanıklılığı artıran ve yorgunlukla savaşan bir tanrısal içki. Bu değerli içkinin bir bardağı insanın gününü açlık duyumsamadan geçirmesini sağlar" dediği rivayet ediliyor.
Kökende, 1502'de ¥eni Dünya'ya yaptığı 4. seferinden dönüşünde Kristof Kolomb getirmiş çikolatayı İspanya'ya ilk kez. Ama, Hernando Cortez kakao tohumundan yapılan ıçkinin sırlarını öğrendikten sonradır ki, yani 1519 sonrasında, iyice yaygınlaşmış İspanya'da. Ve İspanyollar bu içkinin kaynağını ve hazırlanma yöntemini yaklaşık 100 yıl süreyle gizli tutmuşlar.
17. ve 18. yy'ların tıp doktorları, çikolatanın soğuk algınlığına, öksürüğe, hazımsızlığa, depresyona vb iyi geldiğine inanıyorlarmış. Bugün bile çikolatanın depresyona iyi geldiğine inanılıyor. Yani sizin çikolata tutkunuz boşuna değil. Zararlı değildir sadece kilo yapar, o nedenle bitter olanı ve kakao oranı yüksek olanını tercih ediniz.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Merhaba Mümtaz bey,
Siz Aztekler den ve Maya lardan bahsedince aklıma ilkbaharda seyrettiğim bir film geldi. Belki siz de seyretmişsinizdir, Mel Gibson'un yönettiği Apocalypto. Tamamen Maya dilinde çevrilmiş uzun ve harika bir fim. Mayaların kanlı ayinleri biraz zor seyredilsede, Mayalar hakkında oldukça fikir edinilebiliyor. Tavsiye ederim
Sevgilerimle,

Adsız dedi ki...

Evet gördüm o filmi ama Maya uygarlığıyla hiçbir ilgisi olmayan bir filmdir o. Daha çok Hollywood değerleri içinde çekilmiş ve Amerika yerlilerinin yok edilişinde batılıların duyduğu suçluluğu örtmeye çalışan bir film. Filmde sanki oranın yerlileri zaten birbirilerini katlediyorlardı (evet vahşiydiler ama) beyaz adam gelmeden önce demeye çalışan filmlerin devamı niteliğinde. Daha fazla bilgi için şuraya bakın: http://www.archaeology.org/online/reviews/apocalypto.html . İngilizce bildiğinizi düşünerek veriyorum yoksa burada size anlatmam çok fazla yer tutar. Bu tür filmlerin efektlerine çok fazla kapılmayın, neticede kendi görmek istedikleri gibi olayları yönetmekte ustalar Hollywood yapımcıları. "Geceyarısı Ekspresi" filmi de bizi batılının gözünde barbar göstermek için abartılmıştı.

Ayşegül Taştaban Erzincanoğlu/ Behçet dedi ki...

Merhaba Mümtaz bey,
Verdiğiniz link'i okudum çok teşekkürler. Benim de okuduğum yazılardaki eleştiriler filmin Mayaların tek bir yönünü gösterdiği, vahşeti çok fazla vurguladığı, Maya kültürünü es geçtiği yönünde. Koyu bir Hristiyan olan Mel Gibson, dini vahşet üzerine evet fazla yoğunlaşmış ancak okuduğum kaynaklara göre abarttığını düşünmüyorum. Maya ve Azteklerden kalan kartograflar da insan kurban edilmesinin son derece sıradan bir olay olduğunu anlatıyor. Yağmur mu yağmadı pazara gidip 3-4 köle alıp kurban ediyorsunuz. Tabi ki sürekli kurban bulmak içinde, farklı kabileler birbirleri arasında akınlar yapıyorlarmış. Ama haklısınız Hollywood göstermek istediğini ya da satabileceğini pazarlıyor. Size keyifli bir gün diliyorum.